İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Uluslararası Hukuka Göre 1915’te Sorumluluk

Baskı Oran

Devletler, iç hukuklarında başka devletleri yargılayamazlar (“Bağışıklık İlkesi”). Uluslararası hukukta ise Türkiye, 1915 konusunda, ancak, Osmanlı’nın halefi olarak, “Devletlerin halefiyeti” kavramı üzerinden sorumlu tutulabilir. Uluslararası hukukta sorumluluk hukuki (tazminat, vs.) ve cezai olarak ikiye ayrılır. 1915 olaylarının bir “soykırım” olduğunun herhangi bir devlet, uluslararası örgüt veya mahkeme vs. tarafından kabulünün Türkiye’yi cezai açıdan sorumlu kılması mümkün değildir. Çünkü devletlerin cezai sorumluluğu genel olarak kabul edilmediği gibi, 1948 Sözleşmesinde de cezai sorumluluk bireyseldir ve ilgililerin hepsi ölmüştür.

Devletin hukuki sorumluluğu ise, 1948’in 1. maddesi veya uluslararası hukukun bir başka kuralı gereği olarak alması gereken önlemleri almadığı için söz konusu olabilir ve devletin tazminat ödemesi istenebilir. Ama iki koşuldan biri varsa: A) Eylemin, 1948’in yürürlüğe girdiği 12 Ocak 1951’den sonra cereyan etmiş olması; B) Hukukta “süregelen ihlâl” denilen durumun olması.
(A) koşulu burada yoktur; 1915, Ocak 1951’den öncedir (Nürnberg’te verilen cezalar soykırım suçundan verilmemiştir; insanlığa karşı suç, savaş suçları ve barışa karşı suçlardan verilmiştir). Üstelik, BM Uluslararası Hukuk Komisyonunun hazırladığı ve uluslararası teamül hukukunu büyük ölçüde kodifiye ettiği kabul edilen “Devlet Sorumluluğuna İlişkin Taslak Maddeler”in (Draft Articles) 13. maddesi, sorumluluğa vücut verecek hukuk kuralının zaman bakımından uygulanmasını şu şekilde düzenlemektedir: “Eylemin meydana geldiği anda devleti bağlayan bir uluslararası kural yok ise, devletin eylemi uluslararası kuralları ihlâl etmiştir denemez”. Tarafların birlikte başvurdukları saygın uluslararası hukuk kuruluşu ICTJ’nin raporu da (A) koşulunun olmadığı kanısındadır: “1948 Sözleşmesi, geriye yürümeyeceği için, 1915 olaylarıyla ilgili olarak hiçbir kişi veya devlete hukuki, mali veya topraksal talepte bulunma olanağı tanımaz” (bkz. Türk-Ermeni Uzlaşma Komisyonu (TARC) kutusu, s. 494).
Zaten, Müttefikler 1918’de İstanbul’u işgal ettikten sonra dahi 1915’in sorumluları hakkında uluslararası mahkeme kurup dava açmamışlar, yargılama işini Osmanlı mahkemelerine bırakmışlar, Malta’daki tutukluları da sonunda salıvermişlerdir. Malta’dakileri salıvermelerin bir sebebi savaş tutsaklarının değişimi olmakla birlikte, esas sebep, o günkü hukuk düzeninde 1915 suçlularını cezalandıracak uluslararası bir organ ve bunlara uygulanacak hukuk bulunamayışıdır.
(B) koşulunun, yani süregelen ihlâl koşulunun olup olmadığına gelince. Bunu incelemek için ihlâlin kaynağının esasa mı yoksa usule mi ilişkin olduğunu ayırt etmek gerekmektedir. Esasa ilişkin ihlâl, bir devletin, başka bir hukuk süjesinin hakkını ihlâl etmesidir. Usule ilişkin ihlâl ise, bu ihlâli önlemek veya ihlâl gerçekleştikten sonra soruşturmak/ cezalandırmak konusunda gerekeni yapmamaktır. Bir devlet, esasa ilişkin ihlâlden süre nedeniyle sorumlu tutulamasa bile, usule ilişkin ihlâlden sorumlu tutulabilir. Somutlaştırırsak, öldürmekten sorumlu tutulamayan bir devlet, ölümü soruşturmamaktan sorumlu tutulabilir.
Bu durumda, Türkiye el koyduğu Ermeni mallarını iade etmediği ve 1915 olaylarını etkili bir şekilde soruşturmadığı için uluslararası hukukta sorumlu olabilir mi? Bazı hukukçular, (B) koşulunun yani süregelen ihlalin söz konusu olduğu kanısındadırlar. Çünkü mallar hâlâ iade edilmemiştir ve Türkiye olaylara ilişkin etkili soruşturma yapmamıştır.
Süregelen ihlâl kavramının hiçbir süre sınırı olmaksızın uygulanacağı düşüncesi genel kabul görmez. Bununla birlikte, uluslararası pratikte bu hukukçuların düşüncesini hem çürütecek hem de destekleyecek örnekler bulmak mümkündür. Çürütecek örnek olarak, BM İnsan Hakları Komitesi, süregelen ihlâle karşı başvuru yapma imkanına kavuşan kişilerin bunu bir “makul süre” içinde yapmalarını is-temekte ve bu süreyi II. Dünya Savaşı öncesine taşımamaktadır.
Buna karşılık, yakın tarihli (16 Nisan 2012) bir AİHM kararı, devletin ağır insan hakları ihlâlleri karşısında soruşturma ödevinin çok boyutlu olduğunu ve çok eski katliamlara ilişkin olarak işletilebileceğini söylemiştir. Janowiev vakasında AİHM, 1940’ta gerçekleşen Katyn Ormanı katliamına ilişkin başvuruda SSCB’nin esasa ilişkin ihlâlden sorumluluğunu süre nedeniyle inceleme yetkisi olmasa bile, bu devletin daha sonra hakikati ortaya çıkarma konusunda yaptığı ve yapmadıkları nedeniyle sorumlu tutulabileceğine karar vermiştir. Katliam mağdurlarının yakınlarının hakikati öğrenme hakkı AİHM’e göre taraf devletler açısından yıllar sonrasında da sorumluluk doğurabilir. Fakat, 100. yılına yaklaşan 1915 olayları açısından, AİHM’in koyduğu “başvuran ile katliamda hayatını kaybeden arasında, onun sağlığında gerçekleşmiş kişisel ve ailevi ilişki” kriterine uyacak ve bu yönde bir ihlâli dile getirebilecek mağdur bulmak Katyn Ormanı katliamından çok daha zordur.
AİHM’in ifadesiyle, 1948 Soykırım Sözleşmesinin “yaşayan bir belge” olduğunu, “İnsan haklarının dinamik bir kavram” biçiminde düşünüldüğünü gözardı etmemek gerekir. İnsan haklarını ve 1915’e ilişkin sorumluluğu böyle bir yaklaşımla okumak Türkiye açısından daha gerçekçi olacaktır.
***
Bütün bunların yanı sıra, son söz olarak şu söylenebilir: Türkiye büyük olasılıkla, 1915’ten hukuken sorumlu tutulamaz. Fakat böyle bir insanlık dramına sadece hukuk olarak yaklaşmak hem insani değildir, hem de siyasal ve etik bakımdan durum farklıdır. Ermenistan’la sorunu olan Azerbaycan dışında, 1915 için dünyada “soykırım” demeyen kalmamıştır. Birçok ülkede durmadan gündeme getirilen soykırımı inkâr yasalarının önlenmesi ve ABD başkanının “soykırım” kelimesini telaffuz etmemesi için, Türk dış politikası, ne zamana kadar süreceği belli olmayan çok ağır ipotekler altına girmektedir.
Etik meselesine gelince, Türkiye’nin hukukun bu ince tartışmalarına dayanarak sorumluluktan kurtulmasının, kimi vicdani rahatsızlıklar yarattığı söylenebilir. Bu yüzdendir ki yabancı ülkelerde mahkemeler son derece dolaylı/zorlama cezalar verebilmektedirler (bkz. Ermeni Soykırımı Nedeniyle Ceza Veren Ülkeler kutusu, s. 176). Zaten ICTJ de bu atmosferden etkilenmiş ve yukarıda sözü edilen hükmünün sonuna, kendisine sorulmadığı halde, şunu eklemiştir: “Bununla birlikte, Sözleşme’de kullanılan soykırım terimi, daha önce cereyan etmiş benzeri olaylar için kullanılabilir”.
Her şeyden önce, mesela Harput’ta tiyatroyu 1880’de, fotoğraf stüdyosunu da 1890’da kuracak bir uygarlık düzeyini Anadolu’da gerçekleştirmiş 1,5 milyonu aşkın Osmanlı Ermeni’sinin Anadolu’dan silinerek bugün İstanbul’da 55.000’e inmesini hafifletecek gerekçe aramak için insanda bir vicdan sorunu bulunması gerekir. Türkiye’nin bir vesileyle, “Osmanlı’nın dağılma döneminde vuku bulan 1915 olaylarında Ermeni vatandaşların maruz kaldığı acıların bütün Türkiye’nin öz acısı olduğunu bildirir ve Ermeni kardeşlerimizin duygu ve acılarını paylaşırız” mealinde bir bildirimde bulunması hem dünya Ermenilerini hem de Türkiye’yi huzura kavuşturabilir. Ayrıca, hukuki durum ne olursa olsun, el konmuş malların sembolik dahi olsa tazmin edilmesi, Türkiye’nin Ermeni meselesinde yabancı lobi şirketlerine her yıl boş yere büyük paralar ödemesine de son verebilecektir (ör. Ağustos 2009 tarihli bir araştırmaya göre, 2008’de 3.500.000 Dolar ödenmiştir – bkz. Öktem, s. 97, dipnot 21’den http://www. propublica.org/article/adding-it-up-the-topplayers-in-foreign-agent-lobbying-718).
(Kerem Altıparmak- B. Oran)
Kaynak: Türk Dış Politikası III. Cilt,  Ed. Baskın Oran, İletişim, 2013, s 166-167

Gönderen : Sait Çetinoğlu

Yorumlar kapatıldı.