Baskın Oran
Kürt sorunu tartışmalarında acayip (ama, düşününce, bizde çok normal) bir kargaşa var. Çözüme direnenlerin dilinden iki terim düşmüyor: ‘Üniter Devlet’ ve ‘Ulus-devlet’. Bunlara ‘kırmızıçizgi’ deyip işin içinden çıkıyorlar, rahatlıyorlar. Üstelik bunlara da Fransa’yı örnek gösteriyorlar. .. Türkiye’de birileri hep aynı şeymiş gibi sunmaya çalışıyorlar ama Üniter Devlet ile Ulus-devlet çok farklı kavramlar. İkisi de birer devlet türü, ama fil ile balina da birer memeli türü ona bakarsanız.
BAŞLARKEN
Kürt sorunu tartışmalarında acayip (ama düşününce, bizde çok normal) bir kargaşa var. Çözüme direnenlerin dilinden iki terim düşmüyor: ‘Üniter Devlet’ ve ‘Ulus-devlet’. Bunlara ‘kırmızıçizgi’ deyip işin içinden çıkıyorlar, rahatlıyorlar. Üstelik bunlara da Fransa’yı örnek gösteriyorlar.
Acayip dediğim noktalar:
1) Bu iki farklı devlet türünü aynı anlamda kullanıyorlar: Farklılıkları engelleyen, bastıran, ezen, ezmesi de gereken devlet anlamında. Oysa bunların anlamları tamamen farklı.
2) Fransa, onların aklında kalmış tarihî Fransa’yla artık bugün tamamen ilgisiz bir devlet.
Örnek verdikleri ülkenin şu andaki niteliklerini bir bilseler, kendi ağızlarına biber sürerler. Bu dizinin amacı, işte bu iki hususu tarihsel süreç içinde anlatmak. Konuşabilmek için, bahsettiğimiz şeyin ne olduğunu bilmek lazım. B.O.
Türkiye’de birileri hep aynı şeymiş gibi sunmaya çalışıyorlar ama Üniter Devlet ile Ulus-devlet çok farklı kavramlar. İkisi de birer devlet türü, ama fil ile balina da birer memeli türü ona bakarsanız.
Üniter Devlet başka…
Üniter Devlet’in anlamı basit: Federal olmayan devlet türü. Yani, anayasal olarak egemenliği federe devletlerle (eyaletlerle) paylaşmayan merkezî bir otorite. Merkezde yaptığı yasaları ülkenin her köşesinde uyguluyor.
Uyguluyor ama artık 1930’lar geride kaldı. Üniter Devlet çağdaş dünyada dediğim dedik çaldığım düdük türünden bir tutum izliyorsa (Türkiye gibi), ‘milletin bölünmez birlik ve beraberliği’ni perişan edebiliyor. Onun içindir ki, ülkenin farklı köşeleri farklı kurallar talep ediyorsa, bu birliği bozmamak için, yine merkezde yasalar yaparak bu farklılıkları tanıyor. Böylece, vatandaşların ‘zorunlu’ değil ‘gönüllü’ yapılması sayesinde varlığını güvenle devam ettiriyor.
Mesela ‘İngiltere’ diye andığımız ülke basbayağı bir Üniter Devlet ama başkent Londra dışında İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda’nın kendi kuralları, hatta parlamentoları ve hükümetleri var. Londra bunu onlara tanımış.
Demokratik Üniter Devlet’e bir diğer örnek, aşağıda uzun uzun anlatacağım bugünkü Fransa. Üniter Devlet’in mabedi kabul edilen bu ülkenin anayasası (madde 72) Fransız topraklarında çok çeşitli etnik, dinsel, vs. kültürlerin yaşadığını kabul ediyor ve bunların kendi özelliklerine göre nasıl yerinden yönetileceğini anlatıyor.
Bir diğer örnek, İspanya. Yine federal olmayan bu ülkenin anayasasının 2. maddesi “Bu anayasa, İspanyol Milleti’ni oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerkliğini ve bunların arasındaki dayanışmayı tanır ve garanti eder” diyor. Bu, maddenin ikinci kısmı. Birinci kısmını merak ediyorsanız: “Bu anayasa; İspanyol Milleti’nin dağılmaz birliği, bütün İspanyolların ortak ve bölünmez ülkesi üzerine bina edilmiştir”.
Diğer yandan, federasyonun da matah olduğu sanılmasın. SSCB bir federasyondu ama çok merkeziyetçiydi, demokratik değildi. Ve biliyorsunuz, bu yüzden helva gibi dağıldı gitti.
Sanırım açıklığa kavuşmuştur: Üniter Devlet türü, demokrasiye engel değil. Ama sağlam biçimde devam edebilmesi için, ülkenin bazı yerlerinde farklı bünyelerin (alt-kimliklerin) mevcudiyetini kabul eden zihniyette bir başkent tarafından yönetilmesi lazım. Yani, gerektiğinde yerel yönetimlere gerekli yetkilerin tanınması lazım. Aksi halde Üniter Devlet tamamen anti-demokratik olur çıkar. Bugünün dünyasında da anti- demokratik bir devletin devam edebilmesi mümkün değil. Dağılır gider.
Maalesef, bizde bazılarının “Üniter Devlet kırmızıçizgidir” dedikleri zaman kafalarındaki model, bu farklılıkları inkâr eden anti-demokratik Üniter Devlet türü. 1930’larde kalmış Üniter Devlet.
Ulus-devlet bambaşka
Ulus-devlet ise bizde bazıları tarafından, 12 Eylül faşizminin yaptığı 1982 Anayasası’nın “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” hükmünü gerçekleştirecek devlet türü diye düşünülüyor. Dahası, bu hükmü zor kullanarak gerçekleştirmek var zihinlerde.
Oysa Azınlık Raporu’nda (Ekim 2004) açık açık anlattık:
“‘Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü’ son derece doğal ve tüm dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur. Fakat ‘milletin bölünmez bütünlüğü’ kavramı, bizlere doğal gibi gelivermekle birlikte, bir Batılıya son derece terstir. Çünkü bu terimi kullanmak milletin tek parça (monolitik) olduğunu söylemektir ki, milleti oluşturan çeşitli alt-kimliklerin inkârı anlamına gelir ve dolayısıyla demokrasinin özüne karşıdır.”
Sonuçta, Fransa’da 1950’lerin başına kadar görülen Ulus-devlet uygulaması ile Türkiye’nin bugüne kadarki uygulamasından çıkan tek bir Ulus-devlet tanımı var:
Ulus’unu TEK KİMLİKLİ kabul eden ve bunu gerçekleştirmek için duruma göre ASİMİLASYON (eritme) ve/veya ETNİK/DİNSEL TEMİZLİK uygulayan devlet türü.
Yani, rahatça demokratik olabilen Üniter Devlet’in aksine Ulus-devlet, alt-kimlikleri inkâr etmek suretiyle demokrasiye rahatça engel olabilen bir devlet türü.
Hatta ayrıntı istiyorsanız, iki tür Ulus-devlet var. Her ikisi de gerçek demokrasiye engel, ama ikinci türü ‘demokrasi’ kelimesiyle aynı cümlede bir araya gelemeyecek kadar engel:
İki tip Ulus-devlet
Birinci tür, Fransa tipi: Belli bir etnik gruba değil, belli bir kültürel yapıya asimile olunmasını ister. (Çünkü aynen İspanya’da ‘İspanyol’ diye bir etnik grup olmadığı gibi, Fransa’da da ‘Fransız’ diye bir etnik grup yoktur). Homogenliği (tek tipli yapıyı) böyle sağlamaya çalışır. Aşağıda uzun uzun anlatacağım; Fransa bu nispeten az zararlı modeli bile altmış yıldır aşama aşama terk etti, Demokratik Devlet’e geçti.
İkinci tür, Türkiye tipi: Belli bir etnik gruba asimile olunmasını ister. (Çünkü Türkiye’de ‘Türk’ diye bir başat etnik grup vardır). Bu tür Ulus-devlet ırkçı olmayabilir, ama ırkçılıktan bir önceki istasyondur. Çünkü homogenliği asimilasyonla sağlayamazsa, ek olarak etnik hatta etno-dinsel temizlik politikasına da girişebilir. Nitekim aşağıda geleceğim, Türkiye Kürtlere hep asimilasyon uyguladı, Gayrimüslimlere de etnik ve dinsel temizlik. Sonra, Kürtlerin asimile olmayacağını anlayınca… Ama bunları aşağıda ele alacağım; şimdiden girmeyelim.
Bu tür bir devletin Demokratik Devlet türüne geçmesi tabii ki epey sancılı olur; zaten şu anda acıtan sancılar tamamen buradan geliyor.
Bizde bu ikisini aynı şey gibi takdim ediyorlar
İşte, bizde kimilerinin ‘milletin bölünmez bütünlüğü’nü koruyacak diye alkışladığı bu Ulus-devlet, belli amaçlarla Üniter Devlet’le aynı kaba konuyor.
Ve demokrasinin dağılma getireceğini düşünen bazıları huzura kavuşuveriyor. Yapılan iş, dua okuyup rahatlamak gibi. Hani, evden çıkarken Ayet el Kürsi’yi okursan yetmiş melek sen dönünceye kadar senin bütün günahlarının bağışlanması için dua edermiş, öyle. “Ulus-devlet ve Üniter devlet kırmızıçizgidir” dedin mi rahatlıyorsun.
Kanlı çatışmadan rant sağlayanlara sözüm yok. Ama bu rahatlayanlar onlardan değil. Üstelik bunlar, çocukları askere gidip de gelemeyenler. Korkuları da samimi. Fakat yılların milli eğitimi (ah, Sakallı Celal!) bunlara Ulus-devlet’i ilah olarak ezberlettiği için, böyle bir refleks geliştirmişler. Aralarında, maalesef, kendilerini hâlâ solcu diye takdim edip sol’u batıranlar özel yer tutuyor. Bunlar, 1960-70’lerde kulaktan duydukları ‘antiemperyalizm’ kavramını bugün Batı (hatta yabancı) düşmanlığı ve insan hakları paranoyası üretmekte kullanıyorlar.
Şimdi isterseniz teoriyi keselim. Tarihe girelim. Bu iki devlet türünün Fransa’da tarih içinde nasıl oluştuğunu ve nasıl muazzam bir evrim geçirerek bugünkü Demokratik Devlet’e dönüştüğünü izleyelim. Tabii, Türkiye’ye de gerekli göndermeleri yaparak.
Bir değil, iki Fransa var
‘Asimilasyoncu Fransa’ yerini ‘demokratik Fransa’ya bıraktı
Bir değil iki Fransa var. Mitterrand’ın 1981’de yaptığı şu saptama da bu ‘İki Fransa’nın olabilecek en veciz anlatımı: ‘Fransa’nın kurulabilmesi için geçmişte güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün dağılmaması için, siyasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması zorunlu hale gelmiştir
Ulus-devlet ve Üniter Devlet’in Batı’daki en mümtaz örneği Fransa idi. İdi. Bizde hep bu ülkeye gönderme yapılmasının sebebi de bu, zaten. Mesela deniyor ki Fransa ‘azınlık’ kavramını reddediyor, hemen seviniyoruz: “Koskoca Fransa reddederken, biz azınlık mı yaratacağız?”
Mesela deniyor ki Fransız Anayasası “Cumhuriyet’in dili Fransızcadır” (La langue de la République est le Français) diyor (madde 2), hemen atılıyoruz: “Bak, aynen bizim anayasamızın “[Devletin] Dili Türkçedir” demesi gibi (madde 3/1) Fransa da ‘resmî dili’ dememiş!”
Yalnız, daha ileri gitmeden söylemek zorundayım: Bir değil, iki Fransa var. Biri tarih içinde kalmış (asimilasyoncu) Fransa, biri bugünkü (demokrat) Fransa: 1) Fransa tarih içinde Merkeziyetçi Devlet’i hep yücelten bir ülke olageldi ve 19. Yüzyılda kurduğu Ulus-devlet modeliyle ciddi biçimde asimilasyon yaptı; 2) Fransa şimdi bambaşka bir ülke. Çünkü:
Bir kere, ‘azınlık’ kavramını reddeden Fransa, bugün ülkesinde kolektif azınlık haklarının ‘teritoryal’ (bölgesel) diye anılan en aşırı türünü tanımış durumda. Sınır boyları (İspanya ve Almanya sınırları) ve ada (Korsika) dâhil. Bu iki noktayı vurgulayışımın sebebi: Ulus-devlet olmayan çok daha özgürlükçü devletler bile böyle ‘uçtaki’ yerlerde (hele de, adalarda!) bölgesel haklar tanımaktan nefret ederler, bir gün ayrılabilir diye.
İkincisi, “Cumhuriyetin dili” diyor ama onun yanında (bizde çok kimsenin hiç duymadığı) “Fransa Dilleri” (Les Langues de France) diye bir kavram da var. Anayasa Madde 75-1 aynen şöyle: “Bölgesel diller Fransa’nın ortak mirasına dâhildir” (Les langues régionales appartiennent au patrimoine de la France).
Zaten, Cumhurbaşkanı Mitterrand’ın 1981’de yaptığı şu saptama da bu ‘İki Fransa’nın olabilecek en veciz anlatımı:
“Fransa’nın KURULABİLMESİ için, geçmişte, güçlü ve merkeziyetçi bir iktidara gereksinme duyulmuştur. Bugün ise, DAĞILMAMASI için, siyasal iktidarın ağırlıklı olarak yerel yönetimlere bırakılması zorunlu hale gelmiştir.”
Önce birinci Fransa’yı tarih içinde anlatalım, sonra ikinci Fransa’ya geçelim.
Aslında Fransa, merkeziyetçi olması açısından Batı Avrupa’da büyük bir istisna. Diğer ülkeler (Hollanda, İsviçre, İspanya, İtalya, Nazi dönemi hariç Almanya, vb.) hep daha âdemimerkeziyetçi oldular. Hele de İngiltere. Fransa’yı anlayabilmek için asıl İngiltere’yle birlikte tahlil etmek lazım.
İngiltere tarih içinde bırakınız Ulus-devlet’i, merkeziyetçilikten bile hep uzak oldu. Çünkü henüz Merkeziyetçi Krallık’ın kurulması döneminde (buna biraz aşağıda geleceğiz) Galler’i, İskoçya’yı ve İrlanda’yı yutmak/asimile etmek istediyse de iç ortam ve koşullar bunu engelledi.
Bireysel hakları güçlendiren bu ortam ve koşullar, İngiltere’de, Ulus-devletin ruhunu oluşturan asimilasyona izin vermeyen, gerek duyurmayan, aksine, uzlaşmayı öne çıkaran bir durum yarattı.
Fransa’da olay çok farklıydı. İktidarı evrimle değil devrimle ele geçiren Fransız burjuvazisi bireysel haklar’ın yanı sıra, ilginçtir, devlet’i de yüceltti. Ama isterseniz konuyu başından alalım.
Burjuvaziyi yetiştiren ortam
İngiltere’de burjuvazinin ortaya çıkmasının ardından Fransa onu takip etti. O tarihlerde, Paris’teki kralın amacı basitti: Aristokrasiyi (feodal beyleri) zayıflatarak krallık topraklarını genişletmek. Tüccarların, yani istikbaldeki burjuvazinin de amacı basitti: Daha geniş topraklarda, hukuk ve huzur sayesinde ticareti geliştirebilmek. Çünkü iç gümrükler, farklı hukuklar ve asayişsizlik ticaret yaptırmıyordu.
Güçlerini birleştirdiler. Sonuç, aristokrasiyi denetime alan ve burjuvazinin zenginleşmesine yardım eden Mutlakıyetçi/Merkeziyetçi Devlet türü oldu; doruğu, Louis XIV dönemidir (1638-1715). Bu sayede asayiş sağlandı ve ülkede tek bir hukuk geçerli oldu. Gelişen ticaret çok daha geniş bir Ekonomik Pazar yarattı. Bunun sınırları içinde çok farklı halklar temelde aynı kültürü paylaşmaya başladılar. Böylece, 16. yüzyılın sonunda, bugün ulus adını verdiğimiz toplumsal olgu filiz vermeye koyuldu.
Bir süre sonra burjuvazi, kendisinden aldığı vergileri İngiltere’yle nafile savaşlarda ve zevkü sefada harcayan kralı 1789 ayaklanmasıyla devirdi.
Burjuvalar, iktidarlarının meşruiyet temelini (o zamana kadar tarihteki istisnasız bütün hükümdarların yaptığı gibi) Tanrı olarak ilan etmeye devam edemezlerdi, çünkü adamın kafasını uçurtmuşlardı. Zaten, dinsel etkileri temizleyen bir Aydınlanma Çağı yaşanmıştı.
Meşruiyet temeline kendi sınıflarının adını da koyamazlardı çünkü halk tabakaları tepki gösterirdi. Egemen bir etnik grup da yoktu adını verecek.
J.-J. Rousseau’nun (1712-1778) fetvasını yazdığı gibi, meşruiyet temelini millet olarak ilan ettiler, halloldu.
Yani, milliyetçilik ideolojisinin Fransa’daki ilk işlevi, iktidarın kraldan/aristokrasiden burjuvaziye geçişini temellendirmek oldu.
Burjuvazi devleti yıkıyor ama devletçi çıkıyor
Mutlakiyetçi/Merkeziyetçi Devlet sayesinde gelişen burjuvazi onu yıkmıştı. Ama dediğim gibi, bireysel haklar’la birlikte güçlü devlet kavramını da getirmişti.
Bunun somut ifadeleri, bizzat, tarihte ilk defa ‘insan hakları’ kavramını ortaya atan ‘1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi’nde görülür. Şu tip cümle ve terimlerde: “Yasaya uygun olarak yakalanan, direnirse suçlu olur” (madde 7), “…meğerki bu inançların açıklanması, yasayla kurulan kamu düzenini bozmuş olsun.” (madde 10), “Yurttaş, ifade özgürlüğünün kötüye kullanılması hallerinden sorumlu olur” (madde 11), “Kamu gücü, herkesin yararı için kurulmuştur” (madde 12).
Çünkü Fransız burjuvazisi devlet’e muhtaçtı:
1) Bir İngiliz veya Amerikan burjuvazisine oranla zayıftı. Nitekim İngiltere dünyayı egemenliği altına almış, mesela 1763’te Fransa’yı Kuzey Amerika’daki bütün sömürgelerinden atmıştı.
2) Fransa’da krallık, aristokrasiyi Versailles Sarayı’na bir tür hapsetme sonucu topraklarının başından uzaklaştırarak bir karikatür haline sokmuştu. Yani güçlüydü. Burjuvazi onu devirmek için aşağı sınıflarla (sans-culottes, ‘Donsuzlar’) ittifak kurmak zorunda kalmıştı. Şimdi onlardan korkuyordu. Tabii, gelişmekte olan işçi sınıfından da.
3) Burjuvazinin nispi zayıflığı nedeniyle, Fransa topraklarında yerel diller (patois) güçlüydü.
4) İngiltere emperyalizme başlamıştı ve gittikçe hızlanan Sanayi Devrimi’nin hammadde, pazar, sermaye ihracı gibi ihtiyaçları karşısında rekabet etmek gerekiyordu.
İşte, zaten merkeziyetçi gelenekten gelmekte olan Fransa, 1789’dan sonra bu muhtaçlıklar nedeniyle Ulus-devlet mekanizmasını icat ederek içte asimilasyon’a, dışta emperyalizme girişti.
Asimilasyon; çünkü Fransa’da Bask, Breton, Norman, Kors gibi yerel kültürler ve diller yeni ‘ulusal’ kültüre direniyorlardı. ‘Birlik-beraberlik’ sağlanacaktı ki kolayca yönetmek mümkün olsun. Birlik-beraberlik deyince, tabii, 1871 Paris Komünü denemesini yapmış olan proletaryanın baş eğdirilmesini de unutmamak lazım.
Emperyalizm; çünkü hem ulusal sınırlar ticarete artık dar geliyordu, hem de İngiltere’yle rekabet edebilmeliydi.
Bütün bu anlattıklarımı şu formülle özetleyebiliriz:
Burjuvazi + Kral ‡ Mutlakıyetçi/Merkeziyetçi Devlet ‡ Asayiş ve Tek Hukuk ‡ Ticaret ‡ İç Ekonomik Pazar ‡ Ortak dil, kültür, vs. ‡ Millet ‡ Milliyetçilik ideolojisi ‡ Ulus-devlet ‡ İçte Asimilasyon, Dışta Emperyalizm.
İngiltere niye ‘Ulus-devlet’ olmadı da özgürlükçü oldu?
1) İskoç ve İrlanda aristokrasisi (/feodalitesi/asilleri) İngiltere’nin işgal ve asimilasyon çabalarına ciddi biçimde direndi (‘Cesur Yürek’ filmini hatırlayınız); 2) İngiliz burjuvazisi çok erken güçlenerek bütün bu bölgeleri ekonomik (ve tabii, kültürel) etkisi altına aldı; asimilasyon uygulamasına lüzum kalmadı; 3) İngiliz burjuvazisi, Fransa’da olduğunun aksine, aristokrasiyi bir devrim’le (ihtilalle) alt edip iktidarı zapt etmedi. Geçiş, bir evrim biçiminde oldu. Çünkü: a) Aristokrasi, Merkeziyetçi Krallık’ı çok erken bir tarihte, daha Osmanlı Beyliği’nin kurulmasından bile seksen dört yıl önce, 1215’te Magna Carta’yla sınırlamıştı. Düşününüz ki, Osmanlı’da bu belgeye karşılık düşen Senet-i İttifak 1808, can ve mal emniyetini getiren Tanzimat Fermanı ise 1839 tarihlidir. Biri beş yüz doksan üç, öteki altı yüz yirmi dört yıl sonra! b) Bizzat bu aristokrasi, daha 16. yüzyılın başından itibaren burjuvaziye dönüşmeye başladı. Zorla çevirip otlak haline soktuğu köylü tarlalarında (‘Çitleme Hareketi’) koyun otlatıp yününü satarak. Dikkat ettiyseniz, bizim kestirmeden ‘İngiltere’ diye etnik bir adla anıverdiğimiz devletin isminin katiyen bu olmayışı, ‘Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı’ gibi tamamen teritoryal (toprağa ilişkin) bir isim oluşu çok şey söylüyor.
Yarın: Fransa’da Fransızca ne zaman öğrenildi?
Yorumlar kapatıldı.