Yusuf Nazım
Ermeni asıllı yazar Saroyan, vasiyetinde mezarının Bitlis’te olmasını ister. Ama 1980’in cunta şartlarında buna izin verilmeyeceğini anlayıp vazgeçer.Sonlar ürkütücüdür. Hüzün verir insana. Her tükeniş, gidip de bir daha geri gelmeyecek olana dairdir… Bitlis’in sokaklarında takatsiz dolaşan ve çocukların alay ettiği bu kişi, daha niceleri gibi bu topraklardan göç etmiş bir Ermeni ailesinin geride kalmış üyesi, Bitlis’in son Ermeni’sidir. Muğsi Ağa ile sohbet eden Saroyan, onun “Ömrünün son günlerini Ermenilerin arasında geçirerek ölmek” isteğini yerine getirir.
Ermeni asıllı yazar Saroyan, vasiyetinde mezarının Bitlis’te olmasını ister. Ama 1980’in cunta şartlarında buna izin verilmeyeceğini anlayıp vazgeçer.Sonlar ürkütücüdür. Hüzün verir insana. Her tükeniş, gidip de bir daha geri gelmeyecek olana dairdir. Boşalmış bir köyün kimsesizliğinde direnmeye çalışan son ev nasılsa, sönmeye yüz tutmuş bir ateşin rüzgârda uçuşan alazları da öyledir.
Kına yeşili vadideki HES nedeniyle kurumuş dere yatağında, bir avuç suda çırpınarak can çekişen son balık.. Dünyanın herhangi bir yerinde unutulmaya yüz tutmuş bir dilin mahzunluğu.. Milyonlarca yıllık bir evrimin bugüne taşıdığı halkasının hayatta kalmaya çalışan bir türüne ait yaşayan son canlı…
Her sonun kendine özgü bir hüznü vardır. Her hüzün başka bir sonu çağrıştırır.
Anneannem, “Kürtçe kalbin dilidir” derdi. Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı ve parlak. Bizim dilimizse acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin ve acının yükü var.
Amerikan edebiyatının en güçlü kısa öykü yazarlarından olan William Saroyan, 1938’de yazdığı “Yaşayanlar ve Ölüler” adlı kitabında böyle der.
Saroyan, 31 Ağustos 1908’de ABD’nin Kaliforniya eyaletinin Fresno kasabasında Ermeni bir göçmen ailesinin üyesi olarak dünyaya gelir. Üç yaşındayken babasının ölümü üzerine üç kardeşiyle birlikte yetimhaneye verilir. Beş yıl sonra yetimhaneden çıkan Saroyan, okula on beş yaşına kadar devam eder. Aklında hep yazar olmak vardır. Cenaze işleri, demiryolu işçiliği de dahil değişik işlerde çalışır. Bir yandan da öyküler yazar. Dergilere gönderdiği öyküler başlangıçta beğenilmez. 1933’te ‘Story’ adlı bir dergide ilk öyküsü yayımlandıktan sonra şansı açılır. İlk kitabı 1934’te yayımlanır. “Cesur Delikanlı” adlı bu ilk kitabı o yılın en çok satan öykü kitabı olur. Hayalindeki yazar olmak amacının onu heyecanlandıran ilk başarısıdır bu. Edebiyatta çok üretken yıllara adım atar. İlk öykü kitabını sırasıyla 1936’da “Nefes Al, Nefes Ver” adlı kitabı ve “Gönlüm Yaylalardadır” adlı tiyatro oyunu izler. “Hayatımın Günü” oyunuyla 1940’ta Pulitzer Ödülü’nü kazanır, fakat ödülü almayı reddeder. Ödülü reddetme gerekçesi, ödüle layık görülen yapıtının, o güne kadar yazdıklarından ‘daha iyi olmadığı’na inanmasıdır.
Saroyan, 73 yıllık ömrüne 60’tan fazla eser sığdırır. Öykü, oyun ve romanları birçok dile çevrilir. Eserlerinde içten ve yalın bir dil kullanır. Son derece akıcı, adeta konuşur gibi, coşku dolu bir tarzla geliştirdiği kendine özgü biçim Amerikan edebiyatında “Saroyanesque” adıyla anılır. “Yalınlığın dehası” olarak bilinen Saroyan, 18 Mayıs 1981’de doğduğu kasaba olan Fresno’da hayata gözlerini yumar. Onun dünya edebiyatına katkılarından dolayı 2008 yılı, UNESCO tarafından “Saroyan Yılı” ilan edilir.
Saroyan, vasiyetinde mezarının Bitlis’te olmasını istediğini yazar.
Amerika kıtasının küçük bir kasabasında dünyaya gelerek ve burada hayata veda eden ünlü öykücüsünün, mezarını Bitlis’te istemesinin bir nedeni vardır. Saroyan’ın kökleri, Anadolu topraklarına ait Bitlis şehrindedir. 1905’te yaklaşmakta olan bir felaketin tedirginliği Saroyan ailesini Kalifornia’nın Fresno kasabasına kadar savurmuş, atalarının yüzyıllar boyunca yaşadıkları toprakları terk etmek zorundan kalmışlardır.
Sekiz yaşında yetimhaneden çıktığında, büyüklerinden dinlediği hikâyeler, ona Pulitzer Ödül’nün de verileceği zengin bir düş dünyası kazanmasına neden olmuştur. Eserlerini İngiliz dili ve Amerikan toprağı beslemiş, ancak yazdıklarının ruhunda hep
Anadolu olmuştur. “Göçmenlik” olgusunu, Ermeni göçmen çocuklarının yaşam zorluklarından yola çıkarak anlattığı öyküleri çok bilinir. Kendi köklerine olan inanılmaz özlemin etkisiyle olsa gerek, eserlerinde insanı, doğduğu, yaşadığı topraklara adeta âşık eder. Sanılanın aksine Türklere ve Türkiye’ye karşı hiçbir önyargı beslemez. Aynı şey bütün dünya halkları ve ulusları için de geçerlidir. Özellikle “Ödlekler Cesurdur” adlı hikâyesi hoşgörü, bağışlama ve insan sevgisi üzerine kurulmuş anıtsal bir eser gibidir.
Memlekete dönmek>
1964’te William Saroyan, yıllarca içinde taşıdığı Bitlis aşkının ateşini dindirmek için köklerine doğru bir yolculuğa koyulur. Yanında Yaşar Kemal, Ara Güler, Fikret Otyam gibi dostları vardır. Bitlis’e geldiklerinde eğilip toprağı öper. Sevinçten şaşırmış bir çocuk gibi sağa sola koşar durur. Yolda rastladığı her şeye “Memleketlim” der; ağaca, taşa, toprağa, hayvanlara sarılır, öper, koklar. Geçtiği Bitli’in tüm köylerinde durup köylülerle söyleşir. Rüyalarının denizi, Van Gölü kıyısında eğilip gölün suyundan içer. Bitlis’in yakınında büyükannelerinin anlattıklarıyla efsaneleşen Sapkor Çeşmesi’nde elini yüzünü yıkar, doya doya su içer…
Şehre vardıklarında, eski, kesilmiş taşlardan evleri, tepesi çanlı kuleleriyle kiliseleri, o ünlü mezar taşlarıyla mezarlıkları göremezler. Kentteki 4 Ermeni mezarlığından geriye tek bir mezar taşı bile kalmamıştır. Bir kilise yıkılarak yerine cezaevi yapılmış, diğerlerinin kimisi ahıra, kimisi de başka bir şeye dönüştürülmüştür. 1910’lu yıllardan itibaren emperyalist emellerle
Anadolu’ya akın eden güçler, halkları birbirine düşürmüş ve sonuçta egemen olanın zulmü, zayıf olanın üstüne boşalmış ve onu tüketmiştir.
Babasının olduğunu tahmin ettikleri evi bulurlar. Saroyan, harabe halindeki evin yıkılmış duvarları arasında diz çöker ve sessizce ağlar. Kin duymaz, öfke beslemez. Sadece ağlar. İçin için ağlar. Bir şarap deresi gibi yumuşak, tatlı ve parlak akan müziğin dili ile kalbin dilini ortaklaştırır. Sızısıyla, acının diline tercüman olmaya, nefretin ve acının yükünü azaltmaya çalışır.
Muğsi Ağa’nın son isteği Atalarının doğup büyüdüğü bu topraklarda bulabildiği tek Ermeni ise yaşlı Muğsi Ağa’dır. Ermeni kimliğinden vazgeçmeden, yılların eskittiği yüreğiyle, ölüme gün saymaktadır. Bitlis’in sokaklarında takatsiz dolaşan ve çocukların alay ettiği bu kişi, daha niceleri gibi bu topraklardan göç etmiş bir Ermeni ailesinin geride kalmış üyesi, Bitlis’in son Ermeni’sidir. Muğsi Ağa ile sohbet eden Saroyan, onun “Ömrünün son günlerini Ermenilerin arasında geçirerek ölmek” isteğini yerine getirir.
Saroyan, 12 Eylül 1980 askeri cunta koşullarında izin verilmeyeceğini anlayarak vasiyetini değiştirir. Sonradan vasiyet ettiği üzere, küllerinin bir bölümü “Ermenistan’a” götürülerek Erivan’daki ünlüler mezarlığına gömülür.
Sonlar hüzün vericidir. Kars’ın, Ardahan’ın bozkırlarında sayıları iyice azalmış, bir sığıntı gibi yaşayanlar… Hayata, o kendine özgü sessiz masumluklarını bağışlayarak azala azala tükenen insanlar; Malakanların sonuncusu… Yangın yerine dönmüş yüreğimden geride kalan son kıpırtı… Derin bir ohhh çeker gibi ciğerlerime soluduğum son nefes.. Bilgeliğini toprağa, havaya ve suya bağlılıktan alan Amerika kıtasının soyu tükenen yerlileri… Uygar Avrupa’nın okyanus ötesi talanından kurtulmuş, yaşayan son Kızılderili… Gidip de bir daha geri gelmeyecek olanın hüznü… Bitlis’te son Ermeni…
Dedim ya her sonun kendine özgü bir hüznü vardır. Her hüzün başka bir sonu çağrıştırır.
YUSUF NAZIM: Öykü yazarı
Yorumlar kapatıldı.