İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bir garip Anto ölmüş diyeler

Rober Koptaş

Madem ölüm de hayata dair, madem pırıltılı yaz güneşiyle tezat oluşturduğu düşünülen ölümden konuşuyoruz bu ara, ‘bayat haber’ halini almış bir kayıptan söz edelim bu hafta da. 90’lı yıllarda gazetelere ‘Diyarbakır’ın son Ermenisi’ başlıklı yazılarla konu olan Antranik Zor, namıdiğer Anto Dayı, Aralık ayında, son dokuz yılını geçirdiği Surp Pırgiç Hastanesi’ndeki koğuşunda hayata gözlerini yumdu.

Hiçbirimiz onun ölümünden haberdar olmadık, tabutuna omuz vermedik, mezarına toprak atmadık, ardından gözyaşı dökmedik, iki satırla onu yâd etmedik. Sözün özü, bugün restorasyonuyla hepimizi sevindiren Surp Giragos Kilisesi’nin bu kahraman bekçisine ayıp ettik. Diyarbakır’dan İstanbul’a gelince, üstelik bir de hastalıkları nedeniyle hastane odasına mahkûm olunca, bir elin parmaklarını bulmayacak vefalılarımız istisna, Anto Dayı’yı unutmuştuk.

Haziran 1996’da Agos’un arka sayfasının misafiriydi. 1999’da, Hakan Gülseven, Radikal İki’de ‘Gâvur Mahallesinin Son Gavuru’ başlıklı yazısıyla tanıtmıştı onu. Gülseven’e, “Gitmem buralardan” demişti. Gitmezdi her şeye rağmen, eğer hastalanmasaydı… Sonrasında, başta Mıgırdiç Margosyan ve ona ‘Son Ermeni Mohikan’ adını takan Şeyhmus Diken olmak üzere, hakkında yazıp çizenler oldu. Özcan Alper’in ‘Gelecek Uzun Sürer’ filminde Sarkis Seropyan’ın canlandırdığı yalnız kilise bekçisi karakterine ilham veren de oydu.

Ağır hastalanıp Yedikule Ermeni Hastanesi’ne yatırılmadan önce, Diyarbakır Surp Giragos Kilisesi’nin avlusunda, bir başına, kilisenin hem bekçiliğini, hem yöneticiliğini, hem vakıf mallarının sorumluluğunu sürdürürken “Gittiler işte, hepsi gitti, bir tek ben kaldım geriye. Sahibi de, bekçisi de benim bu kilisenin” dedi, ziyaretine gelenlere.

Yalnızdı, evlenmemişti, kimsesi yoktu. Özellikle 80’li yıllardan itibaren, Diyarbakır Ermeni cemaati kentte barınamayıp aileler birer birer İstanbul’a veya Batı ülkelerine göç edince, yüzlerce yıllık Surp Giragos Kilisesi öksüz kalmıştı. Kiliseyle birlikte Anto Dayı da… Toprak damını loğlayıp sağlamlaştıracak kimse olmayınca, kısa bir sürede damı aşağı inmişti kilisenin. İki öksüz, Anto Dayı ve Surp Garabed, birbirlerine emanetti. O olmasaydı, restore edilecek bir kilise de kalmayabilirdi. Anadolu’nun her köşesinde, buharlaşıp gidiveren kiliselere baksanıza…

Kim bilir neler yaşamıştı o yalnız zamanlarda. Agos’a, bir gece kiliseye gelen eli silahlı birkaç kişinin, arama yapılacağı gerekçesiyle zorla kapıyı açtırdıklarını ve 800 yıllık yazma İncil’i alıp götürdüklerini anlatmıştı misal. Neleri anlatamamıştı acaba? Ya da anlattıklarından neleri yazamamıştık o zaman gazeteye?

2 Aralık 2002’de, tedavi için Surp Pırgiç Hastanesi’ne getirilmişti. “İyileşir yine memlekete dönerim, ben bu İstanbul cehenneminde fazla kalamam” diye düşünüyordu ama, sağlığı izin vermedi. 4 Aralık 2011’e kadar, tam dokuz yıl döşeğinde kaldı; ömrünü hasta koğuşunda tamamladı. Nüfus kâğıdına göre 1934’te, Diyarbakır’da doğmuştu. Diyarbakır’a dönebilseydi, memleketinin yüzü suyu hürmetine, mutlaka birkaç yıl daha yaşardı.

Halıcıoğlu Ermeni Mezarlığı’nın kimsesizler köşesine defnettiler onu. Yani, Lüsye Baco’yla aynı kaderi paylaştı. Lüsye Baco da, 90’lı yıllarda Diyarbakır Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nin viran olmuş müştemilatlarının bir başka odasında, bir başına kalıyordu. Mıgırdiç Margosyan, bir yazısında “Soyadını bilemeyen veya hatırlayamayan bir dişi kuş! Uçamadığı için Diyarbakır’da kalan ‘Ermeni asıllı’ son kelaynak kuşu” diye anacaktı onu. O da 1996’nın Mart ayında, ağır hasta olarak Surp Pırgiç’e kaldırıldı. Yeni bir baharı karşılayamadı, 10-15 gün sonra toprağa kavuştu. Kelaynaklar birer birer gidiyordu.

Anto Dayı’nın yazılarla çizilen silueti, eskiden Keldanilerin, Süryanilerin, Yahudilerin, Rumların, Kürtlerin, Arapların ve Türklerin bir arada yaşadığı bir şehrin son Ermenilerinden birinin portresiydi. Silikti, silikleşiyordu. Bütün yazılar, bütün fotoğraflar onun ‘son’luğunu, sonunculuğunu öne çıkarıyordu – kaçınılmaz sonu bekleyişini…

Oysa bir mesleği vardı Anto Dayı’nın; kalaycıydı ve işinin ehliydi. Küçük dükkânında, etrafı kalayladığı eşyayla çevrili halde bir fotoğrafı var Agos’un arşivinde. İşte orada, kendisine çizilen o silik siluete itiraz eder gibi bakıyor objektife. Daha güvenli, daha az mahzun; “İşte ben buyum, hadi çek fotoğrafımı” diyor adeta.

Hakan Gülseven’in çektiği bir karede ise, kaçak çayını yudumlarken ince belli bardaktan, parmağında gümüş bir yüzük var. Yıkıntıların yüzü silik silueti olmaklığa bir başka isyan emaresi; “Ben varım, yaşıyorum, beni görün” diyen…

İstanbul’da onu zaman zaman ziyaret edip hatrını soranlardan biri, Aras Yayıncılık’tan Yetvart Tovmasyan’dı. Şöyle anlatıyor son görüşmelerini: “Geçen sene kilisenin restorasyon çalışmaları bitip de o coşkulu açılışın yapıldığı günlerde, Sülüklü Han’da dostlarla muhabbet tellendirirken laf dönüp dolaşıp Anto Dayı’ya geldi. İstanbul’a dönüşümde hastaneye gittim, yanına çıktım. Hemşerilerinin selamını götürdüm, hem de olan bitenden, kiliseden haberler verdim. Açılış şenliğini anlattım. Hep elini alnına götürdü, ‘Başım gözüm üstüne’ demek istedi. İkide bir, iki lafın arasında elini alnına götürüyordu, bir de dudaklarına götürüp öpücük gönderiyordu.”

Başa ve dudaklara doğru giden o el, elbette bir teşekkürün, ama herhalde ondan da çok, bir helalleşmenin işaretiydi. Bunu ancak bugün anlayabiliyoruz.

Anlatmaya devam ediyor Tomo Abi: “Sonra birkaç kez daha uğradım. Ama bir süre, günlük hayat, büyük şehir hayatı koşuşturmaları içinde uğramayı aksattım. Mayıs ayında Diyarbakır’da kitap fuarı vardı. Yine dostlarla hoş vakit geçirdik, yine Anto Dayı’yı andık. Dönüşte, onların selamını götüreyim diye hastaneye gittim ama artık Anto Dayı yoktu. ‘Öldü, cenazesini kaldırdık’ dediler. Çok geç kalmıştım. Nasıl mahzun oldum anlatamam. Halıcıoğlu Ermeni Mezarlığı’nın yolunu tutmak boyun borcu kaldı.”

Bu dünyadan bir Anto Dayı geçti. Onun adı Antranik Zor’du. Zor bir hayatı oldu. Ama o, zora kafa tutacak, tek başına bir kiliseyi savunacak kadar gözüpek bir adamdı. İyi ve güzel bir adamdı.

Yunus Emre’nin şiirindeki gibi üç gün sonra bile değil, aylar sonra duyduk ölümünü. Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin.

O garibin de toprağı bol olsun.

https://www.agos.com.tr/tr/yazi/8798/bir-garip-anto-olmus-diyeler

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın