Orhan Kemal Cengiz
Türkiye’nin gerek anayasa ve gerekse yasalar düzeyinde cemaatleri ve dini kurumlarını tanıması lazım. Eyüp Can’ın cumartesi günkü yazısının başlığı oldukça can alıcı bir soruyu ortaya atıyordu: ‘Camilerin sahibi kim?’ Bu mekânlardan yapılan hırsızlıklar nedeniyle Yargıtay camilerin ‘kamu malı’ değil ‘ibadethane’ olduğuna karar vermiş. Bu ibadethanelerin sahibi kimmiş peki? Cevabı Eyüp’ün yazısından okuyalım: “80 bin caminin tamamının yönetimi Diyanet’e bağlı fakat mülkiyet camiden camiye değişiyor. Kimi Hazine’ye ait, kimi belediye, vakıf ya da derneğe…” Aslında Eyüp’ün sorduğu soru bizi Türkiye’de din özgürlüğü alanında en can alıcı meselelerden birisinin kalbine götürüyor: Türkiye dini kurumların tüzel kişiliğini tanımıyor. (Ne gariptir ki AB ve Venedik Komisyonu kararlarıyla da desteklenen cemaatlerin tüzel kişiliğinin tanınması konusunda azınlıkların ciddi girişimleri ve talepleri yok. HYETERT)
Yani kilise, kilise olarak, cami, cami olarak tanınmıyor. Yukarıdaki örneklerde cami, Diyanet’in, vakfın, derneğin camiidir, ama kendi başına bağımsız bir birim değildir. Cami ve onu oluşturan cemaat bir varlık olarak hukuk karşısında yoktur, Diyanet, vakıf ve dernek vardır.
Ne demek istediğimi anlatabilmek için Avrupa ülkelerinde bu kurumların nasıl tanındığına ilişkin birkaç örnek vereyim. Örneğin Almanya’da bir kilise veya cemaat devlete ‘tanınmak’ için başvurduktan sonra, hukuken aranan koşulları taşıyorsa (belli bir sayı, devamlılık vd gibi), devlet tarafından dini ‘yapı’ olarak tanınıyor. Almanya’da bu yapılar kamu hukukunun olanaklarından faydalanıyorlar. Örneğin, bu cemaat ve kiliselere üye olanlar, ödedikleri paranın tamamı buralara ödenmek üzere vergi daireleri aracılığıyla özel bir vergi ödüyorlar. Bizde ise biliyorsunuz Diyanet İşleri herkesten toplanan vergileri sadece Sünni vatandaşlarımızın hizmetinde kullanıyor.
Örneğin Avusturya’da tanınma ‘Kiliseler ve dini topluluklar yasası’ çerçevesinde gerçekleşiyor. Hollanda’da Medeni Kanun’un ‘dini kurumlara’ ilişkin düzenlemeleri çerçevesinde tüzelkişilik kazanılıyor. Türkiye’nin katı laiklik anlayışını taklit ettiği Fransa’da bile dini topluluklar ‘association cultuelle’ olarak ayrı bir kategori altında tanınıyor.
Bizde ise dernekler ve vakıflar kanunlarında dini kurumlarla ilgili hiçbir hüküm yok. Fiili olarak kurulmuş cami kurma ve yaşatma dernek ve vakıfları var. Yine bu vakıf ve derneklerden esinlenerek 2004 yılından beri gayrimüslimlere de bu tür vakıf ve dernek kurma imkânı tanındı. ‘Dernek’ ve ‘vakıf’ dini kurumların ihtiyaçları için hazırlanmış yapılar değildir. Neden bir kilise, yönetim kurulu seçmek, belli aralıklarla genel kurul yapmak zorunda olsun? Neden bir dini kurum para toplamak için ‘yardım toplama kanununa’ tabi olsun? Neden açık havada yapılacak bir dini ayin ‘toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasası’ çerçevesinde değerlendirilsin? Yine mesela gayrimüslimlerin ‘patriklik’ gibi üst kurumlarını bu hukuki mevzuat içinde nereye oturtacaksınız?
Sözünü ettiğim eksiklik ‘tesadüfen’ veya ‘arizi’ nedenlerle oluşmuş hukuki boşluklardan kaynaklanmıyor. Türkiye’de devlet, dini alanı bütünüyle kontrol altında tutmak istiyor. Bir taraftan Alevi vatandaşın cemevini tanımıyor; öbür taraftan camiye vaizi kendisi atıyor; Ermeni, Rum ve Yahudilere “Sizin ilişkilerinizi Lozana göre düzenledim” diyor ama onlara bugünün dünyasında içinde hareket edebilecekleri hiçbir hukuki düzenleme vermiyor; Protestanlara, Süryanilere dernek kurma izni veriyor ama bu dernekler asla ‘cami yapma derneğinin’ bir adım ötesine geçemiyor, kiliseleri, manastırları tanınmıyor.
Ortada muazzam bir boşluk var. Türkiye’nin gerek anayasa ve gerekse yasalar düzeyinde cemaatleri ve onların dini kurumlarını tanıması lazım. Anayasanın ardından bir ‘dini kurumlar yasası’ çıkarılmalı ve dini grupların bütün ihtiyaçları bu yasa çerçevesinde düzenlenmeli.
Bu dini kurumlar yasasıyla ibadet yerlerinin kuruluşu, eleman istihdamı, din adamı yetiştirmeleri, para ve yardım toplamaları, her türlü toplantıları, açacakları kurslar, mülkiyet edinmeleri, huzurevi açmaları vd gibi bütün hususlar dini cemaatlerin ihtiyaçlarına göre düzenlenmelidir. İbadet yerlerinin tanınması, mesela belli sayıda kişinin başvurusu gibi, objektif kriterlere bağlanmalı, cemevinin, Budist tapınağının vd ibadet yeri olup olmadığına devlet karar vermemelidir. Yine aynı şekilde Türkiye gayrimüslimlerin patriklik makamlarının, şu anda yaptığı gibi, içişlerine karışmaktan vazgeçmeli, bu kurumların varlık ve hakları anayasal güvenceye kavuşturmalıdır.
Başlıktaki soruya dönecek olursak eğer, camiler, kiliseler, havralar, cemevleri ve diğer ibadet yerleri onları kuran cemaatlere ait olmalı, onlar tarafından yönetilmelidir. Ve tanınmaları da tamamen kendi adlarıyla olmalıdır, dernek veya vakıf olarak değil…
Yorumlar kapatıldı.