Gerard J. Libaridian*
AKP ve Erdoğan 2002 yılında iktidara geldiğinde, özellikle 1. Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Hükümetinin Ermenilere reva gördüğü muamele başta olmak üzere, devletin genel anlamda tarihi konulara yaklaşımını ve bununla ilgili politikalarını düzelteceğine yönelik emareler mevcuttu. Siyasî felsefeleri laik devletçilik ve milliyetçilikten ziyade dinî kavramlardan esinlendiği için, Erdoğan ve AKP bu politikaları kınayabilir; sorumluluğun İslam’da değil, aşırı devletçi ve milliyetçi ideolojiye ait olduğunu vurgulayabilirlerdi. Böylelikle İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) Hükümetinin savaş döneminde yürüttüğü ve İslamî değerlerle bağdaşmayan fanatik politikalarını reddederek hoşgörülü Osmanlı mirasını yaşatabilirlerdi. Öyle ki, İTC’nin politikalarını en iyi tanımlayan tâbir soykırım ise, buna da itiraz etmeyebilirlerdi.
Erdoğan iktidara geldiği dönemlerde Ermeni meselesine yaklaşımında çok daha açıktı; tarihi tarihçilere bırakmak gerektiğini savunuyordu. Bu yaklaşım, tarihî olayların anlatımını bütün ders kitaplarına satır satır yazdıran Türk Devleti için bir açılım sayılırdı.
Ekim 2009’da Türkiye ve Ermenistan’ın imzaladığı ve ilişkilerin normalleştirilmesini hedefleyen iki protokol soykırım konusunun taraflarca ortaklaşa incelenmesi hususuna dolaylı fakat net bir atıfta bulunuyordu. Belli ki Erdoğan, Gül’ün de desteğiyle, bu konuda adım atmak niyetindeydi.
Daha da önemli bir gelişme ise 2011’de Erdoğan’ın 1938 ve 1939 yılları arasında Dersim/Tunceli’de katledilen sivil Kürt yurttaşlar için özür dilemesiydi. Bu noktada özür dileme fikri ve eyleminin kendisi detaylardan daha önemli. Zira bugüne kadar tarihte hiçbir Türk lider, Osmanlı veya Türk devletinin kendi vatandaşlarına uyguladığı acımasız politikalardan veya suçlardan ötürü özür dilememişti. Ayrıca Erdoğan ve Davutoğlu, soykırım tâbirini, 1915’te Ermenilere yaşatılanlara kıyasla çok daha az vahim durumlar için kullanıyorlardı.
Dolayısıyla Erdoğan, soykırımı reddetmek yerine şöyle bir yöntem izleyebilirdi: “Ermeni soykırımı o dönem iktidarda olan İTC gerçekleştirdi. Bu suçu işlerken, Müslüman bir hükûmet olarak davranmadı. Belirli bir dünya görüşü adına yönetimi yasadışı yollarla ele geçirmiş olan İTC, dini yalnızca kendi politikalarını hayata geçirebilmek ve bunları İslam’a uygunmuş gibi göstermek amacıyla kullanan, gözünü iktidar hırsı bürümüş bir hizip olarak davrandı.” Bu söylem siyasi açıdan son derece meşru olduğu gibi tarihî açıdan da geçerli olurdu.
Başbakan Erdoğan böyle bir açıklama yapabilir ve bu son derece çetrefilli meseleyi çözüme kavuşturarak konuya müdahil çok sayıda ülkenin hükûmetleri ve sivil toplum örgütleri nezdinde uluslararası saygınlık kazanabilirdi. Ancak bu, en azından şu an için, gerçekleşmiş değil.
Erdoğan, Müslümanların doğası gereği soykırım yapmayacağını açıklarken –Sudan ve Darfur’da olduğu gibi– İslam’ı koruduğunu düşünmüş olabilir. Ancak soykırım suçlusu Müslümanları sorumluluktan bu şekilde muaf tutması eleştirel tartışmayı ve tarihsel analizleri anlamsızlaştırıyor; bu nedenle de korumak istediği din için aslında daha büyük sorunlar yaratıyor.
Fakat Türk liderlerinin –ne kadar liberal veya yenilikçi olurlarsa olsunlar– gözlerinin bağlandığı ilk sefer bu değil. Aslında, Ermeni meselesi Türk liderlerin görüş alanında hep bir kör nokta olageldi.
İTC 1908’de iktidara geldiğinde önünde iki seçenek vardı. Birincisi, Ermeniler tarafından gündeme getirilen sosyal ve ekonomik sorunlarla ilgilenmek, ikinci seçenek ise Ermeni meselesini dış mihrakların komplosu olarak görmek, ve bundan ötürü, “meşru” bir baskı uygulamaktı. Jön Türkler her ne kadar yola ilk seçenekle çıkmış olsalar da sonunda ikinci seçenekte karar kıldılar. Bunun sonucunda da 1915 oldu.
Erdoğan iktidara geldiğinde onun da önünde iki seçenek vardı: Ermeni meselesini Osmanlı/Türkiye tarihinin ayrılmaz bir parçası olarak görebilir ve bu tarihin yeniden ele alınmasının ülkenin demokratikleşmesi açısından elzem olduğunu kabul edebilirdi; ya da bunun Türkiye’yi parçalamak için emperyalistlerin ürettiği bir komplo olduğunu iddia eden devlet politikalarını sürdürebilirdi.
Tercüme: Nazlı Konya
Erdoğan yola ilk seçenekle çıktığının sinyallerini vermişti; fakat şimdiki soru, onun da artık ikinci seçenekte karar kılıp kılmadığı.
*Gerard J. Libaridian, 1991 ve 1997 yılları arasında bağımsız Ermenistan’ın ilk Cumhurbaşkanı’nın baş danışmanlığını yapmış bir tarihçidir. Bu makalenin orijinal metni Turkish Policy Quarterly (TPQ) dergisinin Bahar 2013 sayısında yayınlanmıştır. Bu metin, orijinal makalenin kısaltılmış tercümesidir. Tercüme TPQ ekibi tarafından yapılmıştır.
Daha fazla bilgi için : www.turkishpolicy.com
Yorumlar kapatıldı.