İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Vatanlarında Yok Olanlar

Yervant Özuzun
Osmanlı toplumunu oluşturan farklı etnik ve dinsel topluluklar günümüzdeki gibi iç içe değil yan yana yaşarlardı. Millet düzenindeki cemaatleri içinde dışa kapanık, sosyal mekanları, kültürleri, hukukları ayrı bir yaşam tarzıydı bu. Hepsi aynı trenin yolcularıydı; fakat vagonları ayrıydı.Şehirde kilise çevresinde Hıristiyan mahalleleri, bölgeleri, sokakları ayrı, cami çevresinde Müslümanların ayrıydı, kırsalda ise köyleri ayrıydı. Müslüman’ın, Alevi’nin Kürt’ün köyü ayrı, Ermeni’nin, Rum’un, Süryani’nin ayrıydı. Mahallelerin ve köylerin sokakta, çarşı pazarda konuşulan dili ise orada yaşayanların diliydi.

Bu Osmanlı için bir yaşam tarzıydı ve belli kuralları da vardı. (Mesela, Hıristiyan’ın evi Müslüman’ın evinden yüksek olamaz, kapısı, penceresi Müslüman’ın evine dönük olamaz gibi. Tanzimat’a kadar bu böyleydi.) Günümüzde Hıristiyanlar için böyle çoğunluk olarak yaşadıkları semtler, mahalleler yok.  Ama İstanbul’un kimi eski semtlerinde sayıları az da olsa toplu yaşayanlar var. Kırsalda ise tek köy var. Vakıflı Ermeni Köyü.
Kuşkusuz Osmanlıdan günümüze sosyal ilişkilerin değişmesi, şehrin büyümesi, iç ve dış göçlerle bu yapı da hızla değişti ve değişiyor. Yakın tarihimizin Tatavla’sı artık sokaklarında Rumca konuşulan bir mahalle değil, Gedikpaşa, Ermeniler için, Kuledibi de Yahudiler için öyle. O insanlar artık yoklar ama öğrencisi olmasa da okulları, cemaati olmasa da kiliseleri, havraları var.
 İstanbul’da böyle çok yer var. Arnavutköy de böyle bir yer.(Ansiklopedik bilgilere göre) Boğaz’da Osmanlı İstanbul’unun Rum köylerinden biri. Şirketi Hayriye vapurlarıyla İstanbul’a bağlantısı olan, 1914 Salname’sine (yıllık) göre 6867 Hıristiyan’ın (5973 Rum, 342 Ermeni, 642 Levanten’in), cami çevresinde 493 Müslüman’ın yaşadığı güzel bir köymüş.
Bugün?  Yüz yıl önceki nüfusunun yüzde birinin bile yarısı kadar (14’ü Rum 30 civarında) Hıristiyan’ın yaşadığı İstanbul’un bir mahallesi.
Arnavutköy Rum Kilisesine bir düğün için gitmiştik. Sizi yüz yıl öncesine götüren daracık sokaklara inat alabildiğine büyük bir kilise. Yan sokaklara açılan 4 kapısı, bakımlı bahçesine serpiştirilmiş sosyal mekanları ve kubbeli tavan mimarisiyle görkemli bir kilise.
Kubbeli bir kilise oluşundan Tanzimat’tan sonra yapıldığı belli. Bir buçuk asır önce orada bu büyülükte bir kilise yapıldığına göre semtte hatırı sayılır bir Rum nüfusunun var olduğu anlaşılıyor. İlerideki (öğrencisi kalmayan ve kiraya verilen) okul da bu düşünceyi doğruluyor.
Kiliseye erken gitmiştik. Yaz başının bu güzel pazarında, misafirler bahçede ağaçların güllerin arasında toplanmışlardı.
Dışarıdan müzik sesi geliyordu. Rumca ağırlıklı etnik müzik. Belediyenin organizasyonuymuş. Sokak hediyelik eşya, kitap, yiyecek, içecek stantlarıyla doluydu. Banklarda oturan, müziğin ritmiyle gönüllerince eğlenen her yaştan insan vardı. Sokaklar ve kilisenin bahçesi Rumca şarkıların sesiyle yankılanıyordu. Yankılanıyordu da o sokaklarda, o evlerde bu müziğin dilinden anlayan insanlar yoktu artık.
Belleğim beni geriye götürdü. 1928 yılından itibaren başladığını bildiğimiz ve 27 Mayıs (1960) İhtilali sonrasına kadar devam eden “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarını hatırladım. Bu sokaklarda (ve tüm İstanbul) sokaklarında, çarşı, pazarda, vapurda, otobüste  “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyalarıyla, insanlar ana dillerini konuşamıyor, isimlerini saklıyor, uyarılıyor, tehdit ediliyor, tartaklanıp dayak yiyor, gazetelerini açıkta alamıyor, okuyamıyor, müziklerini dinleyemiyorlardı.
Hiç kuşkusuz hedef kitle Rumlar, Ermeniler, Yahudilerdi. Amaç ise yeni cumhuriyeti Türkleştirme uygulamasının İstanbul versiyonu.
Geçmişte bu kampanyayı başlatanlar, sürdürenler bugün Rumca ve Ermenice müzik çalanların bir, iki kuşak önceki nesilleriydi. Dün engellenen dille, bugün aynı sokaklarda eğleniyor, müziğin ritmine uyarak oynuyorlardı. Değişen neydi? Kampanyanın amacına ulaşmış olması, “Vatandaş Türkçe Konuş” diye sindirilen insanların bulunmayışı.
Yunanistan’dan bir arkadaşımın yakını geldi. İstanbul’a gelirken annesi gitmesini, görmesini istediği yerleri sıralamış ve eklemiş “sakın sokakta Rumca konuşma” diye de kızcağızı sıkı sıkıya uyarmış. O anne, kendilerini İstanbul’dan ayıran çok sayıda nedenden birini hala unutamamış kızı için endişesini gizleyememişti. O duyguyu sözcüklerle anlatabilir misiniz? O ancak yaşanır.
Rumca müzik sesleriyle kiliseye döndüm. Bu defa kilisede Rumca ilahiler yankılanmaya başladı. İçimde buruk bir acı hissettim. 6/7 Eylül tertibinde İstanbul’da 73 kilise ve 26 okul 6 bin civarında ev, işyeri yağmalanmış, kırılıp, dökülmüş, ateşe verilmişti. Kilisede ve sokaktaki evlerde o günlerden iz kalmamıştı. Ama kuşkusuz o evlerden ve kilise cemaatinden dünyanın dört bir yanına dağılan ve sağ olanların belleklerinde “kara eylül” ün tortusu hala vardır.
Bugün kiliseye gelenler bir hayli fazlaydı. Yaklaşık 180-200 kişi vardı. Gelin Ermeni, Damat Rum’du. Davetlilerin büyük bir kısmı Ermeni’ydi. Rum kilisesinde Rumlar azınlık bile değil azıcıktı.
Yaşlı Rum papaza Ermeni papazın eşlik ettiği tören bittiğinde 13 yıl aradan sonra kilisede ilk kez bir dini nikah töreni de bitiyordu. Evet, kilisede 13 yıldır ilk kez nikah töreni vardı; ilk kez bu kadar insan bir araya gelmişti. Bir kere daha olur muydu? Bilinmez. O kiliseyi, salonları dolduran Rum Cemaatinden geride kalanlar mı?  Tek tek sayılacak sayıda ve yok olma sınırındalar. Kilisenin çanları şimdilerde onlar için çalıyor, onların son yolculukları için mütevazi törenler yapılıyor.
Kilisenin yapıldığı tarihler İstanbul Rumlarının ve genelde azınlıkların da yok olma sürecinin başladığı yıllardan önceki son iyi ve mutlu yıllarıdır. 1890-1923 süreci her iki toplumun da yok edilişlerinin sürecidir. İttihat ve Terakki’li yıllar ise acı kaderi paylaştıkları yıllar.
Ermeniler için 1915 soykırımı ve öncesi yıllar, Rumlar için 1923 mübadelesi ve öncesi yıllar en büyük kırılma tarihleridir. Anadolu ve Trakya’nın
Hıristiyan unsurlardan arındırıldığı yıllardır. (O tarihlerdeki 12-13 milyonluk genel nüfusun 4 buçuk milyonuydu onlar.)
Cumhuriyet döneminde de bildiğimiz ayıplı politikalarla devam etti bu süreç. Esasen İttihat ve Terakki’den bu yana azınlık politikalarında bir değişiklik olmamıştı.
Kısaca bir hatırlayalım:
Sıra Trakya’nın Yahudilerden, arındırılmasına gelmişti. 1934’te başarıyla sonuçlandı. Çok iyi bildiğimiz, 1942’de (Varlık Vergisi), 1955’te (6/7 Eylül Olayları) ve 1964’te (İstanbul’un Son Sürgünleriyle) de sıra İstanbul’un ve piyasanın tüm azınlıklardan arındırılması, Türkleştirilmesi isteniyordu. Yine bu süreçte seyahat kısıtlaması, kimi meslekleri yapamama, kamuda çalışamama, spor kulüplerinin, mahalle ve sokak isimlerinin değiştirilmesi gibi uygulamalarla Gayrimüslimlerin vatan belledikleri topraklarla gönül bağları bir bir kopartılıyordu.
Bu arada Bozcaada ve İmroz Adası da amaca uygun olarak dizayn edilmişti. Sonuçta bu coğrafyanın bu toprakların binlerce yıllık Gayrimüslimleri ulus devlet yaratma uğruna sistemli bir şekilde yok edildiler. Geride kalan bugünküler mi? Önemli değil. Genel nüfus içerisinde tümünün oranı bindeee bir bile değil.
Artık kendiliğinden eriyorlar. Şimdilerde onlar nostalji edebiyatı için gerekli. Bugünleri anlatacakların “Komşularımız vardı, bayramlarda bir birimize giderdik. Topik yerdik. Yumurta verirlerdi. İyi insanlardı. Mahallede Rum, Ermeni arkadaşlarım vardı…” diyebilmeleri için.
“Vatanlarında Yok Olanlar”ın son takvim yaprakları böyle bitiyor.
Yervant Özuzun  yervanto@gmail.com
26-06-2013

Yorumlar kapatıldı.