Milliyetçilik “yükseliyor” saptamasını “sosyolojik” anlamda doğrudur; siyasal-politik anlamda ise “silikleşti.” Politik anlamda milliyetçiliğin “bekareti” bozuldu; dönüşüme uğradı ve varoşlarda “arzu” etmekle istemekle edinilen bir “şiddete” dönüştü… Milliyetçilik bize bugün “iki seçenek” dayatıyor: Bu “seçenek” dayatmalara direnemezsek ya yaşamımızı bir “içgüdüye” teslim edeceğiz ya da yalnızca başkalarını değil, bizi de tahrip edecek bir “şiddet dilinin” içine taşınacağız. Milliyetçiliğin bize sunduğu bu iki seçeneği de yadsımak; Türklüğü, “aşırı gelişmiş bir milli kültür bilgisi”nin “tasallutundan” kurtararak, “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp “barış içinde yeniden kurmak” artık “yükümlülüğümüzdür” diyorum. Eğer “demokratik bir Türklüğün” yapılandırılması amacımızsa eğer hiç zaman yitirmeden “Ne mutlu Türküm” ile “Ne mutlu Ermeni’yim” sloganlarını birleştirecek bir “toplumsal barışı” kurmak zorundayız.
***
Türkiye’de ırkçılık temelden atıldı
Milliyetçilik “yükseliyor” saptamasını “sosyolojik” anlamda doğrudur; siyasal-politik anlamda ise “silikleşti.” Politik anlamda milliyetçiliğin “bekareti” bozuldu; dönüşüme uğradı ve varoşlarda “arzu” etmekle istemekle edinilen bir “şiddete” dönüştü.
KÜLTÜREL IRKÇILIK – 3
Toprağımda uzak geçmişten bu yana sayısız kültür bir arada yaşıyor: Ama bu durum, tarihin şu ya da bu sürecinde ırkçılığın ortaya çıkmasına “engel” değil. Çeşitlenemeyen ve güncel ideolojiler üretemeyen, kendisini o ideolojilerin “çoğulcu” yanıyla bütünleştiremeyen bir toplumla karşı karşıyayız. Bu durum, “siyaseten özürlü” olmak anlamına gelir. Böylesi koşulda “milliyetçilik ve onun çeşitleri” öne çıktığında/çıkarıldığında kendisini “liberal, demokrat” ya da “sol” diye tanımlayan “siyaset” hızla “tükenmeye” başlar. Cehenneme “mahkûmiyetimiz” kesinleşmiş durumda: Biz, “mahşerin üç atlısı“ndan (milliyetçilik-ulusçuluk-yurtseverlik) hangisinin bizi kurtuluşa taşıyacağını/esenliğe çıkartacağını tartışıyoruz.
Milliyetçilik bize bugün “iki seçenek” dayatıyor: Bu “seçenek” dayatmalara direnemezsek ya yaşamımızı bir “içgüdüye” teslim edeceğiz ya da yalnızca başkalarını değil, bizi de tahrip edecek bir “şiddet dilinin” içine taşınacağız.
Milliyetçiliğin bize sunduğu bu iki seçeneği de yadsımak; Türklüğü, “aşırı gelişmiş bir milli kültür bilgisi”nin “tasallutundan” kurtararak, “adaletin-vicdanın ve politikanın” diline taşıyıp “barış içinde yeniden kurmak” artık “yükümlülüğümüzdür” diyorum. Eğer “demokratik bir Türklüğün” yapılandırılması amacımızsa eğer hiç zaman yitirmeden “Ne mutlu Türküm” ile “Ne mutlu Ermeni’yim” sloganlarını birleştirecek bir “toplumsal barışı” kurmak zorundayız.
Günümüz Türkiye’sinde “milliyetçilik-ulusçuluk-yurtseverlik” terimleri, kendilerine ilişkin “genel” ve “özgül” bağlamlarından soyutlanarak ele alınıyor. Oysa bu terimlerin hem tarih içinde anlamları vardır hem de Türk siyasal ve toplumsal bilincinde zaman zaman kazandığı “özel”, “özgül” anlamları oluşmuş durumdadır. Özünde günü-zamanı geldiğinde her terim “anlam kayması”na uğrar: Yanlış ve sakıncalı olan bunun “politik bir dürtü” ile yapılması ve “gözlerden saklanması”dır. Milliyetçilik özünde iki önemli noktaya “yüklenerek” oluşmuştur diyebiliriz:
1) Fransız İhtilali ve onun burjuvaziyle olan derin ilişkisi nedeniyle burjuvazinin kendisini var etmesinin nedeni olarak ortaya çıktı.
2) Ulus-devlet oluşturmanın en önemli “kurucu elemanı” olarak ortaya çıktı.
Bu nedenle çok katmanlı, çok anlamlı bir terimdir “milliyetçilik”: “Siyasal” bir kavram olarak üretilmiş ve süreç içinde bütünüyle “siyasallaşmıştır”. “Ötekini”, yani Türklük dışında kalan etnik yapıları “düşman” kabul eden bir siyasal çıkışa “yatırım yaptığı“ için milliyetçilik, “ideolojiler yelpazesi”nin “kötü” terimi sayılmıştır denilebilir. Nasıl algılarsak algılayalım: Milliyetçiliği “siyasal-kültürel” bir terim olarak tanımlamak belki daha doğru.
Türkiye’de milliyetçiliğin “üç büyük dönemeci” yaşadı:
a) 1908 Meşrutiyet dönemi sonrası ortaya çıkan, sonraları 1930’larda CHP’nin altı okundan biri durumuna gelen “ırkçı-etnisit algı”, yani “Türkçülük”.
b) 1940’larda çoğunluğun “dışına taşınan” ve daha dar bir kadro tarafından savunulan olan “kafatasçılık”.
c) 1965 sonrası soğuk savaş döneminde beliren ve 2000’li yıllarda “olgunluk dönemini” yaşayan “politik-popülist-faşizan anlayış”.
‘Lümpen kesimin’ aracı oldu
Milliyetçilik özünde “siyasal”dır; tarihsel olarak doğru olsa da milliyetçilik “nötr bir halk” kavramından kaynağını almaz. Tam tersine “belli bir etnik grubun” siyasal egemenliği için öne çıkar; onu “en kanlı“ ideoloji durumuna getiren neden de budur. Günümüz Türkiyesinde milliyetçilik bu anlamını korumakla birlikte daha çok “sosyolojik bir nitelik” kazanmıştır. Sosyolojik bir nitelik kazanma gereği milliyetçilik benim toprağımda “lümpen kesimin” kendini ifade etmek için kullandığı bir “araçtır” artık.
Şöyle de söyleyebiliriz: Günümüzde milliyetçilik bir anlamda “hafiflemiş”, bir anlamda da “ağırlaşmıştır”. Hafiflemiştir çünkü “sistematik bir toplumsal ideoloji” olma içeriğini yitirmiştir. Diğer taraftan “en kötü” ve “en tehlikeli” niteliğini kazanmıştır; varoşların “sağ politik açılım ve arayışlarının dayanak noktası” haline gelmiştir. Artık milliyetçi olmak için ne tarihi bilmek ne de toplumu tanımak gerekiyor: “Arzu” etmek, “istemek” yeterli. Arzu edilen ile gerçekte olan arasındaki “mesafe” açıldıkça, “ben” boşluğu “doldurmak”, kırılganlığını “örtmek” zorunda kalıyor. Kimlik ne kadar “zaaf” ya da olanaksızlık-umarsızlık içindeyse o kadar “saldırgan” oluyor. “Ne mutlu Türküm diyene” sloganı, lümpen kültürle beslenmiş varoş kimliği için “son mutluluk çağrısı” belki de. Bu sloganın karşısına Hrant’ın cenaze töreninde on binler, “toplumsal dayanışmanın mayası” anlamında “Hepimiz Ermeni’yiz” sloganını çıkarınca milliyetçiliğin “etnik-ırkçı” yüzünü bize gösteriverdi; “ortak yaşamı” kurmaya ilişkin hemen her türden tasarım, hukuki-politik söylem “uçtu gitti”.
Türkiye tarihi ‘inkar’ tarihidir
Bugün Türkiye’de Milliyetçiliğin “yara bandı” sıyrıldı; altındaki “derin yarık” açığa çıktı. Milliyetçilik “yükseliyor” saptamasını “sosyolojik” anlamda doğrudur; siyasal-politik anlamda ise “silikleşti”. Politik anlamda milliyetçiliğin “bekareti” bozuldu; bozulur bozulmaz dönüşüme uğradı ve varoşlarda “arzu” etmekle istemekle edinilen bir “şiddete” dönüştü.
Dışarıdan bakıldığında milliyetçilik, söylemindeki “yakıcılığa ve duygu çatlatıcılığa” karşın Türkiye’de “egemen bir güç” olamadı. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, toplumun değişik kesimlerini bir arada tutmaya ve topluma, “tarihsel teklik” vermeye çalışan “milliyetçilik”, zaman zaman krize girmekten kurtulamadı. Askeri darbeler, bu krizin “dönüm günleri” olarak algılanabilir: Her askeri darbede, “iç düşman/iç düşmanlar” yaratarak şaha kaldırılan milliyetçilik, “iç düşman” temelli şiddetin genelleştirilmesine, genelleştirilmiş şiddetin bütün bir “millete” uygulanmasına hizmet etmiştir. Böylece olağan zamanlarda, yani biçimsel de olsa demokrasinin uygulandığı dönemlerde “çok dar” tutulan “millet” algısı, baskı koşullarında “ortak şiddet” algısıyla genişletildi.
“Baskı-şiddet bir yanda acz diğer yanda” kimlikleştirildi; yaratılan “ortak payda” üzerinde “ya sev ya terk et” özdeyişi hemen her şeyi anlatır duruma geldi: “Ne Mutlu Türküm demeyen düşmandır ve düşman kalacaktır”, yargısı böylesi bir anlayışın ürünüdür. “Ötekini dışta bırakan” bir millet topluluğuna dahil olmanın “bedeli” anlamında, bu “yargı“ üzerine yapılanan “ülkeyi, vatanı sevmek”, milliyetçiliğin “anahtar” sözcüğü durumuna geldi.
Unutmayalım ki Türkiye tarihi “inkarlarla” doludur: Her şeyden önce “toplumsal farklılıklar ve eşitsizlikler” yok sayılır. Daha baştan milletin, “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitle” kabul edilmedi mi? Sonraları Türkeş, bu imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış kitleyi, “mozaik” diyenlerin gözüne sokarak “mermer”e benzetmedi mi?
‘Ne mutlu Türküm’ ile temel atıldı
Türkiye’de milliyetçiliğin temeli Mustafa Kemal’in, “Ne mutlu Türküm diyene” sözleriyle atıldı: Amaç, toplumsal farklılıkları “Türklüğe çevirmek-dönüştürmekti” ama “karşıtını“ üretmekte gecikmedi. Çünkü Kemalizm’in kazanım olarak devir aldığı “Türklük”, toplumsal farklılıkları içinde barındıracak denli “boş” bir sözcük ya da terim değildi. Laiklikle “çarpılmış”, yani “terbiye edilmiş“ olmasına karşın, “Sünni Müslüman Türklük” anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda tanımlanan “Türklük” anlayışını önceliyordu. Bu nedenle, milliyetçilik hiçbir zaman “vatan toprağı“ üzerinde “halkları bir halka çevirme” kıvraklığını gösteren “egemen” bir ideoloji yaratamadı.
Kendini “iç düşmanlardan” ayırarak oluşan ya da oluşturulan bir topluluk bilincine dayalı “bütünleşme” anlamına gelen “etno-popülizm”in yapısı “çoğulculuğu” içermez; daha doğrusu “çoğulculaşma” olanağı yoktur. Toprak üzerinde-vatan üzerinde “azınlıklar” var olabilir, ancak ana etnik gruba göre onların yaşamı “kıyıda-köşede, belirsiz ve kırılgandır”: Görülmek istendiğinde ya da bir zorunluluk doğduğunda “şöyle bir bakılır”; “olağan zamanlarda” onlardan “sakınılır”.
Türkiye’de milliyetçilik, “ötekini tümüyle dışarıda bırakan” kapalı bir topluluğa “yatırım” yapar; bu nedenle “ötekini kucaklayacak” hemen her şeyi “yok etmeye” çalışır. Yok etmenin izinde topluluğun “farklılıklarını düzler”; bütünlüğün koşulunu “mermerleşmekte” ya da “betonlaşmakta” bulur. Böylesi durumlarda yasaların öngördüğü vatandaşlıkla milliyetçiliğin “dayattığı” topluluk arasındaki “uçurum” gittikçe artar. Onun için benim toprağımda “evrensel savlı ilkeler”, milliyetçilik söylemi içinde tutunma olanağı bulamadı. Bu ilkeler, sık sık doğrudan devlet tarafından “çiğnendi”. Ancak şunu da hiçbir zaman unutmayalım: Milliyetçiliğin “egemen bir yapı” kazanamamış olması ya da milliyetçi ideolojinin “kapsayıcı-kucaklayıcı” bir tasarım yaratamamış olması, onun “çekim gücünün” olmadığını, “zayıf” durumda bulunduğunu göstermez. Bunun kanıtını, Türk milletinin “kuruluş” sürecinde ya da “kendini yenilemek/yeniden dirilmek” durumunda kaldığı her koşulda “sürülen-yaşatılmayan” azınlıkların mallarına el konulmasında görebiliriz.
‘Orta sınıf’ın yarattığı tehlike
Bir de şöylesine “yanlış ama yaygın” bir kanı da vardır: Türkiye’de “kültürel bir milliyetçilik” vardır, “ırkçı bir milliyetçilik” olmamıştır. Bu savın “saçmalığını” anlayabilmek için geçmişin olaylarına bakmak ya da geçmiş olayların biçimlendirdiği günümüzün olaylarını irdelemek yeterlidir. “Sınıfsal yanı görülmeden ırkçılık anlaşılamaz”, yargısını ölçü alırsak çoğunlukla “cahil ve eğitimsiz kitle”ye bağlanan “ırkçılık” tehlikesi, sınıf egemenliğini “doğallaştıran” bir bakışı yansıtır. Eğri oturalım ama doğru konuşalım: Bugün “ırkçı milliyetçilik ideolojisinin asıl üreticileri”, eğlence gecelerini “onuncu yıl marşı“yla kapatan, yakalarında Atatürk rozetleri taşıyan, “bölünme tehlikesi” karşısında Kürtlere, Alevilere her türlü şiddeti “mazur” gören eğitimli “orta sınıf” insanlarının olduğunu hiçbir zaman unutmayalım. Bu “orta sınıf eğitimli insanlar” ya iktidarlarının korunması ya da iktidar olabilmek için her türlü “ırkçı şiddete” gözlerini kaparlar. Yakın geçmişe değin cinayetin bir “faili” de yoktu; adı üstünde “faili meçhul” idi.
Ama artık durum değişti: Özellikle Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra “faili meçhul”, “meçhul” kalmakta zorlanmaya başladı. Irkçılık söyleminin kurguladığı “ayrışmanın” uyarlanmasında, “etno-popülizm”in ve yedeğindeki ırkçılığın “görünüşe taşındığına” tanık oluyoruz. Bir millet yaratma görevinin ağırlığını üzerinde hisseden Kemalist seçkinlerden farklı olarak bugünün seçkinleri, küreselleşmenin getirdiği tüketim/aidiyet kazanımları zemininde milliyetçiliğin genelleştirici söylemini terk etmekte bir sakınca görmediler. Uzunca bir süredir “üst sınıflar” ve onlara özenenler, seçkin “markaların” yanı sıra “ırkçılıkla belirgin” bir yaşam tarzı oluşturmaya çalışıyorlar. Kamusal hizmetlerin giderek “özelleştirilmesi” ve kent içinde kendini hissettiren “toplumsal ayrışma”, zengin ile yoksul yaşamların birbirinden iyice uzaklaşması “ırkçılığa maddi bir zemin sunuyor”. Öte yandan 1980 sonrasının “vahşi rekabet” koşulları, çok geniş bir kesimi şiddetle “akraba” yaptı. Kürt kimliğinin, Alevi kimliğinin “görmezlikten gelinemediği” günümüz koşullarında “milliyetçilik artık aslanın ağzında”; ötekine karşı acımazsıca-çılgınca davranılarak, ikide bir “linç” eylemleri sergilenerek, yani herkesin eli şiddete bulaştırılarak yaşatılmaya çalışılıyor artık. “Bir zamanlar”, meçhule bağlanan toplumsal şiddet, kendini açıkça ifade etmekten kaçınmıyor. Örneğin Hrant Dink hem Ermeni olduğu için hem de görüşlerini başkalarını etkilemek için cesurca savunduğu için öldürüldü. Bunu yapanlar, kendi aczinden bir “kahraman” çıkarmak/üretmek karasevdasına tutulmuş olabilir: Böyle düşünüldüğünde, şiddet eylemi ya da ırkçı şiddet, bir düşünsel davranışın sonucu olmaktan çok kişinin izlemeye “zorunlu” olduğu bir eylemdir.
Artık yaşama müdahale ederek “toplumsallığı” yaratmak/üretmek, yaratılan/üretilen toplumsallıkla “politikayı terbiye etmek”, içi boşaltılmış terimlerle/kavramalarla değil, “farklı fail durumuna gelme” eylemleri zemininde yeni terimleme/kavramlaşma çalışmalarına girişmek zorundayız.
Farkçı ırkçılık-ırksız ırkçılık
Türk milliyetçiliği kapsamında, “öteki” düşman olarak görülünce, Türk kanı “temiz”, ötekinin kanı “zehirli” olarak algılanır: Çokkültürlülük, kültürlerarasılık ve kültürel farklılık tartışmaları sıralanan “kan dolambacında” oraya-buraya çarparak “sakatlanır”. O zaman da “öteki” Türkten vazgeçer, Türkün etkisini kendinden “atar”, farklı bir diyalogun oluşmasını önerir. Anayasal demokrasiler de bu konuda iyi sınav veremediler: Birçok kültürel kimliğe saygı göstermekle birlikte onları “koruma” onlara “yaşama olanağı” verme konusunda bir “kaygıları olmadı“. Sonunda çözüm olanakları yaratmak için “kültürel çeşitlilik” ve “kültürel farklılık” ayrımı üzerinde biraz kafa yormak gerekiyor. Kültürü, yaşanacak değil de “değer” biçilecek bir “nesneye” dönüştüren kültürel çeşitlilik, kültürü, bir kültürel “özdeşleşme” sistemi oluşturmaya yatkınlık olarak tanımlanabilecek “kültürel farklılık” yaklaşımları birbirinden ayrı şeylerdir.(23)
Türkiye’deki ırkçılık hareketlerinde, “biyolojik gösterenin” tek başına etken olduğunu söylemek tam doğru değildir: Bu yoktur anlamına da gelmez. Kitleleri, “ideolojik anlamda biçimlendiremedi”, anlamına gelir.
“Ulus-devlete” geçiş Batı’daki gibi olmadığı için toprağımda ırkçılık Batı’dan “farklı” gelişti. Türkiye, “kapitalist üretim ilişkileri” üzerine bir ulus-devlet kurmadı. Batı’nın ezberini taşıyan bir kadronun “yukarıdan aşağıya emir temelli” bir programı yaşama “dayatmasıyla” ulus-devlet oluşturuldu.
Milliyetçiliği “maya-yapıştırıcı“ olarak kullanan bu kadro, zaman yitirmeden, ulus-devlet için gerekli “burjuva sınıfını“ yaratmaya koyuldu. Ulusal burjuva sınıfı yaratılmaya çalışılırken bir taraftan Müslüman Türk köylüsü “yurttaş“ yapılma yolculuğuna çıkarıldı. Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin mal varlıklarının Müslüman Türklere aktarılması için bunlara “kültürel ırkçılık” uygulandı.
Ötesinde Alevilere ve Kürtlere uygulanmakta olan kültürel ırkçılığın da “biyolojik göstereni” yoktur. “Kızılbaşlara ve Kürtlere” yönelik ırkçılığın “sır” nedeni, onların yaşama dayattıkları, egemeni örseleyen ve mazlumu-haklıyı koruyan-kollayan “ekonomik-siyasal tasarımları”dır.(24)
Özellikle “Kızılbaşlık” söz konusu olduğunda; “devletsiz ve peygambersiz” bir kültür olması, insanlığın kurtuluş düşlerini “canlı tutuyor” bulunması, kendisine uygulanmakta olan kültürel ırkçılığın “sır” nedenleridir.
Diğer taraftan Türkiye’de yaşanmakta olan ve uzun yılları kapsayan “savaş ortamı”, egemen ulusun hızla “milliyetçilik ideolojisine” sarılmasına yol açıyor. Egemen ulusun milliyetçiliği de “ırkçılık” için gerekli olan atmosferi “hazırlıyor”. Belirtmekte yarar var: Uzun yıllar birlikte yaşayagelen halklardan “ezilmekte” olanı ya da olanları, sistemin kendilerine biçtiği rollere “başkaldırmaya” başlıyor; bu kez devlet milliyetçi bir propagandaya başvuruyor; süreçte “faşist partiler” aracılığıyla ezilen halklara yönelik “kültürel ırkçılık”, acımasız uygulamalarla yaşama taşınıyor.
Demek ki “yeni ırkçılık” kapsamında açımlanmaya çalışılan “kültürel ırkçılığın” nedenleri “sınıfsaldır”: Öyleyse Kızılbaşlara ve Kürtlere yönelik “kültürel ırkçılık” ya da “farkçı ırkçılık-ırksız ırkçılık”; sınıflar konumlanmasında, ezilen sınıf ve toplum katlarının “demokrasiyi yerleştirmeye ve iktidarı almaya” yönelik mücadelelerin yaşama taşınmasıyla göğüslenebilir.
Çok yakın geçmişimiz “Cumhuriyet tarihi” bile sayısız “kültürel ırkçılık” saldırıları üretti: 1978 Maraş Cankıyımı, 1980 Çorum Katliamı ve 1993 Madımak’ta insanların canlı canlı yakılması vb. sayılabilir. BİTTİ
ESAT KORKMAZ
Kaynakça:
(23) Serçeşme Dergisi; İstanbul; Sayı: 29/ Mayıs-2007; sayı: 30/ Haziran-2007 ve sayı: 31/Temmuz-2007
(24) “Kürtlere yönelen ırkçılık da biyolojik gösterenle temellenmiyor. Yahudilerin dışlanmasında, aşağılanmasında bir başka dinin mensubu olmak önemliyken, Kürtler Türklerle aynı dini paylaştığından dini göndermeler söz konusu olamıyor. Bunun yerini …ekonomik alanla ve ulusal bağlamla ilişkili ifadelerde yer bulan bir ırkçılık alıyor. Yahudilerin dışlanma pratikleriyle belki de Türkiye’de yüzyıllardır Alevilerin dışlanma biçimleri karşılaştırılabilir. Alevilerin dışlanması, ifade ve pratikleri açısından Avrupa ülkelerinde gördüğümüz ırkçı örneklere benziyor… Avrupa tarihinde Yahudilere karşı beslenen düşmanlığın arkasında onların ekonomi alanında oynadıkları rolün bulunması gibi, Osmanlı toplumunda da Alevi düşmanlığı, onların yeni bir ekonomik modele yönelmelerinden kaynaklanıyor… Bütün bunlardan sonra bir gözlemi de burada anmakta fayda var: Alevilerin dışlanmasında, Sünni Kürt ve Sünni Türk aynı noktadan konuşuyor. Bugün ramazanlarda benzer bir Sünni Kürt-Sünni Türk dayanışması, inançları gereği oruç tutmayan Alevilere karşı söz konusu. Burada Kürt ve Türk ortak bir aidiyet ve ortak bir suçlu bulmuş oluyor. İlginçtir: Sorunun ulusal bir bileşkede gündeme geldiği yerde bu kez Sünni Türk ve Aleviler, Kürtlere karşı bir cephede buluşuyorlar.” (Özbek, Sinan; Irkçılık; Notos Kitap; İst.- 2012; s, 143-144 ve 145) anf
http://www.aykiridogrular.com/haber-1308-Turkiyede-irkcilik-temelden-atildi.html
Yorumlar kapatıldı.