Önder Kaya
Osmanlı devri Türk musikisi, bilindiği üzere emperyal bir gelenek üzerine inşa olunmuş, farklı unsurları bünyesine katarak onları hem etkilemiş, hem de etkilenmiştir. Osmanlı musikisi son derece önemli şahsiyetler yetiştirmiş olup, bu kişilerin eserleri halen keyifle dinlenmektedir. Devrin en büyük özelliklerinden biri, Türk musikisine Müslümanlar kadar gayrimüslimlerin de çok önemli katkılarda bulunmasıdır.
03 Temmuz 2013
Başlangıçta Orta Asya, İran ve Arap müziği etkisinde gelişen Türk şiiri ve musikisi, 16. yüzyıldan itibaren İstanbul’da yaşayan Ermeni, Rum ve Yahudi cemaatlerinin elit tabakasını da etkilemeye başlayarak gittikçe özgün bir nitelik kazandı.
Bu anlamda 1698-1699 ve 1700-1701 yılları arasında Ermeni patrikliği yapan Mardiros Efendi’nin “Subhi” mahlası ile, 1741-1749 tarihleri arasında patriklik tahtına oturan Hagop Nalyan Efendi’nin de “Nihadi” mahlası ile Türkçe şiirler yazmaları ilginç anekdotlar olsa gerek.
Daha 17. yüzyılda aslen Polonyalı bir soylu olan ve Kırım hanının adamları tarafından esir alınarak saraya armağan edilen Albert Bobowski ya da Müslüman olduktan sonraki adıyla Ali Ufkî Efendi, Türk musikisi konusunda önemli işlere imza atmıştı. Enderun Sarayı’ndaki eğitimi sırasında yabancı dil ve musiki konusundaki yetenekleriyle kısa sürede sivrilmişti. Saray içindeki musiki odasında santur çaldığı için “Santurî” diye de bilinen Ali Ufkî Bey, Türk klasik musiki eserleri ve halk ezgilerinin bir kısmını Mecmua-i Saz ü Söz adı altında notaya alıp, bir araya getirerek pek çok ezginin yok olmasını engellemişti. Söz konusu eser bugün ‘British Library’dedir.
Türk musikisine katkıda bulunan bir diğer isim de 18. yüzyılın başlarında Boğdan voyvodalığı yapmış olan Prens Dimitri Kantimir’dir. Sarayda kaldığı süre içinde Kantimir, Edirneli Ahmet Çelebi ve Tamburi Angel’den Türk müziği ve tambur öğrendi. II. Ahmet’in hizmetinde iken kaleme aldığı Edvâr adlı eserinde kendi geliştirdiği nota sistemiyle pek çok eseri notaya dökerek yok olmaktan kurtarmıştır.
Osmanlı tebaası gayrimüslim bestekârları arasında bazı araştırmacılarca Rum cemaatinin Türk musikisi konusunda yetiştirdiği en büyük isim olarak tanımlanan Zaharya Efendi’nin de önemli bir yeri vardır. Lale devrinde yaşamış olan Zaharya Efendi, kürk ticareti ile de uğraşan kuvvetli bir hanende idi. Sadece Türk musikisi ile değil, kilise müziği ile de uğraştığı ve bu sahada besteler yaptığı sanılmaktadır.
Sultan III. Selim’in hocası: Tamburi İsak
18. yüzyılın sonlarında ünlenecek olan Tamburi İsak, Ortaköylü bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve tambur konusunda zirve bir şahsiyet olarak, Sultan III. Selim’e hocalık yapmıştı. Aynı zamanda Müslümanların da halifesi olan III. Selim’in, Tamburî İsak’tan ders alırken rivayete göre her defasında hocasını ayakta karşılaması, bazı devlet adamlarının dikkatini çekmiş ve bu konuda sultanı uyarmışlardı. Sultanın da buna karşılık “Hocamdır, başka türlü hareket etmemi beklemeyiniz” dediği zikr olunur. III. Selim’in iltifatına mazhar olan bir diğer önemli gayrimüslim bestekâr ise Ermeni Hamparsum Limoncuyan’dır. ‘Hamparsum notası’olarak da bilinen nota sistemini icat eden bu ünlü musiki adamı, ilginçtir ki müzik bilgisini hem Ermeni kiliselerinden hem de Beşiktaş Mevlevihanesinde devam ettiği derslerden edinmişti. Bu yüzyılın namlı neyzenlerinden Samatyalı Oskiyam Efendi de, Osmanlı tebaası bir Ermeni idi. O da tıpkı devrin padişahı III. Selim gibi, Tamburi İsak Efendi’den ders almış, ney konusunda hatırı sayılır bir mertebeye ulaşmıştı.
Ermeni asıllı büyük bestekâr Nikogos Ağa
Bir diğer Ermeni asıllı büyük bestekâr Nikogos Ağa, her ne kadar Hacı Arif Bey’in çağdaşı olduğu için onun gölgesinde kalmış olsa da büyük ölçüde Türk musikisini, devam ettiği Mevlevihanelerden öğrenmiş, hatta önce İsmail Dede Efendi’den sonrasında ise onun öğrencisi olan Dellalzade İsmail Efendi’den dersler almıştır. Nikogos Ağa dönemin önemli şahsiyetlerinden himaye görmüş olsa da musikinin izzetini her şeyin üzerinde tutmuş ve gerekli durumlarda hamilerinden tepki almak pahasına da olsa doğru bildiklerini uygulamaktan çekinmemişti. Bu anlamda kendisi de usta bir musikişinas olan Sultan Aziz’le arasında geçen bir vaka örnek verilebilir. Sultan, Enderun’da musiki muallimliği yapan Nikogos Ağa’ya, yeni ünlenen bir bestekâr olan Hacı Faik Bey’in bir şarkısını içoğlanlarına öğretme emri verir. Lakin eseri inceleyen Ağa, “Böyle bozuk bir şarkı çocuklara talim ettirilemez” demek suretiyle emre karşı çıkmaktan çekinmez. Esasen Ağa’ya bu titizlik hocası İsmail Dede Efendi’nin yadigârıdır. Zira kendisi, Dede Efendi’ye talebelik için başvurduğunda, şivesinin bozuk olması nedeniyle kendisine “önce Türkçeyi iyice bir öğren” talimatı verilmişti. Ancak şivesini düzelttikten sonra İsmail Dede Efendi, bu meraklı ve gayretli talebesine ders vermeyi kabul eder. Zira musikinin hakkını vermek ancak temiz bir Türkçe ile kabildir. Tüm bunlar bize, Osmanlı musikisindeki farklı etkileşim kanallarını göstermesi açısından önemli örnekler teşkil eder.
Tatyos Efendi’nin trajik öyküsü
Yolu İstanbul’a düşen ya da burada doğup büyüyen bestekârların bazıları sarayın ya da İstanbul’un kibar semtlerinin himayesini kazanıp rahat bir yaşam sürmüşse de, ne yazık ki pek çok sanatkârın sonu gayet dramatik olmuştur. Bu duruma örnek simalardan aslen Rum olan Kemençeci Vasil ile yakın dostu olan Ermeni kemanî Tatyos Efendi ilk akla gelenlerdir. Vasil Efendi çok küçük yaşlarda Fenerli Yorgi adında gezici bir müzisyenden kemençe öğrendikten sonra Galata-Beyoğlu âlemlerinin yolunu tutmuş ve muhitinin en aranan kemençecilerinden biri olmuştu. Lakin 1907’de sefalet içinde öldü.
Osmanlı’nın son devirlerindeki en önemli kemanilerden olan Tatyos Keseryan Efendi, Ortaköylü bir Ermeni ailesinin oğluydu. Kamanî Kör Sabuh’tan dersler alan Tatyos Efendi, Galata gazinolarında çalmış ve büyük şöhret kazanmıştı. Ancak ömrünün son demleri fakru zaruret içinde geçmiş ve yakın dostu olan bestekâr ve gazeteci Ahmed Rasim, ölümünün ardından yazdığı bir köşe yazısında “kendisine ait olan şu esercik halini ne de güzel anlatır” demek suretiyle meşhur bestesine gönderme yapmıştır;
“Gamzedeyim deva bulmam
Garibim bir yuva bulmam
Kaderimdir hep çektiğim
İnlerim hiç reha bulmam”.
1839’da ölen Büyük Baba Hampartzum Limociyan’dan ayırmak için Küçük Baba Hampartzum diye de anılan Hampartzum Çerçiyan ise 1828-1901 tarihleri arasında yaşamıştı. Kumkapı’da doğan Hampartzum Çerçiyan da tıpkı Büyük Hampartzum gibi tekkeleri dolaşmış, meşhur şeyh efendilerin ayinlerine katılmış ve ilahileri notaya almıştı.
Ermeni kilise musikisi konusunda eğitim alarak baş okuyuculuk da yapan Kirkor Çulhayan da tıpkı Hampartzum Çerçiyan gibi, tekkelere devam etmiş ve 19. yüzyılın kayda değer neyzenlerinden biri olmuştu. Bu tekkelerdeki ilahileri Hampartzum notasına da dökerek pek çok ilahinin kaybolmasını önlemiştir. Kendisi alaturka musiki üstatlarına yakınlığı ile de tanınırdı. Kirkor Çulhayan 1898’de İstanbul Maarif Müdürlüğü tarafından çeşitli okullara musiki hocası olarak tayin edilmişti. Bunlar arasında Hadika-i Maarifet, Erenköy, Heybeliada ve Büyükada mekteplerinin isimleri sayılabilir. Ayrıca Aksaray’daki Mekteb-i Şinasi adlı bir okulda da dersler vermiş, öğrenciler yetiştirmişti. 1910 yılında ilk fonograf İstanbul’a geldiğinde de Hafız Âşir Efendi ile birlikte plaklar doldurmuştu. Ölüm tarihi olan 1938’den önce Yahudi cemaati ile de yakın temas içinde olduğu, cemaatin meşhur musikişinasları İsak Algazi, İsak Varon ve Moiz Kordova’nın teşebbüsleriyle dönemin Hahambaşısı Hayim Becerano Efendi’nin, bazı Musevi ilahilerini kendisine notaya aldırttığı bilinir.
Usta-çırak bestekârlar ve Yorgo Bacanos
Söz konusu Türk musikisi olunca bir aileden iki zirve şahsiyetin çıkmasına da tesadüf olunduğunun altını çizelim. Zira 20. yüzyıl başlarına kadar bu işin eğitimi usta-çırak ilişkisi şeklinde yürümekteydi ve pek çok ünlü müzisyenin ailesi de öyle veya böyle musiki âleminin içinde idi. Misalen Lavtacı Lambo Efendi’nin büyük oğlu Aleko Efendi kemençede küçük oğlu Yorgo Bacanos ise ud sahasında zirve şahsiyetlerdi. Tıpkı Kemençeci Vasil gibi Silivrili olan Aleko Efendi, İstanbul, Ankara, Paris, Berlin ve Mısır’da muhtelif eğlence yerlerinde icra-i sanat eylerken, kardeşi Yorgo Bacanos, şöhret olarak ağabeyini gölgede bırakacaktır. Daha 12 yaşında iken İstanbul’un sayılı gazinolarında sahne almaya başlayan Bacanos, hiç şüphe yok ki Cumhuriyet tarihinin en büyük udîlerinden biri olarak tarihe geçmiştir.
Cumhuriyet devrini idrak eden en meşhur gayrimüslim bestekârlar arasında Bimen Şen Efendi’nin yeri bambaşkadır. Öyle ya da böyle Türk musikisi ile ilgilenen herkes onun soyadı olan “Şen” sıfatı ile iç içe geçmiş.
“Yüzüm şen, hâtıram şen
Meclîsim şen, mevkîim gülşen”
diye başlayan meşhur bestesini elbette dinlemiştir. Eğlence meclislerin vazgeçilmez hanendelerinden biri olan Bimen Efendi, yüzlerce beste yapmış olmasına rağmen, verdiği bir beyanatta hiç nota bilgisi olmadığını itiraf eder. Şarkıları düm-tek usulü ile bestelemekte, sonrasında ise notacısına yazdırmaktadır. Bimen Bey özellikle Yahya Kemal, Süleyman Nazif, Celal Sahir Erozan, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Ahmed Refik Altınay gibi değerli ediplerin şiirlerine yaptığı bestelerle bilinirdi.
Cumhuriyet dönemi Yahudi musikişinaslar
Son dönem Türk musikisine görüldüğü üzere ağırlıklı olarak Ermeniler katkıda bulunmuşlarsa da Yahudi ve Rum cemaatleri de bu alanda önemli roller oynamışlardır. Yahudi musikişinaslar arasında İsak Varon Efendi’nin ayrı bir yeri vardır. Gelibolu’da doğan Varon Efendi, genç yaşta usta bir musikişinas olan Manyasizade Refik Bey’in kâtibi olarak Selanik’e gitmiş ve musiki bilgisini burada geliştirmişti. ‘Sahibini Sesi’ plak şirketinin rejisörlüğü görevini de yürüten Varon, pek çok öğrenci yetiştirmişti.
Ancak Cumhuriyet devri Türk musikisi denilince akla gelen ilk Yahudi kökenli isim İsak Algazi Efendi’dir. İbrani dini musikisi konusunda devrinin zirve şahsiyetlerinden biri olan İzmirli Salamon Algazi’nin oğlu olarak doğan İsak Algazi, hem babasının yakın ilgisi hem de doğuştan gelen kabiliyeti ile kısa sürede dini musiki konusunda sivrilmiş, sonrasında sağlam bir Türk musikisi eğitimi de almıştı. Cumhuriyetin ilan edildiği tarihte dönemin Hahambaşısı Hayim Becarano Efendi tarafından İstanbul’a davet edilerek Galata Kuledibi’ndeki İtalyan Sinagogu’na okuyucu ve müzik hocası olarak tayin edildi. İstanbul’da kaldığı süre içinde taş plaklara da gazel okuyan Algazi, kısa sürede musiki çevrelerinde büyük üne kavuştu. Görev yaptığı sinagoga Galata Mevlevilerinin yanı sıra, Zekaizade Ahmet Efendi, Rauf Yekta Bey, Hafız Burhan gibi zirve isimler kendisini dinlemeye geliyorlardı. 1932’de Atatürk’ün huzuruna, Dolmabahçe’ye çıkmış ve burada okuduğu Türk musikisi eserlerinden sonra Atatürk’ün “senin gibi bir adam milletimizin yüz akıdır” iltifatına mazhar olmuştu. Ancak ilerleyen zamanlarda gerek İstanbul’da hak ettiği ilgiyi bulamadığını düşündüğünden, gerekse de yaşadığı maddi sıkıntılardan dolayı önce Fransa’nın sonrasında Uruguay’ın yolunu tuttu ve doğduğu ülkeden çok uzak topraklarda hayata gözlerini yumdu.
Nubar Tekyay
Udî Arşak Efendi’nin oğlu olarak 1906’da doğan Nubar Bey, hem batı hem de Türk musikisi konusunda yetkin bir şahsiyet olarak tanınmıştı. Balıklı Ermeni mezarlığındaki kabrini ziyaret ettiğimde yaşlı bir amcadan soyadının ilginç hikâyesini dinlemiştim. Onun anlatımına göre Nubar Bey, Atatürk’ün huzurunda keman çalarken yayının telleri kopar ve geride tek yay kalır. Buna rağmen Nubar Bey, inat ederek eseri tamamlar. Bu gayreti Atatürk’ün çok hoşuna gittiğinden, sevdiği ve takdir ettiği kişilere soyadı vermesi ile tanınan Gazi Paşa, Nubar Bey’e ‘Tekyay’ soyadını verir.
Bir diğer Ermeni bestekârımız Levon Hancıyan hem İsmail Dede Efendi’nin öğrencilerinden ders almış, hem de Lemi Atlı ve Refik Fersan gibi geleceğin güçlü musikişinaslarının yetişmesinde rol oynamıştır. Darülbedayi’nin kuruluşunda görev alarak burada musiki kısım şefi olarak çalışmıştır. Hayatı boyunca bekâr yaşayan Hancıyan Efendi, hayatının son günlerinde ciddi sıkıntılar yaşamış, bir müddet de Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları hastanesine yatmıştı. Bakırköy Ermeni mezarlığına defnedilen bu değerli müzik adamı, aynı zamanda Uzakdoğu musikisi konusunda da uzmandı. Levon Hanciyan aynı zamanda çok sayıda müzisyen de yetiştirmişti. Nitekim onun yetiştirmelerinden biri olan Üsküdarlı Hosep Efendi, döneminin en şöhretli okuyucularından birisiydi.
Levon Hancıyan Efendi ile aynı yıl hayata gözlerini yuman Ermeni müzisyen de Karnik Garmiyan idi. Beyoğlu’nda doğan müzisyen, küçük yaşta kilise korolarına devam ettikten sonra musiki dersleri almış ve Hampartsum notasını öğrenmişti. Keman ve kemençe konusunda son derece mahir olan Garmiyan, yüzden fazla Türk musikisi eseri bestelemiştir.
KAYNAKÇA
“Ahmet Rasim Bey’in Bestekârlarla Dostlukları”, Tarih ve Edebiyat Mecmuası, Eylül 1979, cilt: 2, sayı: 9, s. 59-64
Bülent Aksoy; “Unutulmuş Bir Musiki Üstadımız: Haham İsak Algazi Efendi”, Argos, cilt: 4, sayı: 37, İstanbul 1991, s. 128-143.
Ali Ufkî; Mecmûa-i Sâz ü Söz (haz: Şükrü Elçin), Ankara 2000.
Ali Ufki Bey; Topkapı Sarayında Yaşam (Sunan ve notlayanlar: Stephanos Yerasimos ve Annie Berthier (çev: Ali Berktay), İstanbul 2002.
Cem Behar; Aşk Olmayınca Meşk Olmaz, İstanbul 2006.
Cem Behar; Musikiden Müziğe, İstanbul 2005.
İbnülemin Mahmut Kemal İnal; Hoş Sadâ, İstanbuıl 1958.
Yılmaz Öztuna; Türk Bestecileri Ansiklopedisi, İstanbul 1969.
Kevork Pamukciyan; Biyografileriyle Ermeniler, İstanbul 2003.
Mustafa Rona; Elli yıllık Türk Musikisi, İstanbul 1960
http://www.salom.com.tr/newsdetails.asp?id=87628#.UdRIgfn0GSo
Yorumlar kapatıldı.