taraf@serdarkaya.com
Sevr Anlaşması dendiğinde, Türkiye’de hemen herkesin zihninde aynı harita imgesi canlanır. MEB tarih ders kitaplarının vazgeçilmez bir ögesi olan bu harita, farklı milletlerce paylaşılan bir Anadolu tasvir eder. Ne var ki, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana en az üç neslin zihnine kazınmış olan bu harita ve yorumlanış şekli gerçek dışıdır. (Tarih kitapları zaten nerem doğru ki diyor? HYETERT)
Gerçek harita
Sevr Anlaşması metninin ikinci bölümünde yeni Türkiye’nin sınırları açıkça belirtilir. Anlaşma metninin sonunda, bu yeni sınırları gösteren bir harita da yer alır. Ancak (bugün itibariyle internetten kolaylıkla ulaşılabilecek olan) bu gerçek Sevr haritası, MEB kitaplarında yer alan ve Türkiye’yi (kabaca) İç Anadolu Bölgesi’nin kuzeyi ve Orta Karadeniz’e hapseden sözde Sevr haritasından farklıdır.
Gerçek haritada Lozan’dan farklı olarak Türkiye aleyhine yorumlanabilecek sadece dört nokta göze çarpar. Birinci nokta, İzmir’dir. Sevr Anlaşması, İzmir’de Türk egemenliğinin devam etmesini, ancak şehrin yönetiminin Yunanistan’a devredilmesini ve İttihatçılarca tehcir edilen gayrımüslim İzmirlilerin şehre geri dönmelerinin temin edilmesini öngörür. Şehir, kurulacak yerel bir meclisle yerinden yönetilecektir. Aradan beş yıl geçtikten sonra, bu yerel meclis (muhtemelen bir referandum sonrasında) Yunanistan’a bağlanma kararı alabilecektir. İzmir konusundaki bu farklı uygulamanın nedeni, şehirde gayrımüslim nüfusun çoğunlukta olmasıdır. Ulus-devlet anlayışıyla hareket eden Sevr (ve Lozan), tıpkı diğer sınırlar gibi İzmir civarındaki sınırları da yerel etnik yapıyı dikkate alarak çizmiştir. İzmir’in “kurtuluşu”ndan hemen sonra Türk ordusunun şehri yakmasının ve gayrımüslimlerden “temizlemesinin” nedeni de budur. Neticede, Lozan’da İzmir’in Türkiye’ye verilmesi sadece askerî başarının değil, bu başarının hemen arkasından gelen Türkleştirme sürecinin de bir ürünü olmuştur.
Gerçek Sevr haritasında göze çarpan ikinci nokta Trakya’dır. Sevr, Türkiye-Yunanistan sınırını İstanbul’un batısından başlatır ve Boğazları silahsızlandırarak uluslararası trafiğe tamamen açık bırakır. Anlaşma, İstanbul’un Türkiye’nin başkenti olmaya devam edeceğini ve sultanın orada ikamet edeceğini de açıkça belirtir (Madde 36). Ancak Lozan, Türkiye-Yunanistan sınırını Meriç Nehri’ne çeker. Boğazların (sivil gemilerin geçişinin serbest olması şartıyla) Türkiye’nin kontrolüne bırakılması ise, 1936 yılında imzalanan Montrö Anlaşması ile olur.
Üçüncü nokta, Güneydoğu’dur. Resmî söylemin aksine, Sevr Anlaşması Güneydoğu’da bir Kürdistan kurulacağını söylememekte, sadece Güneydoğu’da yoğun olarak yaşayan Kürtlere otonomi tanınmasından söz etmekte, bağımsızlık konusunu ise Kürtlerin iradesine bırakarak bu konuda bir referandum öngörmektedir (Madde 62, 63 ve 64). Bu noktada, gerek otonominin gerekse Türklerle birarada yaşayıp yaşamama konusundaki kararı Kürtlere bırakmanın zaten demokrasinin bir gereği olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, Türkler ve Kürtlerin bu türden medeni ve barışçıl bir süreçte karar kılmaları için herhangi bir uluslararası anlaşmada bu yönde bir madde bulunması elbette gerekmez. Ancak belli ki İtilaf Devletleri, Kürtlerin hakları konusunda İttihatçılara güvenmemektedirler ki Lozan’dan bugüne yaşananlar, Sevr’de ifade bulan bu kaygının temelsiz olmadığını gösterir. (Bu noktada, Sevr’in, Kürtlerin Lozan’ı olduğu da söylenebilir.)
Dördüncü nokta, Kuzeydoğu’dur. Sevr, (kabaca) Giresun ile Van Gölü arasındaki çizginin kuzeydoğusunda kalan kısımda bir Ermeni devleti kurulmasını öngörür. İlgili devletin sınırlarını ABD Dışişleri Bakanlığı çizmiştir. Amaç, Türkiye’yi 1914’ten itibaren işlediği savaş suçları nedeniyle cezalandırmak, suçluların yargılanmalarını temin etmek (Madde 226 ila 230) ve yaşanan trajedinin ardından Ermenilere takriben 3000 yıldır yaşamakta oldukları toprakların en azından bir kısmını geri vermektir. İtilaf devletleri Lozan’da bu konularda da geri adım atarlar.
Sonsöz
Netice itibariyle, Sevr ile Lozan arasındaki tek ciddi farkın literatürde “Wilson Ermenistanı” olarak adlandırılan bölge olduğu, Anadolu’nun paylaşılmak istendiği yönündeki iddiaların ise gerçeği yansıtmadığı rahatlıkla söylenebilir.
Sevr’in (padişahın onay imzasından geçmediği için) hiçbir zaman geçerlilik kazanmadığı düşünülecek olursa, bu noktada şu iki soruyu sormak ilginç olabilir: Ermenilerin artık yaşamadıkları bir coğrafyada sadece kâğıt üzerinde varolan Wilson Ermenistanı konusundaki ihtilaf diplomasi ile çözülebilir miydi? Yoksa İstanbul’un işgalinin ardından Anadolu’da direniş örgütleyen İttihatçı çetelerin hiç yoktan Yunan işgaline kapı açmaları daha mı iyi oldu?
Yorumlar kapatıldı.