Ermenilere bakışımızda bizlere paranayolardan kurtulmayı telkin eden Dink’in, Ermeni toplumuna ve diasporaya yaptığı “1915’e takılıp kalmayın, kendinizi 1915’e bağlamayın” çağrısı ise son derece anlamlıydı. Hrant Dink aynı zamanda 1915’e dönük yasalara beş para kıymet vermediğini ifade ederken; Fransız basınına verdiği bir röportajında Avrupa’yı iki yüzlülükle suçlayarak, bu tarihsel acıya dönük çıkarılan yasa tasarılarını uluslararası politikanın bir malzemesi olarak Avrupa ülkelerinin kullandığını açıkça ve sıkça ortaya koymuştu. Dolayısıyla üçüncü ülkelerin müdahil tavırları yerine doğrudan bir diyalogu ve anlama çabasını vurgulamıştı…”
***
SAİT MÜRSEL ÇEŞİTCİOĞLU Galatasaray Ünv. Hukuk Fak. Öğrencisi
Türkiye’nin Ermenistan ile olan ilişkileri 1991’de bağımsızlığın tanınmasından bu yana kökü millet-i sadıka ve millet-i sabıka şeklinde iki kutuplu ve gel-gitlerle dolu bir zeminde seyredegeldi ve hiç bir zaman kapsamlı bir ilişki ağı gerçekleştirilemedi.
Nisan 2005’te Türkiye’nin teklifiyle “Ortak Tarih Komisyonu” kurulması önerisi ve devamında gelişen temaslarla 2009 protokolleri aslında nitelikli bir ilişkinin kurulabileceğinin ilk işaretlerini vermişti. Ancak Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin protokollerin onay sürecini akim bırakmasıyla eski düzen kaldığı yerden devam etti. Şüphesiz sürecin aksamasında Türkiye-Azerbaycan ilişkilerindeki küçük çaplı gerilimlerin de etkisi olmuştu. Bugün itibariyle ise iki sınır komşusunun doğrudan diyalog kuramadığı bir manzara söz konusu. Fakat Türkiye’nin diplomaside idealize ettiği ve pratikte de tüm aksamalara rağmen adım adım gerçekleştirdiği “komşularla sıfır sorun” politikasının sürdürülebilirliğinin en önemli ayaklarında biri de Türkiye-Ermenistan arasında normalleşmeye dönük girişimlerin olabilmesidir.
Normalleşme noktasında, 1915 olayları algıda adeta tarihsel bir bagaj olmakla birlikte; Azerbaycan ile ilişkilerin rasyonel bir zeminden öte farklı dinamikleri barındırmasından dolayı da Türkiye’nin yaklaşımı ihtiyatlıdır. Her ne kadar 1915 olaylarına ilişkin Türkiye’nin tezleri dünyada geçmişten beri geniş bir kamuoyu desteği görememiş olsa da, bunda diasporanın uluslararası enformasyondaki manipülatif etkisi de yadsınamaz. Örneğin geçtiğimiz yıl Valerie Boyer’in figüranlığında Fransa’da gerçekleşen yasa girişiminin en önemli aktörlerinden M. Papazyan; aynı zamanda Avrupa’nın dört bir yanında gazeteciler, televizyoncular, sinemacılar yetiştirmek için medya okulları kurmuş bir isimdir. Ancak tüm bu algıda üstünlük çabalarına rağmen gerçek olan, normalleşmenin Türkiye’nin bölgesel özne rolüne ve ekonomisine de katkı sağlayacağıdır.
Türkiye kilit önemde
Normalleşmenin Ermenistan’a bakan yönüyle ise, ekonomik darboğazda ve çevresindeki ülkelerin arasında adeta sıkışmış vaziyette olan Ermenistan için dışa açılımda Türkiye kilit noktadadır. Türkiye ile doğacak bir normalleşme, Azerbaycan ile ilişkilerinde Ermenistan’a psikolojik bir avantaj sağlayacaktır. Ayrıca adeta savunma sanayine yatırım yapar gibi, diasporaya ayrılan ekonomik pay ile ülkenin resmi politikaları gelişime kapalı, kısır ve dar çerçevede kalmıştır. Kilit bir problem olan 1915 olaylarının, bir trajedinin tarihi olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. Buna karşılık diasporanın gri propaganda teknikleri de kullanarak yürüttüğü çalışmalar, adeta “dokunulmaz ve tartışılmaz bir alanın varlığı”na neden olup, normalleşme girişimlerine de ket vurabilmektedir. Fakat yine de Türkiye burada haklılığı güçlü bir dil geliştirerek, geçmişe dönük hakkaniyetli bir çözümün sağlanması için aktif bir dış politika geliştirmek zorundadır. Diğer türlü, bu açık alan 1915 olayları üzerinden sürekli olarak üçüncü ülkelerin gündem belirleme çabalarına gebedir ve bu ülkelerin dolaylı olarak müdahil nitelikteki adımları, aslında çözümsüzlüğü de büyütmektedir. Bu anlamda 2007-2009 arasındaki diyalog sürecinde “adil hafıza” kavramı üzerinden geliştirilen dil ve girişimler son derece yerinde olmakla birlikte bugün itibariyle “adil hafıza” temelli söylemin revize edilmesi de bir ihtiyaç olarak belirmektedir.
Öncelikle Türkiye ve Ermenistan toplumu birbirini yeterince tanımamaktadır. Haliyle insan bilmediğine düşmandır. Türkiye ve Ermenistan kamuoyu birbirini daha yakından tanıyabilmelidir ki, önyargılar ve retorikler yerini iletişime ve birbirini anlamaya bıraksın. Burada Türkiye’deki Ermenistan algısı ve bilgisi tek düze olmakla birlikte 1915 olaylarına dönük araştırmalar ise kapsamlı ve güncel değildir. Tarihe ilgi açısından basit bir örnek vermek gerekirse, Ermenistan’da Osmanlıca, Türkçe bilen ya da Arap harfleriyle yazılmış yazıları az çok okuyabilen bir Ermeni gence rastlamanız çok zor değildir. Türkiye’de ise yüz yıl önceki bir gazeteyi yahut basit bir ilanı dahi okuyabilen genç sayısı yok denecek kadar azdır. Bu ince farkın nedeni; Türkiye’de geçmişten bugüne resmi politikaların, medyanın, üniversitelerin Ermeniceye, Arap alfabesine ve özellikle Osmanlıcaya dönük sorunlu, ideolojik bakışında aranabilir.
Adil hafıza için onurlu diyalog
Peki gerçek ve nitelikli bir ilişkinin kurulabilmesi mümkün müdür? Bunun yolu herşeyden önce iki toplumun birbirine dönük paranoya ve travmalarla dolu sorunlu bakış açılarından kurtulmasından geçiyor. Bu anlamda Hrant Dink’e ve düşüncelerine özel olarak eğilmekte fayda vardır. Zira Hrant Dink cenazesinde dahi Türkiye’nin farklı toplumsal kesimlerini bir araya getirebilmiş, bu sorunları yüreğinde hissetmiş hakkaniyetli bir Ermenidir ve bu ülkenin bir evladıdır. Türkler ve Ermenilerin birbirini anlamaya çalışması yolunda Hrant Dink’in yadsınamaz da bir yeri vardır. Bu açıdan Hrant Dink’in pek çok yazısında değindiği şu yaklaşım, bir başlangıç felsefesi olarak görülebilir, görülmelidir: “Kim bizi tedavi edecek? Fransız Senatosu’nun kararı mı, Amerikan Senatosu’nun kararı mı? Kim reçeteyi verecek? Ermeniler, Türklerin; Türkler de Ermenilerin doktorudur. Bunun dışında bir doktor ve reçete yok. Diyalog tek reçetedir.”
Ermenilere bakışımızda bizlere paranayolardan kurtulmayı telkin eden Dink’in, Ermeni toplumuna ve diasporaya yaptığı “1915’e takılıp kalmayın, kendinizi 1915’e bağlamayın” çağrısı ise son derece anlamlıydı. Hrant Dink aynı zamanda 1915’e dönük yasalara beş para kıymet vermediğini ifade ederken; Fransız basınına verdiği bir röportajında Avrupa’yı iki yüzlülükle suçlayarak, bu tarihsel acıya dönük çıkarılan yasa tasarılarını uluslararası politikanın bir malzemesi olarak Avrupa ülkelerinin kullandığını açıkça ve sıkça ortaya koymuştu. Dolayısıyla üçüncü ülkelerin müdahil tavırları yerine doğrudan bir diyalogu ve anlama çabasını vurgulamıştı. Burada sorulması gereken, nasıl bir diyalogun kurulması gerektiğidir? Yine Dink’in ifadeleriyle: “Onurlu bir diyalog, her iki tarafın duruşunda da bir onur görmek gerekiyor.”
Gerçekten de hakiki bir diyalog için Hrant Dink’in bu hakkaniyetli duruşunu yeniden idrak etmemiz şart. Çünkü Mevlana’nın deyişindeki gibi; aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabiliyor. Duygusal olarak ayrışmış iki toplumun, bir duygu frekansı yakalamadan konuşabilmesi bugün itibariyle pek mümkün değildir. Öncelikle bu frekansı yakalamaya dönük yolların açılması gerekir. Bu da en yalın haliyle iç-dış düşman psikolojisinden kurtularak, nefret söylemini dışlayarak, ötekileştirmelerden arınarak, onurlu bir diyalog yolu aramaktan geçiyor. Bu noktada anlamlı ve tutarlı adımların Türkiye’den gelmesi ve sivil diyalog kanallarının açılması, Türkiye’nin dış politikasına ve bölgesel etkisine pozitif katkı yapacaktır. Hem Azerbaycan ile hem Ermenistan ile normalleşmeyi başlatacaktır. Buna karşılık Ermenistan ve diasporanın tezlerini tek taraflı dayatması ise hiç bir gerçekçi çözüm arayışını karşılamıyor. En önemlisi üçüncü ülkelerin yasalarla adeta acıları yarıştırması ise vicdan kuaförlüğü ile çözümsüzlüğe su taşımaktan öte bir mana ifade etmiyor, tıpkı monarşiler dönemindeki kral adına tarih yazıcılığını ve politikanın yazılı tarihi belirlemesini andırıyor. Belki de yapılması gereken çözümü salt devletlerden beklemek yerine sivil zeminde bir normalleşmeyi başlatarak; onurlu ve aracısız bir diyalogla adım adım adil bir hafızayı inşa etmekten geçiyor. Konuşmadan, tanışmadan, bilişmeden, herşeyi politik zeminde halletmeyi beklemek; aslında bireyleri ve toplumları da izole eden kısır döngüleri karşılıyor. Çorum’dan göçerek hayatını kaybeden Agop Amca ile, Erzurum’da karnı deşilen Fatma Nine’nin torunlarının acılarını yarıştırmaksızın sırtlamak gerekiyor. Ta ki su çatlağını bulsun. Diğer türlü nesiller boyu tek taraflı acı ve hafıza dayatmaları salt bir gürültü olarak sadece acıları daha da derinleştirecektir.
saitmursel@gmail.com
http://haber.stargazete.com/acikgorus/turkiye-ve-ermenistan–su-catlagini–bulabilir-mi/haber-722728
Yorumlar kapatıldı.