İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Sivas Gürün Ermenilerinin Tehciri 1915

Gelini Siranuş din değiştirme fikrine “ben İslamiyet’i kabul etmem” diyerek kesinlikle karşı çıkar. Kaynanası o akşam, bütün geceyi ona öğütler vererek geçirerek, dört küçük yavrusunun uğruna en azından göstermelik olarak Müslüman olmasını söyler. Gelini ona boyun eğer. Müslümanlığı kabul ederek Gürün’e dönmek amacıyla sabah erkenden 12 saat mesafedeki Elbistan’a doğru yola koyulurlar. Öğleye yakın Elbistan’a vararak hep birlikte kadının huzuruna çıkarlar. Kadı, anne Hekimyan’ı çağırarak açık bir şekilde sorar:

***
Gelini Siranuş din değiştirme fikrine “ben İslamiyet’i kabul etmem” diyerek kesinlikle karşı çıkar. Kaynanası o akşam, bütün geceyi ona öğütler vererek geçirerek, dört küçük yavrusunun uğruna en azından göstermelik olarak Müsliman olmasını söyler. Gelini ona boyun eğer. Müslimanlığı kabul ederek Gürün’e dönmek amacıyla sabah erkenden 12 saat mesafedeki Elbistan’a doğru yola koyulurlar. Öğleye yakın Elbistan’a vararak hep birlikte kadının huzuruna çıkarlar. Kadı, anne Hekimyan’ı çağırarak açık bir şekilde sorar:
Ermeniler müttefiklerin Birinci Dünya Savaşından zaferle çıkmasını bekliyordu. İşte bu nedenle Gürün Dini Önderi Piskopos Horen Timaksyan öngörüyle davranarak Katolikos Sahak Habayan’ın emirleri doğrultusunda, Gürün ve bölgenin bütün Ermeni köylerinin temsilcilerinin katıldığı bir taşra toplantısı düzenledi. Uzun tartışmalardan sonra, toplantıda kesinlikle tarafsız kalma ve türk hükümetine her türlü desteği vererek sadakatle hizmet etme kararı alındı.
Ermenilerin takındığı bu yapıcı tutuma rağmen, türk makamları, çok geçmeden her tarafa tellallar göndererek, sokak sokak Hıristiyan nüfusun, yani Ermenilerin, 48 saat içerisinde ellerindeki bütün silahları teslim etmeleri gerektiğini, karşı gelenlerin ise asılarak idam edilme cezasına çarptırılacağı tehdidiyle ilan etti.
Silahların toplanması esnasında tutuklamalar ve onu müteakiben sürgünler oldu. Tellallar hep aynı tutkuyla, evinde Hıristiyan saklayan Müslimanların da benzer şekilde darağacına çıkarılacaklarını ilan ediyorlardı. Buna benzer sert bir emre göre Ermeniler yük taşıyan hayvanlarını resmi makamlara teslim etmekle yükümlüydüler. Sürgün kervanından geriye kalanlar da aynı şekilde ağır bir cezayla karşı karşıya kalacaklardı. Gürün’ün Ermeni nüfusu korku ve dehşet içinde evini terketti ve feci sürgün yolunu tuttu. Ermeni aileler artık kendi mülklerinin sahibi değildi; türk komşular gelip istedikleri eşyayı götürüyorlar ve istedikleri bedeli ödüyorlardı. Mesela sağmal bir ineği birçok yerde sadece 5 kuruş ödeyerek satın alıyorlardı.
Sürgünden önce de boğucu bir ortam hüküm sürüyordu. Yetkililer her türlü vahşete izin veriyordu. Siyasi parti mensubu olan Ermeniler öldürülmeden evvel korkunç işkencelere maruz bırakılıyordu. (Taşnak) Vartan Cığılyan’ın ayaklarına nal çaktıktan sonra, taşlar ve sopalarla döverek öldürdüler. Zincirlenmiş mahkumların dışarıdakilerle irtibat kurması kesinlikle yasaklanmıştı. Hatta yakınlarının bile kendilerine yemek götürmesine izin verilmiyordu. Zincirlerle bağlanmış Ermenileri işkencelerden sonra gündüz gözüyle katliam mekânlarına götürüyorlardı. Cinayet yeri 2-3 kilometre uzakta bulunan ve Gürün’lü Ermenilerin önceden tertiplenmiş katliama götürüldükleri “Sazin Boğaz”‘dı.
Aynı şekilde özel bir konvoyla Gürün dini önderi Piskopos Timaksyan ve ona eşlik edenleri, yani papazlar Hesu Vartabedyan, Sahag Zeytunsi, Adde Manugyan, İknadyos Panyan ve protestan rahip Bedros Muğalyan ile Meryem Ana kilisesinin görevlisini de oraya götürdüler. Hepsi de katliamın başlayacağının farkındaydılar, emareler ve hareketler görmekteydiler.
Birden yüksek bir ses duyulur. Gürün’lü ünlü bağcı, Karaca ailesinden Avedik, cellatbaşı Şakir Efendi’den konuşma hakkı ister. Küçümseyerek kendisine söz hakkı verilir. Avedik şöyle der: “Şimdi anlıyoruz ki sadece bizi değil, bütün Ermeni nüfusu yok edeceksiniz, fakat çok yanılıyorsunuz. Ermeni halkı ilelebet yaşayacak, sizi yargılamak için toprağın altından çıkıp, tekrar doğacak. Şimdi buyurun, yapacağınızı yapın, bizim elimiz kolumuz bağlı.” Aynı anda dini önder yerden bir avuç toprak alarak son kutsama niyetine hepsinin önüne atar ve yüzbaşıya dönerek şöyle der:
-Şimdi vazifenizi icra edin, biz hazırız.
Orada hazır bulunan jandarmaların anlattıklarına göre, katliam yarım saatten uzun sürmez. Önce bütün kurbanları soyarlar, sonra da öldürmeye başlarlar. Birçoğunu henüz canlıyken önceden açılmış çukurlara vahşice doldururlar. Cellatbaşı hemen dini önderin parmağını keserek yüzüğünü alır.
Her yerde katliam ve sürgüne hırsızlık eşlik ediyordu. Kiliseler, okullar ve evlerde hiçbir şey kalmamıştı. Görgü tanıklarının anlattıklarına göre Gürün’ün Meryem Ana kilisesinin değerli kutsal çanağı, resmi katliamın üzerinden henüz 3-4 gün geçmeden kaymakamın evinde karısının mücehver kabı olarak kullanılırken görülmüş.
Sürgün edilen Gürün’lülerin büyük bir kısmı Birecik ve Nizip yollarında soyularak, aç susuz dağlarda kalmışlardır. Bazıları adı geçen yerlere vardıktan sonra hastalık, açlık ve sefalet yüzünden tükenerek ölmüşlerdir. Hekim ailesinden “Sevo”, Boğos, usta askeri terzi sıfatıyla özel olarak Gürün’de alıkonulmuştur. Ona kalmak istiyorsa Müslimanlığı kabul etmesi teklif edilmiştir. O da mecburen kabul etmiş ve adı Lütfü Usta olmuş. Sevo bu olaydan sonra kaymakamdan özel bir ricada bulunur ve sürgün edilen ailesinin kervandan ayrılarak İslamı kabul edip kendisine iade edilmesini ister. Kaymakam teklifi kabul ederek, iki jandarmaya şehri terk etmiş olan kervana yetişmelerini ve 8 kişiden oluşan Hekimyan ailesini Elbistan yakınlarında mahkemeye çıkarmalarını, onlara İslamiyeti kabul ettirdikten sonra Gürün’e geri getirmelerini emreder. İki jandarma Elbistan’a vardıklarında kervanın zaten şehirden 8 kilometre kadar uzaklaştığını öğrenirler. Birkaç saat sonra sürgüne gönderilenlere ulaştıklarında, onları bulup kendilerine verilen listedeki isimleri saptarlar. Önce Hekimyan Almast ablaya rastlarlar. O oldukça ağır bir biçimde yaralıydı ve iç çamaşırlarıyla kalmıştı. Jandarmalar yapılan anlaşmayı anlatırlar, aralarında Elmas Hekimyan, Asdur Daduryan, Avedis Bedrosyan, Siranuş Hekimyan ve 4 çocuğunun bulunduğu listedeki isimleri okurlar.
Gelini Siranuş din değiştirme fikrine “ben İslamiyet’i kabul etmem” diyerek kesinlikle karşı çıkar. Kaynanası o akşam, bütün geceyi ona öğütler vererek geçirerek, dört küçük yavrusunun uğruna en azından göstermelik olarak Müsliman olmasını söyler. Gelini ona boyun eğer. Müslimanlığı kabul ederek Gürün’e dönmek amacıyla sabah erkenden 12 saat mesafedeki Elbistan’a doğru yola koyulurlar. Öğleye yakın Elbistan’a vararak hep birlikte kadının huzuruna çıkarlar. Kadı, anne Hekimyan’ı çağırarak açık bir şekilde sorar:
-“Kadın, Hak Dini kabul ediyor musun?”
-“Evet efendim.”
-“İsmin nedir?”
-“Elmas”
-“Eh, bizde de var Elmas. Hele sen şurada otur, kocamış kurt koyun olmaz, fakat bu çocuklar iyi İslam olurlar, iyi adam olurlar.”
İkinciyi, Asdur Daduryan’ı çağırır:
-“Oğlum Hak Dini kabul ediyor musun?”
-“Evet efendim.”
-“İsmin nedir?”
-“Asdur”
-“Bundan böyle ismin İsmail olacak” diyerek onu da oturtur.
Üçüncüyü, Avedis’i çağırır:
-“Oğlum, sen Hak Dini kabul ediyor musun?”
-“Evet efendim” diye cevap verince, ona da Mehmet adını koyar.
Sıra, 4 çocuk sahibi genç geline gelmiştir.
-“Kızım, sen de Hak Dini kabul ediyor musun?”
-“Hayır, efendim, hayır” diye cevap verir Siranuş.
Hiddetlenen kadı jandarmayı çağırarak şöyle der:
-“Çabuk bu kadını çocuklarıyla beraber götür sevkıyat müdürüne teslim et.”
Siranuş ve yavruları tekrar diğerlerinden ayrılırlar. Ermeni anne manevi yüceliğini korumuş olur.
Jandarma din değiştirenlerin yanına dönerek, onlarla birlikte Gürün’e gitmek üzere yola koyulur. Yolda tüyler ürperten bir manzarayla karşılaşırlar: ölü bir Ermeni kadının üzerine eğilmiş bir bebek hala annesinin memesini emmektedir. Jandarmalardan biri bile çok üzülür, atını durdurarak, küçüğü annesinden ayırıp kucağına alır ve,
-“Ben bu çocuğu Gürün’e götürüp evlat edineceğim” der.
Yola devam ederler, ama hepsinin de morali bozulmuştur. Adeta yarı ölü bir halde yürümektedirler. Sonunda sağ salim Gürün’e ulaşırlar. Jandarma her şeyden önce küçük çocuğu sünnet ettirmeye götürür. Anne Hekimyan ise kendisine eşlik edenlerle birlikte Lütfi Usta’ya kavuşur. 8-9 ay geçer, kervana katılmak için geri gönderilen Siranuş ve çocuklarından hiçbir haber gelmez. Günün birinde gelen iki satırlık türkçe bir mektup, “bütün Hekimoğlu ailesinin” öldüğünü sadece annesiyle aynı adı taşıyan Siranuş adlı küçük bir kızın hayatta kaldığını, onun da hasta ve günlerinin sayılı olduğunu haber verir.
Almast abla bu mektubu alır almaz komşusu Ahmet’in yanına koşar ve mektubu ona tekrar okutarak, der ki:
-“Ahmet, kurban olayım, git şu küçüğü kurtar, Allah aşkına kurtar ve onu getir bana ver.”
Ahmet’in gözleri dolar, o hepsini de tanırdı, aynı sokakta, neredeyse birlikte yaşamışlardı.
-“Fakat ben o dediğini nasıl yapabilirim? Ailemi geçindirmek için çalışmak zorundayım.”
Anne Hekimyan evine koşar, bütün serveti olan 29 mecidiyeyi getirip ona teslim eder.
-“Bunlar senin olsun, şimdi git ve benim tek teselli kaynağım olan çocuğu bana geri getir, bir tek o hayatta kalmış.”
Ahmet çok etkilenir, reddetmek istemez, fakat kendisine teklif edilen tehlikeli bir işti. Düz yollardan gitmek imkânsızdı; her yerde nöbetçiler vardı ve yakalanmaktan korkuyordu. Sadece ormanlardan geçerek gidebilirdi. Ama yola çıkmaya karar verdi.
-“Ben bu çocuğu kurtaracağım Almast abla, bir ay sonra sen mutlaka beni Siranuş’la burada göreceksin.”
Ahmet birçok zorluğun üstesinden gelerek Nizip’e ulaşır. Orada, küçük kızı her tarafı yara bere içinde bulur. Onun saçlarını kestirir, başına fes geçirir, bir aba giydirerek birlikte dönüş yolunu tutarlar. Kızın adını “Mehmet” koyar ve beklenmedik durumlarla karşılaşmamak için ona asıl kimliğini hiçbir zaman açıklamamasını tenbih eder.
34 gün sonra,ormanlardan ve nöbetçilerin bulunmadığı bölgelerden geçerek Gürün’e ulaşırlar. Eve yaklaştıklarında, Ahmet bir köşeye saklanır ve küçük Siranuş’a evden içeri girmesini öğütler. Kız korkarak eve yaklaşır. Almast abla dilenci bir oğlanın doğrudan eve geldiğini görerek, ona uzaktan türkçe kelimelerle şöyle der:
-“Oğlum, gelme! gelme içeri! ekmek istiyorsan vereceğim.”
Fakat Siranuş onu dinlemeden ilerlemeye devam eder.
Almast abla kızmaya başlar ve içeriye şöyle bağırır:
-“Dadur, çabuk gel, bir sokak çocuğu gelmiş, laftan anlamıyor, içeri doğru geliyor, bak bakalım kim ve ne istiyor.”
Dadur dışarı koşar ve kıza yaklaştığında dili tutulur.
-“Büyükanne! Büyükanne! gözleri Siranuş’unkilere benziyor, gel gör…
Büyükannesi koşup gelir ve sevgili yavrusuna sarılır. Dört torunundan biri kurtulmuştur. Çok geçmeden Ahmet de içeri gelir, bu defa gözleri sevinçten dolarak. İyi bir iş yapmıştır. Almast abla ne yapacağını bilemez.
Tekrar bulunan çocuk 5-6 yaşına gelir, yaşıtları velilerinden onun bir “gavur” çocuğu olduğunu duyduklarından, hep ona hakaret etmektedirler. Bazen küçük çocuk büyükannesine yaklaşarak türkçe sorar:
-“Almast abla, ben gavur dölü müyüm?”
-“Hayır yavrum, hayır, sen islam oğlu islamsın” diye cevap verir büyükannesi ona.
Ermenilere karşı bu hakaretler, birkaç hane kalmış olmalarına, zaten çoğunun Müslimanlığı kabul etmiş olmasına rağmen hep de oluyordu. Türk ordusunda görev yapanlara karşı bile böyle kötü duygular besleniyordu.
Bir süre sonra, bu sürekli yaralamalara dayanamayan Ermeni asker kaçakları, Almast ablanın yanına saklanmaya gelmeye başladılar. Yaşlı kadın yalvarmalarına dayanamayarak, onları içeri alıyordu. Bir ara onların sayısı 26’yı buldu. Uzun süre kaldıklarında onlara yemek yetiştirmekte zorlanıyordu. Bir gün zaptiyelerin komutanı Almast ablanın, evinde kaçak asker sakladığını duydu ve aniden beş atlıyla birlikte durum tespiti için geldi. Almast ablanın yanına vardıklarında, o dışarıda yün büküyordu ve bir şarkı mırıldanıyordu. Komutan ona yaklaşarak şöyle dedi:
-“Hey Almast abla, ben işittim ki sen kaçak asker saklıyormuşsun, bu doğru mu?
Almast ablanın gözleri dolmuştu, ama duygularını gizleyerek, düşünmeden fakat çok akıllıca davrandı.
-“Efendim, paşam, ben Hak Dini kabul etmiş bir dul karıyım, ben askeri ne bilirim, kaçağı ne bilirim, al şu anahtarları, git içeri bak.”
Bunları söyleyerek anahtarları korkusuzca ve kalp atışlarının hızlandığını gizleyerek atın önüne fırlatır.
Komutan yaşlı kadının rahat duruşunu ve ifade şeklini görerek peşindekilere,
-“Haydi, haydi, savuşun gidin, bu evde ne asker var, ne de kaçak” der. Kendisi de onlarla uzaklaşır.
Almast abla içeri girerek yanında gizlenen misafirlerine şöyle der: “evlatlarım, bu defa kurtulduk, ama bu durum bu şekilde devam edemez, her gece bir kaçış şekli bulmanız lazım, yoksa er ya da geç gelip sizi götürecekler, beni de birlikte. Oğlumu da götürürlerse çocuklar sokakta kalacak. Hepimizin hali feci olacak.”
Saklanan gençler o geceden itibaren, yavaş yavaş kaçmaya, yer değiştirmeye ve kurtulmaya başlarlar. Kendileri de ortaya çıkan durumun zaten ciddi olduğunun bilincindeydiler ve Almast ablanın yuvasını yıkmak istemiyorlardı. O bu şekilde başkalarına da faydalı olabilirdi.
O tarihten birkaç gün sonra hırsızlar Almast ablanın evini soymaya gelirler. Sesler duyarak Almast içeriden türkçe bağırmaya başlar:
-“Hey! Toros! Margos! Hırsız var! Eve hırsız girmiş! çabuk silahları alıp gelin!”
Hırsızlar bu bağırışı duyarak, dehşet içinde evden çıkıp kaybolurlar. Almast abla bu olaydan da ustalıkla sıyrılır. Aslında evde ne Toros vardı ne de Margos.
Anne Hekimyan’ın evi her zaman da zorluklarla karşı karşıya kaldı. Şartlar gerçekten kötüydü, ama onlar varlıklarını sürdürmek, “suyun yüzeyinde kalmak” için gayret sarfediyorlardı. Almast abla Lütfi Usta’yı kaybetti. O birkaç yıl sonra uzun bir hastalık dönemini müteakiben öldü. Yıllar geçip gitmiş, küçük Siranuş büyük bir kız olmuştu ve türkler onu kendi çocuklarından birisiyle evlendirmek istiyorlardı. Almast ablanın kendisini ise “sen Hak Dini kabul etmiş bir kadınsın, ama Ermeni duası ediyorsun” diyerek iki kere hapsetmişlerdi.
Bütün bahçesi elinden alınmış, kendisine sadece bir oda ve bir de dut ağacı bırakılmıştı. “Çocukların ecnebi tebası oldular” denilerek kendisinden devamlı vergi ödemesini talep ediyorlardı. Bu süre zarfında Dadur zaten yolunu bulup Amerika’ya varmıştı. Sonunda, 1923’de Almast abla torunu Siranuş’la birlikte Gürün’ü temelli terketti ve bir sürü zorluğu yendikten sonra Halep’e ulaştı. Orada ellerinden alınan özgürlüklerine tekrar kavuştular.
Halep’ten Beyrut’a geçtiler ve Almast ablanın iki çocuğu Levon ve Hovannes’in yardımıyla Amerika’nın Boston şehrine vardılar. Zamanında evinde gizlenen “asker kaçak”larından biri Samuel Böcikyan da zaten o şehirdeydi. O çok önceleri Amerika’ya gitmiş olup, Almast ablayla mektuplaşır ve sık sık hediyeler gönderirdi. Şimdi Böcikyan ölmüştür, anne Hekimyan ise 1941’de New York’ta vefat etti.
Acılarla dolu ama gurur veren bir hayat yaşamıştı Almast abla. Anlattığı bütün hikayelerde ve hatıralarda türklerin Gürün’ün muhteşem Meryem Ana kilisesini hapisaneye çevirmesini vurgulamayı unutmazdı. Bu da türk makamlarının “iyi” icraatlarından birisiydi. Ama tarih katliamcıları ve yıkıcıları asla affetmeyecektir.
L. Hekimyan
aykiridogrular.com
http://www.aykiridogrular.com/haber-1360-Sivas-Gurun-Ermenilerinin-Techiri-1915.html

Yorumlar kapatıldı.