İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Konferans 1915-2015

Ohannes Conkar
Paris, Surp Haç Tıbrevank Derneği’nin düzenlemiş olduğu. Arménie-Turquie 1915-2015 : La Société et la Diaspora Arménienne devant la question da la Reconnaissance du Génocide. [Ermenistan-Türkiye 1915-2015: Soykırım sorununu da tanınması için Şirket ve Ermeni diasporası.] diye çevirebildiğim konferansa, Ara Sarafian, Historien, Président de I’institut Komitas à Londres, [Tarihçi, Londra’da Enstitüsü Komitas Başkanı] Ayşe Günaysu, gazeteci, yazar, aktivist, sanatçı ve İstanbul’da İnsan Hakları Derneği Üyesi konuşmacı olarak katıldılar.

************

Son on beş gündür, Paris’te konferanslar verilmekte. İlk konferans, UGAP tarafından hazırlanan konferans, Cuma günü 20 Nisan 2012’de 17. Paris’de bulunan, Center Culturel Alex Manoogian’da, Mr. Gäidz Minassian, Le Monde gazetesinde gazeteci, yazar. Tarihçi, yazar ve Nubar Paşa Kütüphanesi müdürü Mr. Raymond Kevorkian. Tarihçi Mme Claire Muradian konuşmacı olarak katıldı. Üç kasetlik video çekimini Fransızcadan Türkçeye çevirebilmem epeyi bir zaman alacağı için o günden beri bıraktım. İnşallah ileri bir tarihde bir fırsatım olur. Bu konferans Ragıp Zarakolu’ya özgürlük içindi, konferanstan önce kendisi sürpriz bir şekilde serbest bırakıldı. İnşallah sıra oğluna ve diğer gazeteci, yazar ve aydınlarımıza gelir ve en kısa zamanda serbest bırakılır. Şimdi sizlere son konferansa dair bilgi vermek istiyorum.
Paris, Surp Haç Tıbrevank Derneği’nin düzenlemiş olduğu. Arménie-Turquie 1915-2015 : La Société et la Diaspora Arménienne devant la question da la Reconnaissance du Génocide. [Ermenistan-Türkiye 1915-2015: Soykırım sorununu da tanınması için Şirket ve Ermeni diasporası.] diye çevirebildiğim konferansa, Ara Sarafian, Historien, Président de I’institut Komitas à Londres, [Tarihçi, Londra’da Enstitüsü Komitas Başkanı] Ayşe Günaysu, gazeteci, yazar, aktivist, sanatçı ve İstanbul’da İnsan Hakları Derneği üyesi Konuşmacı olarak katıldılar.
Konferansın takdimini Saro Mardirian Fransızca olarak, sonrasında babası aynı konuşmayı Ermenice takdim etti.
İlk konuşmacı Ara Sarafian konuşmasını Ermenice olarak yaptıktan sonra söz sırası Ayşe Günaysu’ya geldi. Konuşmasına başlamadan önce video’dan Ermenice olarak, parev, Chad Chnogarodioun, [Merhaba, çok teşekkürler.] Türkçe konuştuğum için, özür diliyorum, Ermenice öğrenmek çok isterdim maalesef, teşekkür etmek istiyorum, beni davet ettiğiniz için, cömertliğiniz için, her bakımdan, şimdi ben birşey için daha özür dileyeceğim, kekelediğim için.
Konuşmasını yaparken, arada durdu ki, Fransızcaya tercüme edilsin diye. Konuşması bittikten sonra soru ve cevaplara geçildi, ondan sonra yanına giderek, konuşmanızı yazabilirmiyim dedim, ben Milliyet Blog yazarıyım: ne Milliyet Gazetesi mi? Türkiye’de çıkan bizim Milliyet mi dedi: bende evet dedim, çok memnun oldu, doğrusunu söylemek gerekirse de çok şaşırdı. Soru ve cevapları ikinci kısma bırakıyorum. Ve Ara Sarafian’ın konuşmasını da. Söz Ayşe Günaysu’da.
Parev.
Merhaba.
Bu buluşma benim için büyük bir mutluluk kaynağı. Her bakımdan gösterdiğiniz cömertlik için çok teşekkür ederim.
Burada sizlerle birlikte olmak beni hem onurlandırıyor, hem de bir mahçubiyet, bir utanç var içimde. Onurlandırıyor, çünkü beni dinlemeye değer buldunuz, davet ettiniz, sizlerle buluşma olanağı sağladınız.
Hissettiğim utanç ise, bir soykırım ülkesinden, hem de bu soykırımı inkâr eden bir ülkeden geliyor olmam.
20 yüzyılın başında her beş kişiden birisi gayrımüslimdi. Bu oranı Türkiye’nin bugünkü nüfusuna uygularsak, bugün 17 milyon gayrımüslim yaşıyor olması lazımdı. Bu 17 milyonluk nüfusun 7 milyonu Ermeni olacaktı. Oysa Ermenilerin bugün Türkiye’deki nüfusu 60-70 bin kadar. Yani binde biri.
Oysa Türk ve Kürt nüfusu özgürce çoğaldı. Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin zenginliklerine sahip çıktı, zenginleşti.
İşte bu yüzden utanıyorum. Çünkü onlardan biriyim.
Ben Ermeni soykırımını çok geç öğrendim. Oysa komünist partisinin bir üyesiydim. Kendimizi toplumun en ileri unsurları sayıyorduk. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığının soykırıma ve etnik temizliğe dayandığını bilmiyorduk! Bu korkunç gerçeğin farkında değildik. Utanç duymamın bir nedeni de bu.
Soykırım inkârcılığı, sadece “biz yapmadık” demek değil. İnkârcılık bir yalanlar dünyasıdır. İnkâr, kalın bir sis perdesi gibi her şeyin üzerini örter. Yalan tüm yaşama egemen olur. Okullarda ders kitapları, sinemalarda filmler, radyolarda, televizyonlarda haberler, her şey, ama her şey yalan söyler.
Ama en önemlisi yalan, soykırım gibi tam anlamıyla kavranamayacak kadar korkunç, telafi edilemez, özrü dilenemez, çünkü affedilemez bir gerçeğin inkârı, kurumsallaşmış, devlet halinde örgütlenmiş inkârı, yaşamı tümüyle ele geçiriyor. İnsanların düşünme, hissetme, hatta görebilme yeteneğini elinden alıyor.
Bakın burasını tekrarlamak istiyorum: İnsanların düşünme, hissetme, hatta görebilme yeteneğini yok ediyor. İNSANI SAKATLIYOR.
Merak edebilecekken merak etmeyebiliyoruz. Bize olan buydu. Kişi olarak söyliyeyim: Bana olan buydu.
Sosyalizmi bir sihirli değnek sandık. Sosyalizm gelince bütün sorunlar çözülecekti. Gerisini göremedik.
Sosyalistler için böyleydi, ama modern Cumhuriyet aydını için de benzer durum farklı değildi: Atatürk, onun bağımsızlık savaşına önderliği, “düşmanları” yenmesi, Cumhuriyet ve devrimler sihirli değnekti. Her şey yoluna girmişti.
Gerçekleri yavaş yavaş öğrenmeye başladığımızda büyük bir utanç duyduk. “Biz” diyorum ama bir avuç kişiydik aslında. Öğrendikçe daha çok şey öğrenmek istedik, hâlâ öğrenmeye devam ediyoruz.
Artık yalanın sis perdesi aralandı. Gerçekler bir bir ortaya çıkıyor ve daha çok insan burada, Türkiye’de ve Türkiye Kürdistan’ında gerçekleri öğrenmeye başlıyor.
Türkiye’de ve Kürdistan’da artık soykırım acı ve utançla anılıyor.
Ama şunu mutlaka söylemeliyim: Türkiye Kürdistanı ile Türkiye’nin batısı arasında bu konuda büyük bir fark var. Kürt aydınları, Türk aydınlarından çok daha ilerdeler. Yalnızca aydınlar değil, Kürt halkı da Ermenilerle ilgili tarihi ve bugünün gerçeklerine çok daha duyarlılar. Zamanımız olursa buna dair örnekler verebilirim. Sadece şu kadarını söyliyeyim, Kürtlerin Barış ve Demokrasi Partisi’nin belediye başkanlığını kazandığı il ve ilçelerde Ermenilerin kültürel ve tarihi mirasına sahip çıkılıyor.
Ama hayal görmeyelim: Türkiye soykırımı öngörülebilir bir gelecekte tanımayacak. Soykırımı tanınması hayatın içinde insanlar tarafından gerçekleşecek. Aşağıdan bir hareket olarak başlayacak. Ve sistemi zorlayacak.
Burada hemen eklemem gerek: 70 milyonluk ülkede, Ermeniler için adalet isteyenler okyanusta bir damla kadar bile değil.
İNKAR BİR KALE GİBİ SAPASAĞLAM DURUYOR.
Ama kalede bir çatlak oluştu. O çatlak giderek büyüyecek.
Çatlağın hikayesi 1990’lı yılların başına uzanıyor.
Kürtler üzerinde büyük baskılar vardı. Yoğun insan hakları ihlalleri yaşanıyordu. İnsanlar gözaltına alınıyor kaybediliyor, kurşuna diziliyor, köyler devletin güvenlik güçleri tarafından ateşe veriliyor ve boşaltılıyordu.
Kürtlerle dayanışan, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı çıkan ilk Türk girişimini “arkadaşıma dokunma”ydı. Bu bir kadın girişimiydi. Sosyalist geçmişten gelen kadınlardı bunlar. Arkadaşıma Dokunma adını ise Fransa’daki ırkçılık karşıtı hareketten almıştık: “Touche pas a mon pote”
Son derece paradoksal ama bizleri Ermenilerle ilgili gerçeklerle tanışmamızı sağlayan Kürt hareketi oldu.
Kemalist resmi ideolojiden kopuşumuzu sağladı.
Devletin yalanlarını görmemize yardımcı oldu.
Arkadaşıma Dokunma girişiminde yer alan bir grup insan hakları aktivisti de İnsan Hakları Derneği İstanbul Şubesinde Azınlık Hakları İzleme Komisyonu’nu kurdu. Kurucuları ve sonrasında Türkiye’de bu alanda birçok “ilk”i gerçekleştiren kişiler arasında burada anmak istediklerim var. Osman Köker ve eşi Neşe Ozan, şu anda Berlin’de politik mülteci olarak yaşayan Yelda, komisyonun beyni gibiydiler. Bugün Osman’ı “Birzamanlar Yayıncılık”tan tanıyorsunuz. Neşe şimdi Türkiye’deki Romanların yaşadığı insan hakları ihlalleri alanında çalışıyor yıllardır.
Azınlık Hakları İzleme Komisyonu, bir süre sonra adını “Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon” olarak değiştirdi. “Azınlık” sözcüğünün kendisinin ayrımcı bir söz olduğunu düşünüyorduk.
Türkiye’deki ilk 6-7 Eylül sergisini bu komisyon açtı.
2000 yılında gayrımüslim vakıflarının mal varlıklarına el koyulmasına ilk dikkat çeken bu komisyondu.
Hrant Dink bize Tuzla Ermeni Çocuk Kampı’nın hikayesini anlattı. Fotoğraflarını verdi. Onun sayesinde Tuzla sergimizi açtık. Fotoğraflarla ve metinlerle kampın öyküsünü anlattık. Kampın başına gelenin Türkleştirme politikalarının bir örneğini oluşturduğunu anlattık. Sergi Ankara’da saldırıya uğradı ve dernek aleyhine dava açıldı. Savcılık derneğin kapatılmasını talep etti. Beraat ettik.
Ardından Tuzla kitabımızı yayınladık. Kitabımız Türkçe, İngilizce ve Ermenice metinlerle yayınlandı.
Türkiye’de ilk kez azınlık hakları ihlallerine ilişkin raporlar yayınladık.
24 Nisan’ı ilk kez kamusal alanda 2005 yılında derneğimizde yaptığımız basın toplantısı ile andık. Basın açıklamamızda soykırımın Türkiye tarafından tanınmasını talep ettik.
2005 yılından bu yana aynı taleple 24 Nisan’ı anıyoruz.
İlk açık hava anmamız 2010 yılında Haydarpaşa tren garının önünde oldu.
Ermeni aydınlar buradan Anadolu’nun içlerine, ölüme gönderilmişti.
2011’de, geçen sene Türk-İslam Eserleri Müzesi önünde toplandık. “1915 Soykırımdır, Soykırım İnsanlık Suçudur” dedik ve soykırımın tanınmasını talep ettik.
Sevindirici olan, artık Ermenilerle ilgili gerçekler IHD dışında da konuşuluyor, tartışılıyor.
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De Girişimi 2010’da, bizler Haydarpaşa’da anmamızı yaparken, onlar da Taksim meydanında bir anma düzenlediler. Geçen yıl ve bu yıl Taksim anmaları tekrarlandı. Biz de tabii ki oradaydık.
Ancak İHD’nin anmaları ile Taksim’deki anmalar arasında farklar var. Biz daha azız. Taksim’deki anmalar daha kalabalık oluyor.
Türkiye’nin önde gelen mulahif aydınları, yazarlar, sanatçılar daha çok Taksim anmalarına katılıyorlar.
Basın daha çok Taksim anmalarına yer veriyor.
İHD’nin 24 Nisan anmaları daha cılız kalıyor.
Bu neden böyle oluyor? Aramızda meseleye yaklaşım ve bakış açısı olarak bazı farklar var. Türkiye’de resmi tarihi ve Türkleştirme politikaları ilk kez gündeme getiren İHD olduğu halde bu farklar şimdi İHD’yi daha görünmez kılıyor ve marjinalleştiriyor.
DurDe ve onun çevresindeki Türk aydınları, geniş Türkiye toplumuna hitap etmek istiyor, Türkler tarafından daha kabul edilebilir bir söylemden yanalar. Fazla zamanınızı almak istemiyorum. Tek bir örnekle anlatmaya çalışayım: DurDe’nin 24 Nisan anmalarının teması “ortak acı” oldu.
Biz İHD Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyon, Ragıp Zarakolu gibi aydınlar ve Kürt aydınları ise “Ortak Acı”, ya da “hepimizin acısı” sözüne karşı çıktık. Biz Ermenilere: “Bu sizin acınız, bizim de utancımız” demeliydik.
Biz başından bu yana soykırımın tanınmasını talep ettik.
Ancak bu görüş ayrılığını doğal buluyoruz. Çünkü Türkler tarafından “kabul edilebilir” olma kaygısını anlıyoruz. Nitekim Türkiye’de bir değişim oluyorsa – ki oluyor – bunda DurDe ve çevresindeki aydınlar bizden gerçekten de daha etkililer. Türkiye toplumu bizden çok onlara kulak veriyor ve onlardan etkileniyor.
Bunu bilmemize rağmen biz ortalama bir Türk için kabul edilmesi neredeyse olanaksız gerçekleri söylemeye devam ediyoruz.
Neden?
Çünkü biz gerçeği istiyoruz. Yalanlarla mücadele ediyoruz ve bir adım gerilemek istemiyoruz.
Biz biliyoruz ki İNKAR insanları düşünsel olarak, ahlaken ve vicdanen geriletiyor. Biz buna ayak uydurmak istemiyoruz.
Bu acının ortak olduğunu söylemek, kurbanlar faili (perpetrator – suçu işleyen kişi) eşitlemektir.
Ben inanıyorum ki, ne çok iyi işler yapan DurDe, ne de onlara kendini yakın hisseden, onların da fikir aldığı ve etkilendiği muhalif Türk aydınları kurbanla faili eşitlemezler. Bunu yapmayacak kadar vicdan sahibidirler.
Buna rağmen bu söylemi benimsemelerinin tek nedeni var: Türklere laf atmak kaygısıyla kendi standartlarını düşürüyorlar.
Biz bunu yapmak istemiyoruz.
Hemen belirteyim. Eleştirdiğimiz arkadaşlarımız da, eleştirdiğimiz Türk aydınları da birlikte yürüdüğümüz ve aynı şeyleri istediğimiz insanlar. Bizim mücadele arkadaşlarımız ve onları hep öyle göreceğiz.
Ama kendi bildiklerimizi de söylemeye devam edeceğiz.
İki gün önce İstanbul’da, İnsan Hakları Derneği, İstanbul Şubesi, Irkçılık ve Ayrımcılığa Karşı Komisyonu olarak 24 Nisan’da Eçmiyadzin’deki Tüm Ermeniler Katolikosu II Karekin’e ve Beyrut’taki Kilikya Katolikos’u I. Aram’a birer mektup gönderdik.
Kilikya Katolikos’u geçen yıl Türkiye Başbakanı’na bir mektup göndermişti. Mektup başbakana bir cevaptı. Çünkü Başbakan, yeni bir yasa ile gayrımüslim vakıflarının bir kısım gayrımenkullerinin iadesinin sağlanacağını duyurmuştu. Katolikos mektubunda özetle şöyle diyordu:
Ermeni halkı Türk devletinin el koyduğu binlerce kilise, okul, manastır, yetimhanenin, sayısız ev ve işyerinin hukuki sahibi olmaya devam etmektedir. Türk devleti ancak soykırımı tanıdığında, Ermenilerin adalet taleplerini yerine getirdiğinde, insani haklarını iade ettiğinde yaptığınız açıklamalar gerçek olabilecektir.
Biz sayın Katolikos’a yazdığımız mektupta bu taleplerinin yanında olduğumuzu belirttik.
Eçmiyadzin Tüm Ermeniler Katolikosluğuna yazdığımız mektupta da, benzer şekilde, adaletin ancak soykırım tanınması ve Ermenilerin el konulan mal varlığının iadesiyle yerine getirilmiş olacağını ifade ettik.
Bu mektupların Türk toplumunun geneli tarafından benimsenmesi çok zaman alacak.
Ama tohum tuttu, filiz vermeye başlayacak.
Beni dinlediğiniz için teşekkürler!
Ohannes Conkar
27 Nisan 2012
Resim : Kendi objektifimden, Ayşe Günaysu ve Ara Sarafian /
Conkar Ohannis [pakraduni5@hotmail.fr]
__._,_.___

Yorumlar kapatıldı.