İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Had Bildirenler Ülkesi

Yakın tarihimiz, muktedirlerin bir had bildirme tarihinden ibaret. Varlığının meşruiyetini, had bildirilmesi gerekenlere karşı teyakkuz halinde bulunmaktan alan bir geleneğin çocuklarıyız… 1915’e gitmeliyiz ilk. Önce Ermenilere haddini bildiriyordu iktidar sahipleri. “Devletin kurtulması için” (zaten, al-i devletimiz kurtulunca, milletimiz devletinin aziz varlığıyla tümleşik olduğundan tam tekmil kurtulacaktı!) sayısını, aradan geçen onlarca yıla rağmen tam olarak bilmediğimiz kadar Ermeni yurttaşın kökü, binlerce yıldır yurt belledikleri topraklardan kazındı. Cumhuriyet Türkiyesi’nin siyasal atası olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ermeniler üzerinden ilk kapsamlı ve sistematik bir had bildirme operasyonunu gerçekleştirerek, sonraki on yıllar için de muazzam bir had bildirme referansı kurmuş oluyordu.

***
Yakın tarihimiz, muktedirlerin bir had bildirme tarihinden ibaret. Varlığının meşruiyetini, had bildirilmesi gerekenlere karşı teyakkuz halinde bulunmaktan alan bir geleneğin çocuklarıyız. O kadar derinlere temas eden bir gelenektir ki bu, bu toprakların en mağdurunda, en ötekileştirileninde dahi “had bildirme”, bir refleks halinde tezahür edebiliyor, Sırrı Sakık, Balkan ve Kafkas göçmenlerine kapıyı göstermesi vesilesiyle, bu acı gerçeği bize bir kez daha anımsattı. Fakat önce, karanlık geçmişimizin kapılarını açmak gerek.
            1915’e gitmeliyiz ilk. önce Ermenilere haddini bildiriyordu iktidar sahipleri. “Devletin kurtulması için” (zaten, al-i devletimiz kurtulunca, milletimiz devletinin aziz varlığıyla tümleşik olduğundan tam tekmil kurtulacaktı!) sayısını, aradan geçen onlarca yıla rağmen tam olarak bilmediğimiz kadar Ermeni yurttaşın kökü, binlerce yıldır yurt belledikleri topraklardan kazındı. Cumhuriyet Türkiyesi’nin siyasal atası olan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Ermeniler üzerinden ilk kapsamlı ve sistematik bir had bildirme operasyonunu gerçekleştirerek, sonraki on yıllar için de muazzam bir had bildirme referansı kurmuş oluyordu.
            Sonra 1923 geldi, Cumhuriyet’i kurdu iktidar sahipleri. Milletin hiçbir karar sürecinde var olmadığı, milletsiz, devletin cumhuriyetiydi bu kurulan. Kadim devletimiz, Lozan mübadelesi ile, Yunanistan'la karşılıklı olarak gerçekleşen mübadele ile, yine Anadolu’nun binlerce yıllık sakinlerinden olan Rumlara haddini bildiriyordu, Cumhuriyet’in ilerleyen yıllarında her hadi bildirme operasyonuna kadir olduğunu daha yakından anlayacağımız devletimiz.
            1924’e gelindiğinde, en büyük iki gayrimüslim topluluk olan Ermenilere ve Rumlara haddini bildirmiş, muktedirliğini, Anadolu’da binlerce yıldır mukim bu iki topluluk üzerinden kanıtlamış, gencecik bir Türk ulus devletine sahiptik. Fakat, gencin kanı deli akar derler, genç Cumhuriyetimize, bu kadarcık had bildirme eylemleri yetmeyecekti.
            Sonra, 1934 geldi. Trakya’da Yahudilere yönelik olarak toplu saldırılar ve yağmalar başladı. 12 gün aralıksız süren Trakya saldırıları sonrasında, binlerce Yahudi, yaşadığı yerlerden göç etmek zorunda kaldı. Aziz devletimiz, hiç boşluk bırakmıyordu; Yahudi’ye de göz açtırmayacak derinlikte bir hadi bildirme fiilinde varoluşsal anlamlar elde ediyordu.
Takvimler 1937’yi gösteriyordu ve iktidarın nüfuz edebileceği her şeye muktedir olduğunu düşünen devletimiz, gayrimüslimlerle uğraşmayı yeterli görüp, bu kez de rotayı Kürtlere çevirmeye karar veriyordu. Gerçi, zaten Takrir-i Sükun’dan beri Kürtlere dönük söylemsel bir had bildirme operasyonu varsa da, bunun kuvveden fiile geçmesi için, 1937’yi beklemek gerekecekti. Kemalist Türkiye, Dersim dağlarını ve köylerini bombalayarak, dönemin Emniyet Müdürü İhsan Sabri Çağlayangil’in ifadesiyle, “insanları fare gibi öldürmekten” imtina etmeyecek kadar had bildirmeye yeminliydi.
Sonra İkinci Dünya Savaşı sonra erdi ve 1945 itibariyle “özgür dünya”nın karşısındaki küresel şeytan, komünizmdi. Batı ittifakının ileri karakolu olan Türkiye de, Batı’nın yürüttüğü anti komünizm propagandasını abartılı bir şekilde benimseyerek, komünizmi çağrıştıran tüm yazılara/çizilere/kişilere/kurumlara, uzantıları bugüne sarkacak bir had bildirme gayretini sarf etmekten imtina etmedi. Kadim devletimizin kesintisiz olarak had bildirme fiilini tatbik ede geldiği siyasal yönelim, her zaman sol oldu. İşkence aletleri, idam sehpaları, cezaevleri, şehir meydanları, üniversiteler… Bunun hala hayatta olan şahitleridir.
Sonra 6 – 7 Eylül geldi, Anadolu’da kalmış bir avuç gayrimüslime de İstanbul üzerinden had bildirildi, devletimiz, topraklarımızın daha güvenli bir yer haline geldiğine inandı. 27 Mayıs 1960 geldi, kör topal da olsa işlemeye çalışan demokrasiye, “milletin çağrısı üzerine(!)” üç siyasiyi idam ederek öldürmek yoluyla had bildirildi. Bu kez, 12 Mart 1971 geldi, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının katledilmesiyle, hızla siyasallaşan ve yükselen toplumsal muhalefete haddi bildirildi. Kadim devletimiz hadi bildirme operasyonlarında boş durmuyordu, her şey ebedi Türk yurdunun bekası ve mutluluğu içindi nitekim.
Ebed müddet olduğu konusunda tereddüt taşımayan kadim devletimiz, homojen, bireysel haklarını büyük ölçüde devletine devretmiş, devlet odaklı düşünen, eyleyen ve yaşayan bir toplum tasavvurunu, zihninin en meşum köşesinde taşımaktan imtina etmedi. Bu hastalıklı düşünce, özellikle Kürtleri ve Alevileri, bir de solun siyasal ve örgütsel uzantılarını öncelikli hedef haline getirmeyi başat ve varoluşsal bir beka hedefi olarak benimsedi. Maraş’ta, Çorum’da ve Sivas’ta, kadim devletimizin gözetimi/kollaması/teşviki altında, “hassasiyet sahibi yurttaşlarımız” kadim devletleri adına had bildirme operasyonlarını eksiksiz bir şekilde yerine getireceklerdi.
Günümüze yaklaştıkça, soldan, Alevilerden ve Kürtlerden çok bahsettik, gayrimüslimleri unuttuk sanıyorsanız, yanılıyorsunuz. Hatta, had bildirme üstadı devletimiz bile unutmadı; 2007’de Hrant’ın adeta “geliyorum” diyen bir süreç sonucu katledilmesiyle, Ermenilere dönük ulusal had bildirme sürecinin bitmediği mesajı da veriliyordu.
Sonra, takvimler 2013’ü gösteriyordu. Birgül Ayman Güler isimli, akademisyen sıfatını da taşıyan ve “sosyal demokrat” bir siyasi partinin milletvekili olan kişi, “bana Türk ulusu ile Kürt milliyetini eşit gördürtemezsiniz. Meşru müdafaa için, artık biz saldırıdayız.” diyordu. Bilimsellik/ulusalcılık kisvesi altında meşrulaştırılmaya çabalanan bu ötekileştirici demecin sosyal demokrat olduğu iddiasına sahip bir siyasal parti çatısından gelmesi de, söylemin politik ve insani vahametini ortadan kaldırmadı.
Had bildirme, salt bir kurumsal iktidar aygıtı olarak devletten değil, o devlet zihniyetinin uzantısı olan kişilerden ve kurumlardan da geldi, geliyor ve gelecek. Hatta bu topraklarda o kadar yaygın ve derin bir sorundur ki bu had bildirme alışkanlığı, onlarca yıldır kendilerine had bildirilen insanları temsil eden bir siyasal hareketin önde gelen bir temsilcisi bile çıkıp, coğrafi olarak Anadolu dışından gelen ve Anadolu’ya yerleştikleri andan itibaren Anadolu’nun evladı olan insanlara kapıyı gösterme cüretine sahip bir hadsizlikle haddini bildirmeye kalkabiliyor.
Sırrı Sakık’tan bahsediyorum, evet. Balkan ve Kafkas göçmenlerine, “Sonradan bu ülkeyi kendine vatan edenler, Kafkaslardan, Boşnaklardan gelenler, siz bu ülkenin sahipleri değilsiniz. Haddinizi bileceksiniz. Oradan gelip, hele dağdan gelip bağcıyı kovma hakkına sahip değilsiniz.” diyen, onlarca yıldır daha çok demokrasi ve daha çok özgürlük talebini dillendiren Kürt hareketinin, bu süreçte en önemli isimlerinden birisi olmuş Sırrı Sakık’ın, bilinçaltındaki ötekileştirici ve hiyerarşi güden söylemi açığa vuran ayıp sözleri bunlar. Kürt hareketinin ilk “ofsayta düşmesi” değil bu. Daha önce de Hasip Kaplan, “Etnik nüfus sayımı yapılsın. 5 milyonluk halkla, 20 milyonluk halkın ihtiyaçları ve talepleri farklı olur” diyerek, haklar ve talepler arasında bir hiyerarşi kurmaktan imtina etmemişti.
Paradoksal gibi gözüken fakat aslında demokrasi kültürümüz için korkutucu olan şey, en çok ezilen, en çok mağdur edilen, yakın tarihte haddi en çok bildirilen bir topluluğun bile, tarihsel ve politik olarak mağdur olduğu “hadi bildirme” söylemine itibar edebilecek bir bilinçaltına sahip olduğunu bilmek. Beni Birgül Ayman Güler korkutmuyor, çünkü onun toplumsal, siyasal ve etnik kodları, zaten yıllardır muktedir. Beni korkutan, Sırrı Sakık ve benzerleri. Eğer bu toprakların mağdurları ve ötekileri de, bireysel ve/veya kurumsal bilinçaltında, muktedir devlette içsel olduğunu gördüğümüz had bildirme kodlarına ve alışkanlığına sahipse, demokrasi kültürünün yerleşikleşmesi ve muhalefet ahlakının inşa edilmesi için, almamız gereken çok uzun bir yol var demektir.
http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/haddini-bildirenlerin-ulkesi-12879

Yorumlar kapatıldı.