Murat Duman
Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş döneminde medreseler ve Enderûn Mektebi’nin hâricinde iki tür özel okul bulunmaktaydı. Bunların birincisi, kendilerine din ve vicdan hürriyeti tanınan gayrimüslimler tarafından kurulan eğitim müesseseleriydi. İslâm hukukunun bazı prensiplerinden hareketle Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimler, din ve mezhep esasına göre “millet sistemi” hâlinde teşkilâtlandırılmış; dinlerini ve dillerini öğretebilecekleri pek çok okul açmışlardı. Gayrimüslimler, Tanzimat’tan (1839) sonra Osmanlı yüksek eğitim müesseselerine de kabul edilmeye başlanmış; bu durum onların devlet hizmetinde istihdam edilmelerine zemin hazırlamıştı. Özel okulların ikinci grubunu ise, yabancılar/ecnebiler tarafından açılan “misyoner mektepleri” teşkil ediyordu… 1911’de Osmanlı topraklarında yabancılara ait 10 yüksekokul, 46 idadî (lise) ve 1.450 ilkokulda 61.678 öğrenci okuyordu. Ayrıca Rumların 3.500, Ermenilerin 2.500 sayısına ulaşan farklı seviyelerdeki mekteplerinin olduğunu düşündüğümüzde bu meselenin önemi daha iyi anlaşılır.
***
Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş döneminde medreseler ve Enderûn Mektebi’nin hâricinde iki tür özel okul bulunmaktaydı. Bunların birincisi, kendilerine din ve vicdan hürriyeti tanınan gayrimüslimler tarafından kurulan eğitim müesseseleriydi. İslâm hukukunun bazı prensiplerinden hareketle Osmanlı topraklarında yaşayan gayrimüslimler, din ve mezhep esasına göre “millet sistemi” hâlinde teşkilâtlandırılmış; dinlerini ve dillerini öğretebilecekleri pek çok okul açmışlardı. Gayrimüslimler, Tanzimat’tan (1839) sonra Osmanlı yüksek eğitim müesseselerine de kabul edilmeye başlanmış; bu durum onların devlet hizmetinde istihdam edilmelerine zemin hazırlamıştı. Özel okulların ikinci grubunu ise, yabancılar/ecnebiler tarafından açılan “misyoner mektepleri” teşkil ediyordu.
Bu tür okulların ilki 1535’te Kanunî Sultan Süleyman’ın Fransa Kralı 2. Françoise’ya verdiği hususî imtiyazlar (kapitülasyonlar) sonrasında kuruldu. Fransa’dan gelen Cizvitlerin 1583’te Galata’daki Saint Benoît Kilisesi’ne yerleşerek burada açtıkları mektep, Osmanlı topraklarında kurulan ilk ecnebî misyoner okulu oldu. Günümüzde varlığını “Saint Benoît Lisesi” olarak devam ettiren bu okulda, sadece Katolik akideleri öğretilmiyor; din eğitiminin yanında öğrencilere matematik, Fransızca, Grekçe, Lâtince ve sanat dersleri de veriliyordu. 17. yüzyılda İstanbul’da Fransızlar tarafından Saint Benoît benzeri iki okul daha kuruldu. 19. yüzyılda Fransız okullarının sayısı hızla arttı. St. Pierre (1824), Notre Dame de Sion Kız Lisesi (1839), Saint Joseph (1864), Saint Esprit (1871) bunlardan sadece birkaçıydı.
Amerikalı misyonerler de, Tanzimat’tan itibaren Osmanlı topraklarında çok sayıda okul açmaya başlamışlardı. 1863’te İstanbul’da açılan Protestan Robert Koleji’nin dışında Harput, Mardin, Beyrut, Tarsus, Kayseri, Antep, Merzifon gibi şehirlerde Amerikan kolejleri açıldı. Misyonerler, gayeleri doğrultusunda açtıkları yüksek eğitim kurumları için, bilhassa İstanbul’dan uzak vilâyetleri seçiyorlardı. Amerikalı misyonerlerin açtıkları Antep Tıp Mektebi, Beyrut Amerikan Üniversitesi (1867), Fransızların Beyrut’ta açtıkları Saint Joseph Katolik Tıp Mektebi bunlara örnek gösterilebilir. Sayıları hızla artan misyoner okulları, gayrimüslim ve Müslüman halkın çocuklarının bir arada eğitim görmesi için açılan Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi’nde (1868) olduğu gibi, Osmanlı mektepleriyle benzer programları takip etmiş ve böylece Müslüman talebeler için de cazip hâle getirilmek istenmiştir.
Yabancı okulları açan misyonerler, kendi ülkelerindeki kitapları aynen bu okullarda okutuyor ve hukukî sahada verilen kapitülasyonlar yüzünden Osmanlı Maarif Nezareti (Eğitim Bakanlığı) bunlara karışamıyordu. Hattâ okutulan kitaplarda Türkler aleyhine yazılar yer alıyordu. Okulların müdürleri genelde papazdı. Eğitim gören Müslüman talebeler de, Hristiyan talebeler gibi kiliseye götürülerek ibadete zorlanıyorlardı. Bu durum karşısında Osmanlı’nın aldığı tek tedbir ise, Müslüman talebelerin bu okullara gitmelerine engel olmaya çalışmaktı.
Üzülerek ifade etmek gerekir ki, gayrimüslimlere ait cemaat mektepleri de, misyonerler tarafından kurulan mektepler de, Osmanlı eğitim ve bilim hayatına katkı sağlamaktan çok, farklı bir sahada tesir meydana getirmiş; Osmanlı’nın aleyhine siyasî faaliyetlerin doğmasında ve imparatorluğun parçalanmasında önemli bir rol oynamıştır. Meselâ, Beyrut’taki misyoner okullarının, devletin bütünlüğü adına savunulan “Osmanlıcılık ve ittihâd-ı anâsır” (Osmanlı milletlerinin birliği) anlayışına karşı “Arap milliyetçiliği” cereyanının doğmasında ve Arapların Osmanlı’dan kopmalarında tesiri büyük olmuştur.
1867 yılında çıkarılan bir nizamnâme ile Osmanlı Devleti’nde bulunan yabancıların emlâk ve arazi edinme işlemleri düzenlenmiştir. Bu nizamnamede devletin, yabancılar tarafından açılan mekteplerdeki sistemi kontrol etme hakkı yoktur. Ancak iki yıl sonra çıkarılan Maarif Nizamnâmesi’yle gayrimüslimlerin ve yabancıların devlet sınırları içinde mektep açmaları belirli şartlara bağlanmıştır. Bu şartların en önemlisi “ihtiyaç” şartıdır. Mektep, ancak ihtiyaç duyulduğu takdirde açılacak; öncelikle ilgili mahalledeki gayrimüslim nüfusun durumuna bakılacak; arsa, okul binası, kurucu ve eğitim kadrosu ile alâkalı hususlar tespit edilecek, ondan sonra Maarif Nezareti’nden ruhsat talep edilecektir.
1876’da ilân edilen Kanun-i Esasi (Anayasa) ile gayrimüslim ahali “Osmanlı kimliği” altında toplanmak istenmiş; ama uygulamada beklenen netice elde edilememiştir. Bu durum yabancılara ve gayrimüslimlere ait okulların teftişinde de, birtakım boşluklar doğurmuş ve ilk defa 1886’da Maarif Nezareti bünyesinde bir müfettişlik kurulmuştur. 1893’te Zühdü Paşa tarafından Sultan 2. Abdülhamid’e takdim edilen raporda, şimdiye kadar bu okullar hakkında çıkarılan kanunlardan hiçbirinin tatbik edilemediği; bunun da hükümetin kayıtsızlığından kaynaklandığı belirtilmiş ve bu tespite örnek olarak da, o tarihte Osmanlı sınırları içinde bulunan 413’ü yabancı 4.547 okuldan 4.049’unun ruhsatsız olduğu ifade edilmiştir.
1895’te çıkarılan bir fermanla Rumeli ve Anadolu’daki rüştiye (ortaokul) derecesindeki gayrimüslim okullarına, masrafları devlete ait olmak üzere, Türkçe muallim tayini kararlaştırılmış; ancak bu ferman da başarılı bir şekilde tatbik edilememiştir. Avrupa devletleri, çeşitli misyoner grupları ve gayrimüslim teb’anın rûhânî reisleri, yabancı ve gayrimüslim mektepleri konusunda Osmanlı Devleti’ne karşı ortak tavır almıştır. Osmanlı’nın eski gücünü kaybettiği o günlerde Ortodoks Rumları, Ruslar; Katolik Ermenileri, Fransız ve Almanlar; Protestan Ermenileri, İngiliz ve Amerikalılar himaye etmiştir. Bu himaye yüzünden söz konusu okullarda, Türkçenin eğitim dili yapılması teşebbüsleri engellenmiştir. Bunun üzerine Maarif Nezâreti, son bir çare olarak, alınan diplomaların Osmanlı coğrafyasında geçerli olmasını Nezâret’in onayına bağlamıştır. Bakanlık, okullar üzerinde belli bir kontrol kurmaya çalışsa da, 2. Meşrutiyet’in ilânına kadar (1908) gerçek manâda bir denetim sağlanamamıştır. 1908’den sonra Maarif Nezâreti, konuyu tekrar ele almış; okullar üzerinde güçlü bir denetim kurmaya ve Türkçeyi mecburî ders olarak okutmaya çalışmıştır. Fakat bu teşebbüs de, tahmin edileceği üzere, azınlıklar ve Avrupa devletleri arasında ciddi bir tepki doğurmuştur. O tarihlerde yabancı okulların gayeleri hakkında İstanbul Alman Lisesi Müdürü Dr. Richart Pröyzer’in şu tespitleri meselenin vahametini ortaya koymaktadır: “Türkiye Abdülhamit’in istibdadına nihayet verdiği zaman muhtelif içtimaî sahalarda kaos içindeydi. Bu hâl bilhassa Maarif sahasında daha çok göze çarpıyordu. İlk mektepler, yok denecek kadar azdı. Tali mektepler de öyle bir vaziyette idiler ki çocuklarının tahsillerine ehemmiyet verenler ya hususî muallim tutmağa veya çocuklarını ecnebî mekteplerine göndermeye mecbur oluyorlardı. O zaman bu ecnebî mekteplerinde Türkçe tedrisatı çok elim bir vaziyette idi. Bu dersler birçok ecnebî mekteplerinde seçmeli idi. Şayanı hayrettir ki çocuklarını bu derslere iştirak ettirmeyenler, bizzat Türklerdi. Çünkü, Türkçe öğretmenleri de, Türkçe kitapları da yetersizdi. Abdülhamid devrinde bu mesele o kadar şayanı dikkat idi ki, kıraat (okuma) kitapları arasında Avrupa ders kitaplarının noktası noktasına Türkçeye çevrilmiş numuneleri vardı. Bu şartlar altında bir çocuğun kalbinde vatan hissi, vatan muhabbeti, yurt sevgisi ve millî duygu nasıl uyandırılabilirdi? Açık söyleyeyim ki, birçok ecnebî mektebi, ülkeye hizmet etmek gibi bir gaye taşımıyordu. Memleketin lisanı bile ihmal ediliyor, çocuğun gözü mektebin mensup olduğu memlekete çevrilerek, oranın körü körüne hayranı olmasına çalışılıyordu. Çocuklar ecnebî bir memleketin coğrafyasını öğrendikleri hâlde, kendi vatanlarına dair hiçbir şey bilmiyorlardı. Buna ilaveten bir başka kötülük de bu mekteplerde Müslüman çocuklarına yapılan dinî tesirler ve telkinlerdi. Bu tesirler, son derece muzır ve tehlikeli idi. Bu mekteplerin bazılarında Müslüman çocuklar, Hıristiyan ibadet ve dualarına, dinî merasimlere katılmak zorundaydı. Hatta bazen bu çocuklara kabahatlerini affettirmek için haç bile öptürüyorlardı. Fakat garibi şu ki bu öğrencilerin aileleri bu duruma vakıf oldukları halde hiçbir itirazda bulunmuyorlardı.”
1911’de Osmanlı topraklarında yabancılara ait 10 yüksekokul, 46 idadî (lise) ve 1.450 ilkokulda 61.678 öğrenci okuyordu. Ayrıca Rumların 3.500, Ermenilerin 2.500 sayısına ulaşan farklı seviyelerdeki mekteplerinin olduğunu düşündüğümüzde bu meselenin önemi daha iyi anlaşılır. Aynı yıl hükümetin himayesinde kurulan bir komisyon, gayrimüslimlere ve yabancılara ait okulların bağımsız olmasını, ancak Türkçe öğrenimine önem verilmesini kararlaştırmış; fakat bu karar da, memleketin âdeta bir yangın yerine döndüğü Balkan savaşları dolayısıyla uygulanamamıştır. Zaten Balkan Savaşı sonrası geniş topraklar kaybedilmiş ve pek çok okul elden çıkmıştır. 1913’te mesele tekrar ele alınmış ve Türkçe öğretilmesi şartıyla, mahallî dil ile öğretim yapılmasına izin verilmiştir. Kısacası 1. Dünya Savaşı’na kadar bu okullar üzerinde gerçek bir denetim sağlanamamış ve eğitim eski tarz üzere devam etmiştir.
1914’te Cihan Harbi başlayınca askerî idare tarafından kapitülasyonlar kaldırılmış ve akabinde yabancılara verilen imtiyazlar lağvedilerek bütün azınlık ve ecnebî mektepleri, Maarif Nezâreti’ne bağlanmıştır. Yabancıların yeni okul açmaları yasaklanmış, azınlık okullarının açılması da bazı hususî şartlara bağlanmıştır. Ayrıca “Türkçe, Türkiye tarihi ve coğrafyası” gibi derslerin Türkçe olarak Türk muallimler tarafından verilmesi mecburî tutulmuştur. Osmanlı Devleti’nin aldığı bu kararlara savaş durumu sebebiyle itiraz edilmemiştir. Osmanlı’nın savaş sonrasında işgal edilen topraklarında bulunan okullar, kontrol dışı kalmıştır. Mondros Ateşkesi (1918) sonrasında Anadolu’nun pek çok şehri işgale uğramış ve ardından istiklâl mücadelesi başlamıştır. Millî Mücadele sonrasında 3 Mart 1924’te TBMM’nin çıkardığı “Tevhîd-i Tedrîsât Kanunu” ile bütün okullar, Maarif Nezâreti’ne bağlanmıştır. 7 Şubat 1926 tarihli bir genelge ile de, “Yabancı okullarda Türkçe, Türk tarihi ve coğrafyası derslerini okutacak öğretmenlerin bakanlıkça tespit edileceği, bakanlığa bildirilecek isimlerin Türk ve milli duygu sahibi olmaları gerektiği” kararı alınmıştır. Bu genelgeye uymayan ve kayıtlarını Türkçe tutmayan okullara taviz verilmemiş; Türkçe dersinden geçmeyen öğrencinin sınıfını geçemeyeceği kararı alınmış ve Türkçe dersini kasten ihmal eden bütün okullar kapatılmıştır.
Osmanlı’nın son asrında açılan yabancı okulların, Türkiye’nin yakın tarihindeki rolleri ortaya çıktıkça, şaşırmamak mümkün değildir. Kendi dilimizi dahi ders olarak müfredat programına koydurtmakta çektiğimiz sıkıntılar, devletin içine düştüğü buhranı göstermesinin yanında, azınlıklar, misyonerler ve Batılı güçler arasındaki işbirliğinin derinliğini ortaya koyması bakımından da çok mânidardır. Bugün Türkçe giderek ehemmiyet kazanmakta ve geniş kitlelerin ilgi duyduğu dünya dillerinden biri olma yolunda ilerlemektedir. Günümüzde tarih ve şartlar değişmiş, milletimiz dünyanın dört bir bucağına okullar açmıştır. Fakat bu okullarda Türkçenin ve bilimin yanında, o ülkenin milli ve manevi değerlerine de saygı duyulmaktadır. Ayrıca bu okullarda, öğretmenlerin bir bölümü, o ülke öğretmenlerinden seçilmekte ve yine o ülkenin dili, sanatı, edebiyatı ve kültürü en iyi şekilde öğretilmeye çalışılmaktadır. Hattâ Türk Millî Marşı’yla birlikte, o ülkenin millî marşı da yüceltilmektedir. Bu okulların Osmanlı’daki misyoner okullarından en büyük farkı, şeffaf ve her türlü denetime açık olması ve evrensel değerlere dayalı bir eğitim vermesidir. Milletimiz bu açıdan da, dünya milletlerine örnek teşkil edebilecek durumdadır.
Kaynaklar
– Necmettin Tozlu, “Kültür ve Eğitim Tarihimizde Yabancı Okullar”, Akçağ, Ankara, 1991.
– Osman Ergin, Türkiye Maarif Tarihi, Eser Matbaası, İstanbul 1977.
– U. Kocabaşoğlu, “Kendi Belgeleriyle Anadolu’daki Amerika, 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Amerikan Misyoner Okulları” Arba Yayınları, İstanbul, 1989
– M. Hidayet Vahapoğlu, “Osmanlıdan Günümüze Azınlık ve Yabancı Okullar”, M.E.B. Yay., Ankara 1997.
– Editör: Ekmeleddin İhsanoğlu, Osmanlı Medeniyeti Tarihi, Feza Gazetecilik A.Ş. 1. Cilt, İstanbul, 1999.
http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/osmanlida-yabanci-okullar-aralik-2012.html
Yorumlar kapatıldı.