İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Rıfat derlerdi ama ben Rafael’dim’

Gençlerbirliği’nin uğuru, camianın bildiği adıyla Rıfat veya Refai Demircan, bir Ankara Ermenisiydi. Asıl adı Rafael olan Demircan, uzun yıllar hizmet verdiği kulübü 1. Lige çıkınca “Bir Ermeni olarak göze fazla battığı için” yüreği buruk bir şekilde uzaklaşmak zorunda kaldı takımından. Kendini Avustralya’da buldu. Yine de Türkiye’yle yatıp Gençlerbirliği’yle kalkıyor.

Gençlerbirliği’nin uğuru Ermeni Rıfat

Ankara’nın köklü kulübü Gençlerbirliği’nin en sadık taraftarlarından biriydi. Babadan miras taraftarlığını, kulüp yöneticiliğiyle taçlandırdı. Endüstriyel futbolun burnu havada yönetici tipinden çok farklı bir profil çiziyordu. Futbolcunun her derdine koşan, onunla sevinen, onunla ağlayan, takım daha iyi beslensin diye işinin gücünün nafakasını hiç düşünmeden feda eden bir gönül bağı demekti yöneticilik onun için. Oyun profesyonelleştikçe, pasta büyüdükçe, siyasilerin ve para sahiplerinin iştahını kabarttıkça, onun gibiler de sahneden hızla çekildiler.

Gençlerbirliği camiasının bildiği adıyla Rıfat veya Refai Demircan, bir Ankara Ermenisiydi. Asıl adı Rafael ya da kısaca Raffi olan Demircan, bugün Avustralya’nın Melbourne şehrinde yaşıyor. Uzun yıllar hizmet verdiği kulübü 1. Lige çıkma başarısını gösterdiği dönemde, “Bir Ermeni olarak göze fazla battığı için” yüreği buruk bir şekilde uzaklaşmak zorunda kalmıştı takımından. Çok sevdiği ve çok da sevildiği Gençlerbirliği hayatından çıkınca, Türkiye’de daha fazla barınamadı ve kendini okyanus ötesinde buldu. Bugün hâlâ özlem ve sevgiyle anıyor geçmiş günleri. Hem Türkiye’yi hem Gençlerbirliği’ni yakından takip ediyor, olumlu gelişmelerle seviniyor, kötü sonuçlara ve kötü olaylara üzülüyor. Yüreği her an, memleket hasretiyle atıyor.

Rafael Raffi Rıfat Refai Demircan’ın, ailesinin 1915’te yaşadıklarıyla başladığımız hikâyesi, hem bir futbol tutkununun karşılıksız sevgisini, hem de Anadolu Ermenilerinin yaşadığı zorlukları anlatıyor. Macerasını, onun ağzından, anlattığı gibi naklediyoruz.

ROBER KOPTAŞ
rober.koptas@agos.com.tr

1948 Ankara doğumluyum, doğma büyüme Keçiörenliyim. Ankara’nın sayfiyesi sayılan, ailemin yazlık olarak kullandığı Aktepe’de bağ evinde doğdum. Babam Tatyos, anam Sofig. Eski soyadlarını bilemiyoruz. Demircan bizim soyadımız değil, devletin kafasına göre koyduğu soyad. Biz esas Ankara Stanoz’luyuz  ama ben Keçiören’de büyüdüm. Yaklaşık 300-400 yıllık bir mazisi var Stanoz’un. Kilikya’dan göçürülmüşüz. 5000 kişinin yaşadığı, üç okulu, üç kilisesi olan, iki dil öğretilen bir okul. Anneannem Sara bilhassa yabancı dilde iyiydi. Onların sülale adı Köseyan’dı.

1915’te dedem iğneyle öldürülmüş

Adını aldığım Rafael dedem 1914’te askere alınmış. Geri geldiği gün sapsarıymış ve ertesi gün ölmüş. Tek bir laf edebilmiş: “Bir şeyim yoktu, bana ‘hadi askerliğin bitti’ deyip bir iğne yaptılar.”

1915’e dair çok hikâye var ailede. Onlarla büyüdük. 63 yaşındayım. Hiç aklımdan çıkmadı. Bilhassa babaannem anlatırdı. Babam biraz korkardı, bir şey görmedim derdi, ama hayal meyal babasının geldiğini hatırlıyordu.

Babaannem, “Zir çayı günlerce kan aktı” derdi. Anneannemin babası, amcası ve amcasının çocukları, askere alınma çağı olan 25-45’in dışındakilerin hepsi öldürülmüş. Bir amcamız vardı, ömür boyu korktu. Hiç konuşmamıştı, Avustralya’ya beni ziyarete gelince anlattı neden korktuğunu. 7 yaşındaymış, kafasını jandarmalar Zir çayına sokuyormuş. Çıkarınca bir daha, “Sok kafanı lan!” diye bir daha… Bu işkencenin etkisini unutmamıştı hiç.

Benim anneannem ve babaannem ısrarla anlatıyorlardı. Kadınlar anlatıyor, erkekler susuyordu genelde.

Bu işi yapan meşhur Dönme Bayraktar Hasan imiş. O organize etmiş. Ermeni’den dönmeymiş ama köyde erkek bırakmamış. Ama sonra bir türlü can verememiş. Can çekişmiş günlerce. Bas bas bağırıyormuş, “Ermeniler, Ermeniler!” diye. Ölmek istiyormuş ama bir türlü ölememiş.

Babam siyasetçilerin terzisiydi

Babam çaycı çıraklığı yapmış, okul görmeden, Ankara’nın meşhur Saadettin Fırını’nda çalışmaya başlamış. Süper akıllı bir çocukmuş. 80 yaşında Avustralya’da öldü 7-8 sene evvel. Terzilik öğrenmişler, çok çalışmışlar. Ortağı eniştesiydi. Ben çocukken kırmızı plakalı arabaların kapıya gelip, provaya gittiklerini anımsıyorum. Celal Bayar zamanında Köşk’e terzilik etti, Cevdet Sunay zamanına kadar devam etti. Çok çalışkandı, gece gündüz çalışırdı.

Okulun ilk günü dayak yedim

İlkokul zamanı Keçiören’de geçti. Keçiören Çizmeci ilkokuluna yazdılar beni. Eski bir Ermeni eviydi. Beş katlı, bahçe içinde, her tarafı oymalarla süslü bir binaydı.

Birinci gün, birinci derste, okula isyan ettim. Sırayla sayıyor öğretmen, Nermin Hoca, 282 Erol, kalk oğlum diyor, baban kim, ne iş yapar? Selahattin, Şekerspor’un başkanı. Arkasından, 283 Ra-Ra-Ra-fael Demircan, kalktık ayağa. Bu ne ismi? Ermeniyim. Nereden geldiniz? Nereden geldik bilmiyorum, çocuğum, cahilim. Ondan sonra, sağdan, soldan, babanın adı ne? Tatyos. Çocuklar, arkadaşlar, “Rafa! Rafa! Tatyos!” diye alay ediyor. Birinci dersin sonunda dışarı çıktım. Kavga, dövüş, üstümdeki önlük, boynumdaki yaka yırtık, eve döndüm. Anam biraz Osmanlıydı. Paltosunu giydiği gibi doğru müdür Salim Erdem’e.

Annem müdüre geldi, nasıl bağırıyor, asla unutamam. Müdür iki metre boyunda ama dünya iyisi bir adam. Nermin Hoca’yı çağırdı. Sen ne yapıyorsun dedi, suç işlediğini biliyor musun? Neyse oğlum, hadi git dersine falan… İkinci ders geçti, üçüncü ders öğretmen bana, oğlum ben sana bir şey yapmadım ki dedi ve ben o öğretmenle ilkokulu bitirdim. Ama adım Rafa, Rafi, Rafı, artık kim ne uydurursa öyle gitti.

Babaannem tren sesi duyunca ağlardı

Hacıdoğan mahallesinde otururken, olduğu gibi Ermeniydi orası. Babaannem çekirdek çitlerdi, ben kucağında otururken ağlardı durup dururken, hiç unutamam onları. Bizim Hacıdoğan, tren istasyonuna yakın olduğu için, tren düdüğü duyduğu zaman ağlamaya başlardı. Vah garipler gidiyor, vah garipler gidiyor diye.

Ortaokul ikide derslerim zayıftı ve okulu bıraktım. İbrahim Gobi diye 2 sömestr tayin olan bir hoca vardı. Adımı öğrendikten sonra okulu bırakana kadar enseme çöker, “Dürzü!” diye yüzümü sıraya sürterdi. Ben de okulu bıraktım. Bütün tahsilim bu. Gınkahayrımın (Vaftiz babamın) yanına çırak girdim. Dedi, senin ismin pazarda böyle söylenmez, sana Rıfat diyelim, ismim öyle kaldı. Gımes’di adı, Kımız Bey derlerdi ona da. Babası Ankara’nın meşhur ciğercilerindendi.

Ulus’ta çalışıyorduk. Başıma bir olay geldi, onu unutamam. Bizim adımız Rıfat, yanımızda komşumuz var, Ahmet Ağabey, iyi adam. Bulgar göçmeni bir pehlivan. Çalışıyoruz, altı-yedi ay sonra Ramazan geldi. Benim patron Ermeni, haliyle oruç tutmuyor. Öbürleri dükkanı kapayıp, bir lostra salonunda oruç açıyorlardı. Ben çocuğum, yanlarına gittim, gel bir lokma ye dediler. Ahmet Ağabey, “Ya ne o öyle, oruç tutmazlar bir şey yapmazlar. Herkesin dükkanı kapalı, gavuroğlu parayı götürüyor!” dedi. O benim patrona gavuroğlu deyince, ben de ona Bulgar tohumu dedim. Muhacirdi. Sandalyeyi aldığı gibi kafama attı, tabii ben kaçtım. Derken patırtı, kütürtü, birden elli kişi oldu orada. Ben dükkânı kapadım kaçtım. Ermeni diye bağırılmaya başlandı, basbayağı üstüme çullandılar. Daha çocuğum halbuki! Bir üsteğmen kurtardı beni kalabalığın elinden. “Bende Ermenilerin çok emeği vardır” dedi. Yani böyle bir dünya, elli kişi seni linç etmeye çalışıyor, biri seni kurtarıyor.

Ankara’nın en iyi mağazasında çalıştım

Ben orada tezgahtarlığı çok iyi öğrendim, çok da sevdim. Yanda bir hacı ve oğlu Faruk vardı, parfümeri dükkanı açmaya karar verdiler. Ustamdan izin alarak, bayağı da para vererek, Anafartalar Çarşısı’nın altında, Yasemin Plak ve Parfümeri Salonu diye bir yer açtık. Bir sene orada çalıştım. Bu arada, ben toptan mal aldığım zaman, Kızılay’da meşhur Melek Parfümeri vardı, onun sahibi de Ermeni, benim yanıma gel dedi. 18 yaşlarındayım o zaman. Ankara’nın en iyi mağazasının, en iyi tezgâhtarı oldum bir anda. Pakrat Ağabey’in yerinde.

Ne müşterilerim vardı

Müşterilerim arasında, o zamanın en meşhur insanları, İsmet İnönü’nün eşi dahil, bana gelirlerdi. Hatta bir gün, yeni tırnak çakısı takımı gelmişti, çanta içinde, onu tavsiye ettim. Sen dedi, tavsiye edersin de ben almaz mıyım Mevhibe Hanım. Böyle müşterilerim vardı.

Orada 20 yaşına kadar çalıştım. Bana Rıfat diyorlardı ama, benle üç kere konuşan adama dördüncüsünde mutlaka Ermeni olduğu söylüyordum. Ermeni olduğumu söylemem icap eder sanıyordum. Ortaokul zamanında, Keçiören’de zaten bayağı arkadaşım oldu, babamın durumu çok iyiydi. Keçiören Spor Kulübü’nün fahri başkanıydı her zaman, eli cebinden çıkmıyordu, Tatyos Ağabey diyene gece uyanıp para verirdi. Maçta çocuklara prim dağıtırdı. Babam kendini çok sevdiren, çok canayakın, herkes tarafından sevilen bir adam. Ben de onun çocuğuyum. Benim etrafımda bir dolu insan oldu. Beni seven arkadaşlarım oldu ve beni koruyan. Bunlar Kürt çocuklarıydı, neden beni koruduklarını çözemedim o zamanlar. 22 senedir Avusturalya’dayım ve bu tip şeyleri yeni yeni anlıyorum.

Ermeniler konuşmazdı. Yaptıkları işlerden dolayı susarlardı… Çoğu terziydi, hepsi zanaatkardı zaten, iyi müşterileri vardı, kimseyle dalaşmazlardı. Kasıtlı bir şey olsa bile sineye çekerlerdi. Kaç kere babamı sıkıştıranlar oldu, kabadayı adamlar, haraç kesmeye geldiler. Benim burnum kırıktır şimdi. Böyle değildi. Kavga dövüş ederdim hep.

Gençlerbirliği hayatıma bir girdi pir girdi

Gençlerbirliği var Ankara’da, babam da hastası, hem nasıl hastası. Ben zaten girdiğimden beri üye kayıt kurulundaydım. Yönetime girmezdim, ismimi kimse görmesin diye, R. Demircan diye geçerdi kayıtlarda adım. Birinci yedek üye, üye kayıt kurulu başkanı oldum devamlı. Uzun seneler öyle gitti. Çok sevdiğim Rafet Genç vardı. Milliyet Gazetesi köşe yazarıydı, siyaset yazarı, Parlamento Gazetecileri Derneği başkanı, zorla soktu beni yönetime. Dedim, “Ağabey benim adım görünmesin.” “Oğlum” dedi, “Kaç sene geride kaldın, bırak bu sefer adın görünsün, artık kaçma!” dedi. Rıfat, Rıfat gidiyoruz, resmi adımızı görünce laf gelmesin dedim. Bir şey olmaz dedi, ilk defa o zaman yönetime girdim.

Bu işi sırtlananlar Ankara’nın esnafıydı. Hepsi gönül vermişti takıma. Tavukçu Hüseyin vardı, ayakkabısını Demirspor’un antrenörüne atmış, tek ayakkabıyla geldi eve. Ben 15 yaşımda artık kendim gitmeye başladım maçlara. Ankara bölge müdüründen davetiye almaya başladım. Ondan iki davetiye alır, maça giderdim.

Ankara Ermenileri Gençler’i tutardı

Benim Gençlerbirliği taraftarlığım babamdan gelir. Babam üye değildi ama taraftardı, beni maçlara götürürdü, ama üye olan Ermeniler vardı. 19 Mayıs Stadı o zamanlar da vardı. Oraya giderdik. Maçtan sonra soyunma odasına giderdik. Sağbek Zeki vardı, Ermeni. Ankaralı. Kalas Zeki derlerdi, kardeşi var, Avukat Orhan. Ankaralı Ermenilerin Gençlerbirliği’ne karşı bir sevgisi vardı. Sonra orada Diran diye bir Ermeni ağabeyimiz de oynadı, çok severdim.

Ben askerden geldikten sonra hemen evlendim. Askerde çok eziyet çektim. Dayaklar yedim, çenem kırıldı, kötü muamele gördüm ama iyi insanlar da vardı. Onlar sayesinde bitirebildim askerliğimi. Tuhafiye dükkânı açtım. Tam Cebeci Stadı’nın tahta köprünün çıkış yeri. Maçlara gidiyorum, bir gün kazandılar, işim de fena değil, çıkardım prim dağıttım. Ama yönetici falan değilim. Üye de değilim, taraftarım. Son bir maç oldu orada, birkaç futbolcu formayı fırlatıp, “Bizden bu kadar” dediler, içime işledi. O kümede kalma maçıydı, güç bela kümede kaldılar. Sanırım 71 senesiydi. Ondan sonra ben Gençlerbirliği’ne bulaştım, primler falan vermeye başladım, çocuklarla samimi olmaya başladım. Senin ayağın uğurlu geliyor, deplasmana gel filan derken, 80’e kadar Gençlerbirliği’nin deplasmanını, maçını kaçırmayan adam oldum. İkinci ligdeydik daha. Küme düşmemek için senelerce direndik.

Üç beş deli takımı sırtladık

İnsanlar bize, üç beş deli bu takımı sırtlamış götürüyor derlerdi. Ankara’nın parlamenterleri, bize moral destek oluyorlardı. Biz beş on arkadaş, beş on kişi dışardan, Hasan Ağabey’imiz vardı, hayatını orada geçirdi. O başımızda, her sene başkan seçeriz. Esnaf, sanayide kaportacı çoğu. Ekrem Üstündağ var, bunlar kahraman çocuklar. Böyle bir fedai grubu ve hiçbirinin de işi düzgün değil. Paralı adamlar falan değiller. Başkanlığı hep Hasan Şengel yaptı. Biz 7-8 sene bu işi böyle götürdük. O çocuklar da benim gibi, küçüklükten Gençlerbirliği taraftarı. Sonra tabii sağdan soldan büyüklerimiz, yol da gösteriyorlar. İlhan Cavcav’ın bir ara talip olduğunu hissettik, geldi, hatta Hasan Ağabey uğraşıyordu onu başkan yapabilmek için. İlhan Cavcav geldi, 78 falandı, 3-4 ay yaptı başkanlığı, sonra yapmayacağım dedi. Ben fabrikasına gittim, bir arkadaşım vardı Alanyalı, Fatih Sipahioğlu diye, onunla ricacı olduk, öyle döndü başkanlığa… Bilmem hatırlar mı şimdi.

O üç aylık başkanlık döneminde Gençlerbirliği çok iyiydi. Sonra da, sağdan soldan muhalefet ettirmeyerek, çok kuvvetli bir yönetim kuruluyla geldi İlhan Cavcav. Meşhur petrolcü Osman, Milli Birlik üyesi Rıfat Solmazer, Ankara’nın çok önemli esnafları…

Takım küme düşünce Alanya’ya intihar etmeye gittim

İlhan Cavcav’ın geldiği ilk sene, takım üçüncü ligden mahalli kümeye düşmüştü. Ben Alanya’ya intihar etmeye gittim. Çıldırdık… Kulağımıza geliyor ki düşme kalkacak, Federasyon şöyle yapıyor, böyle yapıyor. Ben her gün Ankara’yı arıyorum, bir haber var mı diye. Sonra haber geldi, düşme kaldırıldı, ikiyle üç birleştirildi, biz bir anda, mahalli kümeye düşmüşken, kendimizi ikinci ligde bulduk. Ankara’nın en iyi topçularını aldık, Toğman Yamanlar’ı antrenör yaptı, o sene basbayağı kafaya oynadık. Ben de böylece intihardan döndüm yani.

Aslında ömür boyu küme düşmemeye oynadık. O son maçlarda millete yalvar yakar geçerdi; hiç maç satın alamadık, hatır şikesi kovaladık, bize çok maç bırakan oldu. İlhan Ağabey yıllar sonra bunu söyledi, “Maç satmadım ama, maç satan topçum oldu” dedi. Kırıkkale maçında kalecimiz bir sattı, zaten çıkarana kadar maç 3-0 oldu. O sene 3. bitirdik. Ondan sonraki sene Kadri Aytaç’ı antrenör yaptık.

Kadri Aytaç özür diledi

İlhan Cavcav, Bahçelievler’de bir lojman yaptı, yatakhaneler falan. Bir akşam çocuklar yemeği yedi, Cemalettin Kaptan ve Galatasaray’lı Ümit yemeğe çıktılar, ben, Kadri Hoca ve Ekrem Üstündağ oturuyoruz. Televizyonda bir askeri ateşe öldürüldü diye haber var, bir Ermeni tarafından! Kadri Hoca bir fırladı, bilmem ne yaptığımın Ermenisi diye! Bir tane Ermeni bulsam keserim falan. Ben uzun Maltepe içiyordum, dışarı çıktım. Daha sezon başı, daha takımı yeni kampa topladık, ben dışarı çıktım. Sonra Kadri Hoca yanaştı, “Benim hayatımı bir Ermeni kurtardı, ben köprü altlarında hırsızlık yapardım, beni aldı Beyoğluspor’a götürdü, kusura bakma” dedi. “Yahu Hocam” dedim, “ben sana kızmıyorum, ben bu işlere kızıyorum, seni Ermeni kurtarmış da beni kim kurtaracak!” dedim.

Kadri Hoca, sen uğurlu geliyorsun diye, bir daha beni otobüsten indirmedi. O kötü lafı eden kendisiydi ama ben dışarı çıkınca, Ekrem “Rafet de Ermeni” demiş; adam hemen dışarı çıktı, yüzde yüz bir dönüş yaptı, gönlümü aldı.

İşim gücüm Allah’a emanetti

Bir perakendem var, tezgâhtarlarım benden zengin. Bir de çorap çamaşır bayiliğim var. Ondan sonraki sezon da iflas ettik. Ben maç peşinde koşarken, çalışanlar ceplerini dolduruyor. Hatta bir kere, televizyon almaya gitmiştim, yeni çıkmıştı daha renksiz televizyonlar. Televizyoncu bana, “Senin elemanlar iki ay önce aldı televizyonu“ dedi. Ben de dedim helal olsun. Baba malımız vardı, onlara güveniyoruz, satarız kurutluruz diye. Bu Gençlerbirliği bende öyle bir hastalık ki, insanın gözü para görmüyor.

Öyle anlar geliyordu ki, kendimi Ankara’nın en tanınmış adamı sanıyordum. Gittiğim yerde itibar görüyordum, seviliyordum. Ben amatör şubeler ve altyapı sorumlusu diye geçerdim. Çocuğunu alan bana geliyordu, ağabey şu çocuğa bir bak diye. İki üç kereden sonra, “Oğlum bana fazla yanaşmayın ben Ermeniyim” derdim. Bunların içinde çok sevenler oldu beni, çok samimi olduğum insanlar oldu. Biz Ankaralıyız, beraber erik çaldığımız adam Emniyet Müdürü oldu.

Laf atanları anlamazlıktan gelirdim

Ermeni olduğum için çok bir şey yaşamadım, ama ortam biraz gerilse bazı laflar çarparlardı bana. Gerçi ben anlamazlıktan gelirdim. Denizaltı diye bir yer vardı, bize bağlı sayılırdı, bürokratların filan gelip zaman geçirdiği bir yerdi. Gençlerbirliği’nin hiç parası yoktu. Denizaltı’na gittim, “Abiler dedim, bir deplasman parası çıkarın.” Hiçbir şey çıkmadı, kimse elini cebine atmadı. Ertesi gün, ben oraya gidip kapıya “Burası kapanmıştır” diye yazı yazıp altına imzamı attım. Futbolculara nazari dershane yapacağız dedik, öyle de yaptık. O zaman biraz kızdılar bana. Ermeni’yim diye laf edenler oldu, ama pişkindim ben, işi kalenderliğe vurup duymazdan geliyordum.

1. lige çıkınca Ermeniliğim göze battı

Gençlerbirliği 2. Ligde şampiyon olup 1. Lige çıkınca benim Ermeniliğim göze batmaya başladı. Fazla öne çıkmayayım dedim. Yüzler gerildi bana karşı. Hatta bir Galatasaray maçında iyi de bir küfür yedim. Futbolcuların yanında, kulübede otururdum ben, o kadar sevilirdim. “Bu Ermeni hep böyle takımın başında mı çıkacak!” diye kulağımın dibinde söylediler. Ondan sonra çekildim ben. Maçlara gidiyordum ama işim de bozuldu. 1985’te iyice soğudum. Soğuduğum maç; Eskişehir’le kupa finali oynayacaktık. İlhan abi, “Seni kulübün önünde alırım, maça beraber gideriz” dedi, beni uğurlu sayardı çünkü. Stad otelinde kamp yapardı takım.  Her maçta, oğlumu alır, onun arabasıyla maça gider, bir simit yerdik amatör kümede. O Eskişehir maçında, kulüpte bekliyordum, araba geldi, baktım önde başka biri oturuyor, araba dolu. Sen başka arabayla gelirsin dedi, hissettim, o şampiyonluk maçına gitmedim. Ankara’da 5-0 yenmiştik, Eskişehir’de 2-1 yenildik galiba ve kupayı aldık, ben de ondan sonra maça gitmedim.

Tanıl Bora sağolsun, Gençlerbirliği kitabında benden üç yerde bahsediyor, üçü de yüzde yüz doğru. Bize üç deli derlerdi. Turgut Sincan, Zeki, ben… Federasyon’dan düşme kararını beklerken, saatlerce ağladık. Öyle bir hale gelmiştik ki geldiğimiz arabayı kaybettik, yürüyerek döndük.

85’teki kupadan sonra koptum. Dışlandığımı hissettim, idare heyeti çok büyüdü, biz küçüldük, kendimizi dışarda bulduk. Gitmedim bir daha… Sonra da kendimizi Avustralya’da bulduk, 1988’de buraya geldim.

Buraya gelmeme bir ay kala beni sevenler beni Cavcav’a götürdüler. Cavcav bana çocuklara bir şey alırsın diyerek para verdi. Helalleştik… Buraya geldikten sonra, 1993’te eşim ölünce beni aradı, geri döneyim diye biletimi gönderdi. Bak sana söylüyorum, Cavcav ölüyorum diyene bir bardak su vermez ama bana yaptı bunu.

HRANT DİNK İÇİN CUMHURBAŞKANI SEZER’E MEKTUP YAZDI

Rafael Demirci, 2006 yılında, Hrant Dink devlet, yargı ve medya tarafından Türklüğü aşağıladığı ithamıyla kıskaca alındığında, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e bir mektup yazmış ve “Hrant Dink’i düşman ilan edenler, Türkiye’nin düşmanlarıdır. Türkiye’ye asırlardır zarar verenlerdir” demişti. Hrant Dink, Demircan’ın mektubunu Agos’taki köşesinde yayınlamış ve Demircan’a “İyi ki varsın” sözleriyle teşekkür ettmişti.

İyi ki varsınız

HRANT DİNK

4 Ağustos 2006

Hepinizin başına gelmiştir. Bazen tüm sıkıntılar üst üste gelir.

Kendinizi çapraz ateş altında hissedersiniz.

Sağda bir dostunuz ölür, solda bir sevdiğiniz hastalanır, bu tarafta siyaseten Devlet’ten kalleş bir darbe yersiniz, diğer tarafta içinizden birinin, bir yakınınızın fiskesiyle parelenirsiniz.

Kendinizi bir köşeye sıkışmış hissedersiniz. “Yetti gayrı” diye haykırasınız gelir. Derken girdiğiniz o sıkıntı dehlizine bir el uzanır, alır sizi tekrar sabahın şafağına çıkarır ve kulağınıza şöyle fısıldar: “Haydi, devam et, diren, dayan, pes etmek yok.”

***

Son haftalar benim açımdan hep böyle geçiyor. Birgün Reha Mağden ölüyor, diğer gün Duygu Asena. Bir gün Ali Bayramoğlu hastalanıyor diğer gün Mehmet Uzun. Bir gün Devlet’in Yargıtay’ı işlemediğim bir suçla beni altı aya mahkum ediyor, diğer gün kendi toplumum içinden sayısı az da olsa insanlar çıkabiliyor ve “Oh olsun, aldığın ceza az bile” diyebiliyor.

Bir dehlize sıkışmak işte tam da bu.

Derken eller uzanıyor size yakından ve uzaklardan.

Tanıdığınız ya da tanımadığınız.

Sağolsunlar, imzalar topluyor, bildiriler yayınlıyorlar. Olmayan suçunuza iştirak ediyorlar ve alıp mücadelenin ortasına çıkarıyorlar aynı dirençle.

“Haydi devam et, diren, dayan, pes etmek yok.”

***

Elini uzatanlardan biri de Avustralya’nın Melbourne’undan bizim Raffi. Dayanamamış Cumhurbaşkanı Sezer’e bir mektup yazmış. Bir örneğini bana da göndermiş. Tam metni şöyle:

“Sayın Cumhurbaşkanım

Mektubuma başlarken sevgi ve saygılarımla ellerinizden öper sağlığınız ve başarılarınız için dua ederim.

Sayın Cumhurbaşkanım, ben 40 yaşına kadar Türkiye’de yaşamış, 18 senedir Avustralya’da yaşayan, Türkiye Cumhuriyeti’nin Ermeni kökenli vatandaşıyım. Babam, rahmetli Celal Bayar, rahmetli Adnan Menderes, rahmetli Cemal Gürsel, rahmetli Cevdet Sunay gibi büyüklerimizin terziliğini yapmış, 13 sene evvel buraya gelmiş. Geldikten 3 sene sonra Türkiye’yi sayıklayarak gözü arkada vefat etmiştir.  Sayın Cumhurbaşkanım, ben Türkçe’den başka dil bilmem. Türkiye’den gelen gazeteleri okuyarak, haberleri dinleyerek, tek başına, Türkiye’yi sayıklayarak yaşayan bir insanım.

Bu arada Türk-Ermeni ilişkilerinde arada kalan, bu yüzden Hrant Dink ve Etyen Mahçupyan’ı buraya davet edenlerdenim.

Hrant Dink’in 2003 ve 2005 yıllarında Sydney ve Melbourne’da yaptığı konuşmaları iyi dinleyen, iyi anlayan biriyim. Mahkum olduğu zehirli kan lafını Türkler’e değil Ermeniler’e söylemiştir. Üstüne basa basa “Türkler’le uğraşmayı bırakın, enerjinizi Ermenistan’daki fakir insanlar için harcayın” demiştir. Bu yüzden birçok Diaspora Ermeni’sinin tepkisini çekmiştir. Ama işin güzel tarafı burada yetişen yüzlerce Ermeni gencine, aklı başında insanlara fikrini kabul ettirmiştir.

Ve Sayın Cumhurbaşkanım, Hrant Dink Türkiye’nin, Ermenistan’ın insanların yanyana iyi yaşamasını isteyen, bu yolda çalışan, didinen bir aydındır. Hrant Dink’i düşman ilan edenler, Türkiye’nin düşmanlarıdır. Türkiye’ye asırlardır zarar verenlerdir.

Sayın Cumhurbaşkanım, sizin vakur, mütevazi, dürüst, örnek bir insan olduğunuzu bildiğim için affınıza sığınarak bu mektubu yazdım. Bütün dileğimiz, umudumuz, Hrant Dink’in sizin gönlünüzde, vicdanınızda beraat etmesidir.

Sayın Cumhurbaşkanım tekrar sevgi ve saygılarımla ellerinizden öper, sağlığınız, başarılarınız için dua ederim.”

Rafael Demirci.

***

Hepinizin başına gelmiştir. Bazen tüm sıkıntılar üst üste gelir.

Kendinizi çapraz ateş altında hissedersiniz.

Sağda bir dostunuz ölür, solda bir sevdiğiniz hastalanır, bu tarafta siyaseten Devlet’ten kalleş bir darbe yersiniz, diğer tarafta içinizden birinin, bir yakınınızın fiskesiyle parelenirsiniz.

Kendinizi bir köşeye sıkışmış hissedersiniz. “Yetti gayrı” diye haykırasınız gelir.

Derken girdiğiniz o sıkıntı dehlizine bir el uzanır, alır sizi tekrar sabahın şafağına çıkarır ve kulağınıza şöyle fısıldar:

“Haydi, devam et, diren, dayan, pes etmek yok.”

***

Sağolun dostlar. Sağol Raffi.

İyi ki varsınız.

http://www.agos.com.tr/tr/yazi/1378/rifat-derlerdi-ama-ben-rafaeldim

İlk yorum yapan siz olun

Bir Cevap Yazın