Hovsep Hayreni / hovhayreni@hotmail.com
Daha önce bir bölümü yayınlanmış olan makalenin bu son bölümünde ağırlıkla Öcalan ve önderliğindeki Kürt hareketinin bakışı irdeleme konusu olacak. Ama öncelikle yine 1915-1938 bağıntısı ile Türk siyasetinin açmazlarına dair değerlendirmeyi tamamlamaya çalışacağım.
DERSİM 38’İN 1915’LE KOPMAZ BAĞLARI
1915’in Dersim 38’e göre daha fazla çekince yaratma durumunu irdelerken ikisi arasındaki farklılıklardan hareket ettik. Burada ise daha çok benzerlik, ortaklık ve bağıntılarından yola çıkarak iki soykırım arasındaki devamlılığa dikkat çekmek istiyorum.
1937-38 imhası, 1915’in oldukça sınırlı bir alanda, fakat çapına göre muazzam yoğunlukta ve yine düşmanca bakılan dinsel, etnik, kültürel çeşitliliğe sahip halk grupları üzerindeki tekrarıdır. Ermenilerin tehcir ve kırımı için uydurulan “ihanet, isyan, düşmanla işbirliği” suçlamalarına benzer şekilde, Dersim Kızılbaş Zaza-Kürt ve Ermenilerinin imhasında da asılsız bir “isyan” imajı çizilmiş, halkın bölük-pörçük meşru savunma niteliğindeki direnişi buna kanıt gösterilmeye çalışılmıştır. Ermeni sorununda özerklik taleplerinden ve reform dayatmalarından kurtulma arayışının topyekün imha seçeneğini teşvik eden bir faktör olması gibi, Dersim sorununda da Osmanlı’dan beri gelen bölge halkının fiili özerkliğine son verme arzusu önemli rol oynamıştır. 1915’de aydınlar ve ileri gelen şahsiyetlerin ilk elden tutuklanması gibi Dersim’de de seyidler ve aşiret liderlerinin tutuklanmasına önem verilmiş, yine her ikisinde öncelikle silah toplama ihmal edilmemiş, böylece büyük imha sırasında halkın başsız ve direniş gücünden yoksun olması hedeflenmiştir.
Bu benzerlikler bir yana, Dersim uygulamasındaki pek çok şey doğrudan 1915’in tecrübeleriyle hayata geçirilmiştir. İnsanları toplayıp ölüme götürmenin tuzak yöntemlerinden tutalım, işlenen cinayetlerin biçimlerine ve kurbanların trajik öykülerine kadar yığınla benzerlik görülür. Dersim’in kayıp kızları ve kaderleri de 1915’te Ermeni kızlarının başına getirilenlerin küçük çaplı bir tekrarıdır. Benzerlik birbiriyle bağıntısız olgular arasında da görülebilir. Burada ise sıkı sıkıya bir bağıntı var. Anlamak için biraz yakından bakalım:
Fırat’ın iki büyük kolları arasında yer alan Dersim, 1915 Ermeni kırımlarının yoğun yaşandığı kazalar ve kanlı sürgün yollarıyla çevrilidir. Hemen kuzey sınırında Kemah Boğazı büyük sürgün kafilelerinin boğazlandığı bir yer olarak ünlenmiştir. Erzurum, Bayburt, Erzincan taraflarından getirilen Ermenilerin 25 bini burada kırılır. Fırat nehri Egin, Arapgir, Çemişgezek, Keban-Maden kırımlarını da yüklenerek aylar boyu aşağılara ceset taşır. Dersim’in doğu hatlarında Kiğı’dan Palu’ya, güney hatlarında Çarsancak ve Çemişgezek’ten Harput’a uzanan sürgün yolları aynı şekilde kanlıdır. Murat nehri üzerinde Palu’nun sekiz gözlü tarihi taş köprüsü devasa bir mezbaha gibi işletilir. Kiğı ve Oxu’dan getirilen sürgünlerle birlikte 10 bin kişi de burada kesilmiştir. Harput’ta Dzovk (Gölcük) gölü ve bir çok yer benzer katliamlara sahne olur ve burası da “mezbaha vilayet” olarak ünlenir. Devletin elinin erişebildiği ölçüde Dersim içlerinden de tehcire çıkarılan ve kırılanlar olur. Gelen felaketin büyüklüğü önceden kestirilemediği için Ermeni halkı gafil avlandığı gibi, Dersimli Kızılbaş dostları da tehcir sırasında onlara sahip çıkmada çekimser kalırlar. Hatırlatmakta yarar var ki, Taşnak ve Hınçak partilerinin örgütlü olduğu ve özsavunma hazırlıklarının azçok görüldüğü yerlerdeki Ermeni halkının direniş potansiyeli de genellikle harekete geçirilememiştir. Örneğin Dersim’e yakın Palu’nun Havav (Habab) köyü devletin direniş beklediği yerlerden biri iken şaşılacak şekilde pasifize olur. Bunda tehcir planının çok sinsi uygulanmasının rolü büyüktür. Dersim’e yakın diğer yörelerde bir tek Kıği’nin Xups (Hupus) köyü ve kısmen de Kemah’ın Aşağı-Yukarı Pakariç (Pekeriç) köyleri silahlı direniş gösterebilmiştir. Yedi gün boyunca köy etrafında mevzilenerek çatışan Xupsluların önemli bir bölümünün Dersim’den göçle gelmiş Miraklı aileler olması dikkat çekicidir. Pakariç ise daha sonra Berlin’de Talat Paşa’yı cezalandıran Soğomon Teyleryan’ın köyüdür. Ama Dersim-Çarsancak köylerinde tek tek dağa çıkma örnekleri dışında tehcire karşı direniş olmamıştır. Buna karşılık tehciri takip eden aylarda Dersim kaçakların sığınağı haline gelir.
Dersimlilerin büyük çoğunluğu Birinci Dünya savaşında Osmanlı ordusuna asker vermeyip Türk-Rus çatışmasında tarafsız davranmayı ve ancak kendi sınırlarını korumaya yönelik tedbirler almayı benimser. Bunun istisnası olarak, bölgenin daha çok kuzey-doğu hatlarında devlete milis vermekten Ermeni kırımına katılmaya kadar olumsuz rol oynayan aşiretler de vardır. Gül Ağa komutasında Osmanlı ordusuna yedeklenen Balaban aşireti, keza Çarekan, Şavalan, Kureşan, Hormek, Lolan gibi bazıları kısmen de olsa bu kapsamda anılabilir. Erzincan-Tercan arasındaki Balaban yöresi ile Pülümür ve Kiğı’nın büyük Ermeni köylerine yönelik katliamlarda devletin resmi güçleri yanında bunlardan yararlanıldığı anlatılır. Ama, o taraflardan kaçma imkanı bulan Ermeniler dahi Dersim’in iç bölümlerine güvenli bir liman gözüyle bakarlar.
Özellikle geçişi kolay olan güney bölümlerinden Dersim’e firar olayı, para karşılığında kılavuzluk yapanların da olmasıyla kitlesel bir hal alır. Batı Dersim’de Ermenilere sahip çıkmasıyla tanınan etkili kişilerin başında Koçan aşireti lideri İdare İbrahim gelir. Harput, Arapkir, Egin ve Çemişgezek üzerinden bölgeye giriş yapan göçmenler Hozat ve Ovacık köylerine dağılır. Koçan, Şemkan, Karabalan, Ferhadan, Abbasan, Maksudan, Beytan, Kerikan ve daha başka onlarca aşiretin önde gelenleri ve halk yardımcı olur. Duruma göre ikili davranmış olan Diyab Ağa’nın bile önemli sayıda Ermenileri kendi köyünde sakladığı bilinen bir gerçektir. Güney-doğu Dersim sınırlarında Peri suyunun iki yakasına yayılmış Hizol (İzol) aşiretine bağlı onlarca köy Palu ve Oxu taraflarından perişan halde kaçan Ermenilere kucak açar. Bu mıntıkada sadece Gollanlı Aziz Ağa’nın himayesinde 250 Ermeni bulunduğuna tanıklık edenler var. Çarsancak ve Mazgirt üzerinden bir kısmı iç bölgelere geçerek Xıran, Alan, Yusufan, Haydaran, Demenan, Kureşan aşiretlerine ait köylerde barınma imkanı bulurlar.
Bahsedilen dönem Dersim’de büyük bir devrimci kabarış yaşanır. Ermenilerin başına getirileni gören Dersimli Kızılbaşlar kendi gelecekleri için de endişelidir. Savaşın başından beri bekle gör pozisyonunda kalan Dersimlilerin önemli bir bölümü yaklaşan Rus ordusuyla ittifak ihtimalini de gözeterek kendi bölgelerinde kontrolü ele geçirmek üzere silahlı bir kalkışma içine girer. Dersimli Miraklar ve sığınmacı Ermenilerden de katılanlar olur. Mart 1916’dan başlayarak Doğu kesimindeki bir dizi aşiret Mazgirt, Kızılkilise, Pah, Pertek, Peri merkezlerine saldırıp hükümet binalarını ve cephanelikleri ele geçirir. Batıda ise bir kısım aşiret güçleri Hozat’ı kuşatır. Yatıştırma yöntemleriyle sonuç alamayan İttihatçılar Miralay Deli Şevket kumandasında Harput’tan Dersim’e büyük bir askeri taarruz başlatırlar. Onlarca aşiretin direniş güçleri çarpışarak Xuti Dere ve benzeri dağlık alanlara çekilir. Dersimlilerin güçlerini toparlayıp ayaklanmayı sürdürmelerinden çekinen İttihatçı liderler gaddarlığıyla nam salan Deli Şevket Paşa’yı geri çeker ve tekrar sahte vaatlerle avutma taktiklerini devreye sokarlar. 1916 yazında Ruslar Erzincan’ı alınca Ermeni sığınmacıların Mercan dağlarından oraya aktarılma yolu açılır. Aynı zamanda Rus ve Ermeni komutanları ile Dersim ve Koçgiri Kızılbaş Kürt liderleri arasında görüşmeler olur. Bütün bunlar Türk yetkililerin istihbarat raporlarına girmekte gecikmez.
Tehcir mağduru Ermenilere bireysel planda sahip çıkma örnekleri ülkenin dört bir yanından gösterilebilir. Ender bazı yerlerde aşiret veya sülale halinde, bir ağanın yada beyin ağırlığını koymasıyla koruyucu davrananlar da olmuştur. Ama bölge olarak kapsamlı korumanın yegâne örneğini verebilen Dersim’dir. İç Dersim’in yarı-bağımsız konumu bunun için elverişli bir zemin oluştururken, Kızılbaş-Zaza-Kürt aşiretlerin Ermenilerle görece iyi olan ilişkileri ve mazlumu kayırmaya yatkın hümanist özellikleri çekim merkezi olmasını sağlar. Sığınan Ermeniler bir yıl kadar güvendikleri aşiretler arasında korunur, sonra çokları halkın yardımıyla Rus denetimindeki Erzincan’a geçer ve Rusların savaştan çekilmesini takiben Ermeni gönüllü birlikleri eşliğinde Kafkas bölgesine ulaşırlar. Bu şekilde kırımdan kurtulan Ermenilerin sayısı hakkında değişik tahminler yapılıyor. 30-40 bine varan tahminlerin abartılı olduğunu düşünebiliriz, çünkü yakın çevrelerden o kadar Ermeni nüfusun tehcirden kaçabilmiş olması pek mümkün değil. Ama bir kısım Dersimli Ermenilerle beraber 10 bin civarında sığınmacının Kürt aşiretleri arasında korunma bulduğunu söyleyen tanıklara inanmak gerekir. Bunu devletin Dersim raporları da doğruluyor.
1918 yılında 2. Kolordu Komutanı olarak Kâzım Karabekir’in hazırladığı Doğu Bölgesi Raporu’nda Dersim’in bütün önemli aşiret reisleri hakkında fişleme notları yer alır. Çok büyük bölümü devlet için güvenilmez sayılırken en fazla suçlama konusu yapılan fiil 1915’deki “Ermeni kaçakçılığı” olmuştur. Ermenilerin korunması ve Erzincan’a aşırılmasındaki rolünden uzunca söz edilen İdare İbrahim Ağa için sonunda şöyle fetva verilmiş: “Acımaksızın katli farz olan batı Dersim’in en hain, en şerir ve en şahsiyetsiz bir şakisidir” (Bkz: Faik Bulut, Dersim Raporları, s. 217). Raporda onlarca aşiretin bir dizi liderleri tehcirden kaçan Ermenilere yardımcı olmalarından dolayı suçlanmış ve fişlenmiştir. Raporun saydığı aşiret ve şahıs isimleri 1915’e tanıklık eden Ermenice kaynaklardaki isimlerle önemli ölçüde çakışıyor. Bu durum devletin sığınmacı Ermenileri Dersim içinden teslim alamadığı 1915-16 yıllarında yoğun bir istihbarat yaptığını gösteriyor. Hozat Mutasarrıfı Dersim aşiretlerinden “içlerindeki 10 bin Ermeniyi teslim etmelerini” iki defa yazılı olarak talep eder, Kormışka köyünde toplanan Batı Dersimli liderler bu çağrıları diplomatik dille olumsuz yanıtlayıp Ermenileri saklamakta kararlı davranırlar. Sonraki gelişmelerden anlıyoruz ki, devlet bunu ilerde hesaplaşmak üzere bir kenara yazmıştır.
1932’deki bir çalışmasında Hasan Reşit Tankut, “Bugün bile Dersim’de bir Dersimli kadar serbest ve mutlu yaşayan Ermeniler vardır,”diye yazmakta ve eklemekteydi: “Bunların akıllıları, hele ağzı söz yapanları Dersim’de Türk düşmanlığını güçlendirmektedir.” (H. R. Tankut, 2000, s. 79). 1938’de Dersim soykırımının hemen ertesi Kıği’de bir konuşma yapan General Abdullah Alpdoğan ise şöyle diyordu: “ Daha önce Tunceli’ye yerleşen gizli Hristiyan Ermeniler vardı, bunlar adlarını değiştirmişler ve sanki Türkmüş gibi yaşamışlardı. Dersim isyanında bunların parmağı vardı. Bunlar her türlü anarşinin, kargaşanın, pisliğin içindeydi.” (aktaran Hüseyin Aygün, 2009, s. 79). Esasen incelenirse, 1937’de Seyit Rıza’ları yargılayan mahkemenin iddianamesi ve dönemin başka belgeleri de yoğun olarak Dersimlilerin içlerindeki Ermeniler tarafından devlete karşı kışkırtıldıkları yolunda söylemlerle doludur.
1937’de Seyit Rıza’nın çadırında ele geçirildiği söylenen Ermenice inciller, haçlar ve başka eşyalar Ankara Emniyet müdürlüğünde “suç unsurları” gibi teşhir edildikten sonra gazetelerde “İşte din hokkabazı” manşetleriyle hakaretler yağdırılır. Dökümü yapılan şeyler Seyit Rıza’nın son zamana kadar korumaya devam ettiği Halvori Surp Garabet Manastırı’nın tarihsel değere sahip kültürel varlıklarıdır. Manastırın keşişi ve yakın köylerde yaşayan Mirakyanlı Ermeniler Seyid’in samimi dostlarıdır. Ordu Dersim harekatı sırasında bu tarihi manastırı topa tutar, keşişin oğlunu yakalayıp işkence eder, Seyid’in saklattığı eşyaları ele geçirir, manastırda bulunanları da onun hanesine yazarak teşhir ederler. Seyit Rıza ve arkadaşlarını yargılarken bölgedeki Ermenilerle her tür yakınlık ve ilişkilerini onların “hain Ermenilere alet oldukları” yönünde suçlama konusu yaparlar.
Bu söylemler devletin tehcirden geride kalan Ermenileri bir ölçüde potansiyel tehlike olarak gördüğünü, fakat aynı zamanda bunu abartarak Dersim’i imha eylemine psikolojik dayanak yaptığını düşündürüyor. Yani sadece Dersimlileri “isyana kalkışmış” göstermek yetmiyor, 1915 ve sonrası yapılanları gerekçelendirmek için revaçta olmuş “hain Ermeni” imajını da yeniden ısıtıp öne sürmek gerekiyor, ki hem harekât sırasında askere ayrı bir gaddarlık motivasyonu olsun, hem de Türk kamuoyunun bu ikinci vahşi imhaya alkış tutması daha bir kolaylaşsın…
1915’de Dersim’e sığınan Ermenilerin bir kısmı burada yerli Ermenilere karışarak yaşamını sürdürür. Devlet denetiminin olduğu kasaba merkezlerinde açık kimliğiyle bilinen Ermeniler her yolla rahatsız edilerek göç ettirilir. Denetimin zayıf olduğu köylerde yaşayabilen Ermeniler de göze çarpmamak için Alevi kimliğine adapte olurlar. Ama o trajik süreçlere dair toplum hafızasını silmeye çalışan devlet kendi hafızasını oldukça diri tutmuş, herşeyi kaydetmiştir. Türk Tarih Kurumu eski başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun ifşa ettiği üzere devlet tam da Dersim’i imha etmeye hazırlandığı 1935-37 arasında özellikle bu bölgenin Alevi-Kürtleri içine karışan “Ermeni dönmeleri”ni ev ev tespit etmiş!.. Bu bilgiyi 1938’in tanıklarından Kırganlı bir yaşlının şu ifadesiyle birleştirin: “Esasta asker Dersim’den silah, vergi, askerlik ve Ermenileri istiyordu”!.. (M. Kalman, Belge ve Tanıklarıyla Dersim Direnişleri, 1995, s. 232). Düşünebiliyor musunuz? Aradan 20 yıl geçmiş, devlet halen daha tehcirden geriye kalan Ermenilerin peşinde. Ve bu dinmek bilmeyen yok etme histerisi Dersim’in topyekün mahvedildiği süreçte Ermeni nüfusun belirgin olduğu Halvori, Zımek gibi yerleri çok özel hedeflemeyi ihmal etmiyor.
23 yıl arayla iki soykırım travmasını üst üste yaşayan Dersimli Ermeniler iki sürecin iç içe geçen halkasını oluşturur ve o bağı somutlaştırır. Ama aslında o bağ Ermenilerin kendilerinden ibaret değildir. Onların Dersim’de tutunmalarını sağlamış olan Kızılbaş Kürt halkı da iki süreç arasında köprü olmuştur. Ve hiç mübalağasız diyebiliriz ki, Dersim’in öyle muazzam yıkıma uğratılmasında başka şeylerin yanı sıra 1915’te Ermenilerin korunmasına duyulan hınç ve onun hesabını da görme dürtüsü önemli bir rol oynamıştır. Bunu söylemek Dersim’in kendi başına bir hedef olduğunu yadsımak anlamına gelmiyor. Dersim sorunu Osmanlı’dan beri vardı. Temelini de devletin İslami karakterine uymayan kendine has Kızılbaş kültürü ile özerk yaşama arzusu belirliyordu. Cumhuriyetin “laiklik” özenmesi Dersim’e düşmanca bakışın özünde bir şey değiştirmemişti. Kemalist yönetim bir türlü hizaya getiremediği ve “çıban başı” olarak nitelediği Dersim’i toptan imha yoluyla bitirmek için fırsat kolluyordu. Ermeni faktörü olmasa da kendi etnik-kültürel yapısı ve itaat etmeyen muhalif karakteriyle Dersimliler hedeflenecekti. Ama belki o taktirde imha eylemleri bu kadar şiddetli olmayabilirdi. Bu anlamda faturayı ağırlaştıran bir rol oynadığını söylemek mümkün.
Dersim “özür”ünü dile getirdiği konuşmasının bir yerinde Başbakan Erdoğan da sözü 1915’e getirmiş, fakat bunu tam tersi anlamda fikirler vermek için yapmıştır: Dikkatle okuyalım: “Dersim’e yapılan operasyonlar bir isyanın bastırılması olarak zihinlerde ve vicdanlarda meşrulaştırılmaya çalışılıyor. (…) Ama, ilk mecliste Dersim mebusu olarak bizzat Atatürk tarafından davet edilen Diyap Ağa’dan kimse bahsetmiyor. Dersim operasyonları sonucunda tutuklanan ve asılan Seyid Rıza’nın 1915 olayları sırasında işgalci ordulara karşı savaştığından, dönemin valisi tarafından da ‘din ve namusuyla bize hizmet etti’ denerek şereflendirildiğinden kimse bahsetmiyor.” (R. Tayyip Erdoğan, 23 Kasım 2011)
Burada “1915 olayları”ndan bahisle verilen bilgi yanlış olduğu kadar gayet de haksız bir ima içermiştir. Birinci olarak Seyid Rıza “1915 olayları sırasında” Erdoğan’ın ima ettiği gibi Osmanlı devletinin yanında değil, onun soykırıma uğrattığı ve kaçanların Dersim’e sığındığı Ermeni halkının yanında olmuştur. İkinci olarak bütün savaş boyunca Dersimlilerin büyük bölümü gibi tarafsızlığını korumuş ve ortaya çıkan durumları esasen kendi halkının bağımsızlığı lehine değerlendirmek istemiştir. Üçüncü ve son olarak, 1915’de değil, ancak 1918 başlarında devlet tarafından kazanılarak kendi kuvvetleriyle Erzincan ve Erzurum üzerine yürütülmüş, fakat bu da “işgalci ordulara karşı” değil; Rus ordusunun çekildiği aşamada zayıf bir güçle kalan Ermenilerin temizlenmesine yönelik olmuştur. Yalnızca bu son durumda, önceki pozisyonunun aksine Osmanlı ordusuna yedeklenmiş olduğu doğrudur. Bu harekatın ayrıntılarını bilemiyoruz. N. Dersimi bazı Ovacık aşiretlerini yanına alan Seyit Rıza’nın 13 Şubat 1918’de Erzincan merkezini ele geçirdiğini, oradan da Deli Halit Paşa kuvvetleri ile birleşerek Erzurum’a yöneldiklerini ve şehri işgal ettikten sonra Bayburt tarafından gelen Kara Kazım Paşa’ya bırakarak Dersim’e döndüğünü belirtiyor.
Dersimi’nin yazdıklarına bakılırsa Seyit Rıza Erzincan tarafında Kürtlerin can güvenliğinin tehlikede olduğuna dair abartılı söylentiler yoluyla kandırılarak bu harekâta yöneltilmiş. Ancak orada bir çok faktör var. Yakın zamanda Ekim Devrimi olmuş, Sovyet hükümeti savaştan çekilme kararı almış, Osmanlı hükümetiyle Erzincan Mütarekesini imzalamış, taraflarca ihlal edilmesi yasak bir güvenlik hattı oluşturulmuştur. O bölgeyi Türk Ermenistanı olarak tanıyan ve göçmen Ermenilerin yurtlarına dönüp savaş sonrası bir referandumla kendi kaderini tayin etmesini öngören Lenin-Stalin imzalı bir dekret sözkonusudur. Erzincan merkezli ve Kuzey Dersim’i kapsayan, Ermeni, Kürt, Türk temsilcilerden oluşan bir de Şûra Hükümeti kurulmuştur. Aynı süre içinde Ermeni komutanı Murad Paşa ile Dersim-Koçgiri liderlerinden Alişer arasında gelecek için ittifak arayışı da olur. Ancak bu çok hayati öneme sahip sürecin değerlendirilmesi karşılıklı güven ve anlayış eksikliği nedeniyle sürüncemede kalır. Nihayet Rus ordusunun çekilmesi gündeme gelince, Dersimliler artık çok zayıf olacak Ermeniler yerine kendi kaderlerini Osmanlı merkezi otoritesine bağlamayı tercih ederler. Bu arada Osmanlı paşalarının yaptığı bir çok manipülasyon ve özendirici vaadler de olmuş, sonuçta ikircikli olan Dersimlilerin bir kısmı kazanılmıştır. Aşiretlerin, liderlerin zaman zaman merkezi otoriteye karşı gelip, zaman zaman işbirliğini tercih etmeleri Dersim ve Koçgiri’de sıkça yaşanmış olgulardır.
Çok bilinen bir anektoda göre, Seyit Rıza’nın kirvesi de olan Ermeni komutanı Bogos Paşa ağır yaralı olarak esir düştükten sonra son bir kez kendisini görmek istediğini söyler ve ona şu serzenişte bulunur; “Kirvem, Ben öleceğim ama yaralarımı göresin diye çağırmadım seni. Yüzüne karşı söylemek istediğim bir sözüm var; yanlış yaptın! Bize yapılanlar yarın siz Kürtlerin başına da gelecektir. Sözümü unutma, siz de sıranızı bekleyeceksiniz!”(Aktaran Recep Maraşlı, yazışma notları).
Seyid Rıza’nın hayatındaki en büyük yanılgı ve sonradan büyük pişmanlık teşkil ettiğini tahmin edebileceğimiz bu durumun, tarihleri, olguları, hareket saiklerini karıştırma yoluyla bugünden geçmişe bakışta Seyid Rıza ve Dersimlileri Ermenilerin karşısına konumlandırmak için manipüle edilmesi de ayrı bir uyanıklık oluyor. Daha da vahimi Dersim’de yapılanlar için “bir isyanın bastırılması olarak zihinlerde ve vicdanlarda meşrulaştırılmaya çalışılıyor” eleştirisini çok doğru şekilde yapabilen Başbakan’ın, iş 1915’e gelince aynı vicdansız meşrulaştırmayı başkalarına da bırakmadan cansiperane üstlenmesidir.
Burada çok kısa bir özeti verilen o süreç, devletin gözünde Dersim’i düşmanlaştıran olguların 1915’de Ermenileri barındırmaktan ibaret olmağını, bir ölçüde somut sonuçlara da ulaşmış bir siyasi işbirliğini kapsadığını gösterir. Devlet savaşın son aşamasında Seyid Rıza’yı yanına çekmeyi başarmış olsa da, onun sicilini daha babasının günlerinden dost ve kirve olduğu, 1915’de koruyup kolladığı, 1937 öncesi yine içiçe bulunduğu Ermenilerle karalamış, Kızılbaş kimliği ve genel siyasi duruşuyla da hiç bir zaman hoş görmediği için hakaretler ederek idama götürmüştür.
Sonuç olarak her ikisi aynı zihniyetin, aynı geleneğin, yalnızca bir kuşak farkla aynı kadroların eseri olan, aralarında sadece öncü-artçı ilişkisi değil, kesişen fay hatları ve kurbanları itibariyle içiçelik de bulunan 1915 ile 1938, neresinden bakılırsa bakılsın, ya birlikte inkar, ya da birlikte mahkum edilmesi gereken ana-evlat olgulardır. 1938’in kısmi ikrarından sonra 1915’in şiddetle inkarı artık sürdürülebilir olmayan ahmakça bir direnmeden başka hiç bir şey ifade edemez.
KÜRT SİYASETİNİN 1915 KARŞISINDAKİ ÇEKİNCELİ VE HAKKANİYETSİZ TUTUMU
Osmanlı’nın son döneminde reform beklentisi bulunan altı vilayet kapsamındaki Ermenilerin genel çoğunluk oluşturmadıkları doğrudur. Fakat bu durum son yüzyıllarda artan baskılarla göç etme, din değiştirme, katliama maruz kalma gibi etkenlerin ürünü olduğu gibi, çok yerde çoğunluk sayılan Müslüman nüfusun etnik kategorilere ayırılmadan toplu ele alınmış olması nedeniyle gerçekte hiç bir ulusal topluluğun salt çoğunluk oluşturmadığı koşullarda sözkonusu edilen bir şeydir. Gerçek şu ki eskiden Ermenilerin nispeten daha yoğun bulunduğu doğu vilayetleri 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı devletiyle sağlanan otonomi anlaşmaları sayesinde Kürtlerin güç kazanması ve güneyden kuzeye doğru yayılmaları sonucu giderek Batı Ermenistan ile Kuzey Kürdistan’ın tam anlamıyla iç içe geçtiği, belli sınırlarla ayrıştırılmalarının imkansız olduğu daha karmaşık bir bileşim arzetmiştir. Nüfus yoğunluğunda yer yer yine Ermenilerin, belki biraz fazlasıyla yer yer de Kürtlerin, Zazaların birinci sırada geldiği, yanısıra Türk, Arap, Süryani, Keldani, Nasturi, Yezidi, Rum, Gürcü, Azeri, Çerkez, Laz grupların yaşadığı bir coğrafya olmuştur. Abdülhamit ve İttihatçılar Ermenilere karşı politikalarında Kürtleri “bakın buralar Ermenistan yapılacak” diyerek yanlarına çekmiş, sonra Kemalistler de aynı taktiği izlerken sanki Kürdistan gerçeğini tanıyormuş gibi davranmış, ama bir kere ulus-devlet projesini hayata geçirdikten sonra onun varlığını da inkardan gelmişlerdir. Böylece uydurdukları “Türkiye Türklerindir” ırkçı yalanı, tabii ki bu topraklarda Kürtlerin hakkını da yok sayma durumundadır. Ama Ermeni soykırımından yüz yıl sonra numunelik Ermeni bulmanın mucizeye dönüştüğü günümüzde bu bölge daha fazlasıyla Kürt olduğu için, Kürdistan gerçeği ister istemez kendini hissettiriyor. Buna karşılık tarihsel Batı Ermenistan’ın yok sayılması yalnız Türk milliyetçilerinin değil, Kürt milliyetçilerinin de işine gelen ve çoklarınca paylaşılan bir inkarcılık oluyor. Abdullah Öcalan önderliğindeki Kürt hareketinin 1915 ve bağlantılı konulara yaklaşımı da sorunlu olup inkarcılığın değirmenine su taşıma özellikleri arzediyor. Ki bir iki istisna haricinde bunun Kürt ulusal hareketinde baskın bir eğilim olduğunu söylemek mümkün.
1915 konusunda Türk devletine ait çekincelerin bir bölümü, yani onları yaratan sebeplerde beraber olunan kısmı, halen geçmişteki suç ortaklığını sorgulamaktan kaçınan ve bugün yürüttükleri ulusal mücadelenin barışçı bir çözüme ulaşmasını “Cumhuriyetin kuruluş felsefesi”ne uygun adımlar atılmasında gören Kürtlerin de sessizce paylaştıkları bir şeydir. “Bu vatanı birlikte kurtardık, biz de bu ülkenin asli kurucu unsuruyuz” söylemiyle Lozan sonrası aldatılmaya sitem eden bu anlayış, bir yere kadar o tarih üzerine uyuşmakta sorun görmüyor ve öz olarak “birlikte başkalarına yapmış olduğumuz adaletsizlik neyse ne, ama siz bize bunu yapmayacaktınız” demeye getirmiş oluyor. Oysa çok bilinen bir anektodun son sözündeki gibi Kürtlerin asıl kendilerine dönüp “Biz papazı dövdürtmeyecektik” diyebilmeleri gerekiyor. Ermeni ve Süryani kırımlarına yol verildikten, suça iştirak edildikten sonra, devlet yönetme avantajına sahip Türk egemenlerinin “kurtarılan” bütün topraklara tek başına hükmetme hırsı karşısında zayıf ve güvencesiz kalınması doğal sayılır. Daha sonra Kürt ulusunun statüsüz biçimde yaşadığı siyasi kölelik koşulları, binlerce yıllık kadim komşularının imhasına cevaz veren malum din kardeşliği temelinde güçlü bir yer edinme arayışının hazin sonucudur. O geçmişin günahları sonraki nesillerin ayaklarına pıranga olmuştur. O tarihin lanetini üzerinden atmayan bir hareketin ulusal özgürlük söyleminde tutarlı olması ve demokratik bir gelecek umudu yaratması beklenemez.
26-27 Nisan 2009 tarihli “Kürt-Ermeni-Türk İlişkileri Bağlamında Özür Dilemenin Erdemleri” başlıklı yazısında Garbis Altınoğlu bu konuyu genişçe değerlendirmiş ve Kürt siyasi öncülerine dostane eleştirileri yanında somut önerilerini de sıralamıştı. Burada yazacaklarım belli yönleriyle çakışmakla beraber o makalenin de internette bulunup okunmasını tavsiye ederim. G. Altınoğlu daha sonraki bir yazısında da öz olarak şöyle diyordu: “Kürt feodallerinin ve halkının önemli bir bölümünün II. Abdülhamid döneminde başlanan ve İttihat ve Terakki döneminde tamamlanan, Anadolu’nun zor ve terör yoluyla Ermeni halkından “arındırılması” ve Türkleştirilmesi politikasına aktif olarak destek vermiş olduğu yadsınamaz bir olgudur. Kürt ulusal hareketi, Kürt halkının suçortağı edildiği bu kanlı uygulamanın dürüst ve içtenlikli bir muhasebesini yapmadığı ve böylelikle kendisini Türk gericiliğine bağlamaya devam eden o lanetli göbek bağını kesip atmadığı sürece asla gerçek ve tutarlı bir ulusal kurtuluş hareketi olamayacaktır”.
(Türkiye’de Ermeni Devrimci Olmak, 20 Eylül 2009, koxuz.org)
Bu nedenle 1915’le yüzleşme Kürtlerin de önemli bir sorunudur. Malesef bu yüzleşmeyi hakkıyla yapmaya çalışan Kürt aydınları çok azınlıkta kalıyor. Kürt ulusal hareketi üzerindeki manevi otoritesini sürdüren Abdullah Öcalan, 1915’te Ermenilerin soykırıma uğradığını söylemekle birlikte, bunu adeta ağır tahrik karşısında elde olmadan işlenmiş bir suç veya meşru müdafaa pozisyonunda gerçekleştirilmiş bir cinayet gibi tanımlıyor ve ortaya çıkan sonucun vebalini neredeyse katilden çok maktüle yüklüyor:
“Ermeniler ve Pontuslar o zamanki emperyalistlere güvenerek onların oyununa gelmişlerdir ve kaybetmişlerdir. Soykırıma uğramışlardır. Çünkü egemen güç olan Osmanlı ‘sen beni öldüreceğine ben seni öldüreceğim’ mantığıyla hareket etmiş ve bu acı tablo ortaya çıkmıştır…” (A. Öcalan, 23 Haziran 2006 tarihli görüşme notlarından).
Daha yakın bir tarihte de bu görüşünü teyid eden şu kısa eklemeyi yapmıştır: “Ermeniler katliam ve kırıma uğradılar. Ermenilerin bugünkü durumda olmalarının nedeni dar Ermeni milliyetçiliğidir… Dar Ermeni milliyetçiliğinin bu durumundan da İngiltere sorumludur. Ermenilerin bugünkü sorunlarını aşabilmeleri için dar milliyetçilikten, dini milliyetçilikten, Hrıstiyanlığa dayalı dini milliyetçilikten de vazgeçmeleri gerekir. Bu onlara kaybettirdi.” (A. Öcalan, Biz Cumhuriyetten Dışlanan Her Kesimin, Herkesin Partisiyiz, 13 Mart 2011, koxuz.org)
Her konuda uzun uzun açıklamaları bulunan Öcalan’ın böylesine önemli bir meselede bu kadarcık soyut ve izaha muhtaç değinmelerle yetinmesi, gerisini okuyanın izanına bırakması manidar bir durum. Burada hangi milliyetçiliğin daha dar veya geniş olduğunu tartışmak anlamsız olur. Türk egemenlerinin de kendilerine yönelttiği “PKK etnik milliyetçilik yapıyor” suçlamasını hatırlatmak yeterlidir sanırım. Her ezilen ulus milliyetçiliğinin doğasından gelen darlıkları, körlükleri ve risk getiren zaafları olmuştur. Osmanlı imparatorluğunun boyunduruğu altındaki Balkan uluslarının milliyetçi hareketleri de benzer ideolojik formlara sahip oldukları halde koşulların elvermesiyle onlar bağımsızlıklarını kazanmış, en sona kalan ve bağımsızlık talebi de olmayıp özerklik temelinde bir çözümü amaçlayan Ermeni ulusu ise emperyalist savaş koşullarının tufanına getirilip vahşice yok edilmiştir. İttihatçılar Balkan sendromunun bütün hıncını son durumda günah keçisi yaptıkları bu savunmasız halkın başına boca etmişlerdir.
Emperyalizm tarafından kullanılma ithamları çok önceden Ermeni sorununun çözümü için gerekli reformların dış baskılarla gündeme gelmesine karşı geliştirilmiş bir argümandır. Savaşın başından itibaren Ermeni ulusal önderleri tahrik edici olmaktan ne kadar kaçınmış ve kendi cemaatlerinin Osmanlı ordusu hizmetinde seferberliğe uymalarını sağlamış olsalar da, Rus ordusunun öncü birliklerinde Kafkas Ermenilerinin varlığı, başka ülkelerdeki göçmen Ermenilerden oraya gönüllü katılımların olması ve beri yanda çok istisnai örneği gösterilebilecek yerli Ermenilerin onlarla ilişkisi büyük abartılarla hep Osmanlı Ermeni örgütlerine mal edilip bütün bir halkın toptan tehcir ve imhasına bahane yapılmıştır. İttihatçıların savaş arifesi Erzurum’da kongre toplayan Taşnak partisine ileride özerklik sözüyle Kafkas Ermenilerini örgütleme ve Rusya’ya karşı isyan çıkartma teklifinde bulundukları, Taşnaklıların Osmanlı Ermenilerini devlete bağlı tutma dışında bir şeye yanaşmayıp o teklifi reddettikleri de bilinen bir gerçektir. Bu durum daha sonra yöneltilen düşmanla işbirliği suçlamalarının ahlaki zeminden ne kadar yoksun olduğunu gösterir. İki ateş arasında kalmış Ermeni halkının öyle kritik bir süreçte bir yada iki taraftan “hainlik” ithamına uğrama riski zaten yüksek olup, bunun önlenmesi bakımından Osmanlı Ermenileri arasında büyük çoğunlukla gösterilen duyarlılık ise bahaneler yaratmaya yeminli İttihatçı liderler için bir şey ifade etmemiştir.
Sonuçta kaçınılmaz kader gibi başına çökmekte olan felaket karşısında Ermeni ulusal öncülerinin farkettikleri ölçüde yapabilecekleri tek şey, meşrutiyetten beri kullanılmamış ve ancak ölüm-kalım durumunda özsavunma için tedarik edilmeye devam edilmiş silahlarla halkı direnişe geçirmek, yani tam da tehcirin bahanelerinden biri yapılan Van örneğini izleyerek her tarafta tehcir girişimlerine karşı aktif savunma örgütlemekti. İşte ancak o zaman gelişmeler daha farklı yaşanabilir, tarih bir milyondan fazla Ermeninin koyun gibi boğazlandığını yazmaz, büyük ihtimalle bunun yarısı kadar katliam yapılamayacağı gibi, komple bir ulusun binlerce yıllık vatanından bir yıl içinde sökülüp atılması da herhalde mümkün olmazdı. Ne yazık ki direniş örnekleri yerel insiyatifin harekete geçebildiği 5-6 yöreyle sınırlı kalmış, savaş öncesi politik etkinliklerde göz korkutabilen Ermeni ulusal öncüleri tehlike anında uyanıklık göstermeyi ve sıkı durmayı çoklukla becerememişlerdir. İmha planının heryerde gafil avlamayı gözeten sinsi yöntemlerle hayata geçirilmesi de bu zaafiyeti ağırlaştıran önemli bir faktör olmuştur. Olayı bu boyutları ile incelemeden, çok hayati direnişlerin bile yapılamadığını dikkate almadan, devletin “düşmanla işbirliği” yalanlarına onay verircesine “Emperyalistlerin oyununa gelen Ermenilerin dar milliyetçiliği”ne sorumluluk yüklemek iş değil.
Öcalan’ın bu konudaki kısacık değinmelerinin öz olarak resmî Türk görüşünden farklı olmadığı, böyle olunca adına soykırımı demesinin de tuhaflık arzettiği ortadadır. Soykırım kavramını anlamsızlaştıran bu görüşünü savaş sonrasına ilişkin şu değerlendirmeleri ile beraber okumak daha açık bir fikir verir:
“Kurtuluş Savaşı dönemi iyi incelenirse, o sürece büyük emperyalist devletlerin tam hakim olduğu görülür. Ortadoğu’nun şekillenmesiyle ilgili plan söz konusu büyük devletler tarafından hazırlanmıştı. Bu söyleyeceklerim Ermeniler tarafından yanlış anlaşılmasın. Ben hiçbir halka ve haklarına karşı değilim. Mustafa Kemal’in öncülüğünde Kürtler ve Türkler arasındaki ittifak sağlanmamış olsaydı, Kürtlerin yaşadığı Kürdistan coğrafyası bugün daha çok parçaya bölünmüş olurdu. Bugün doğudaki toprakların çoğu, Erzurum, Van, Diyarbakır gibi iller, Ermenistan sınırlarında kalacaktı… Kürtlere de Şırnak, Hakkari, belki Siirt illeri verilecekti. Türklere de Konya, Niğde, Nevşehir gibi İç Anadolu’ya sıkışmış küçük bir alan kalacaktı. Bu şekilde oluşacak küçük devletler bağımsız olamayacak, Fransız ve İngiliz emperyalizminin egemenliği altında olacaklardı…” (A. Öcalan, 23 Haziran 2006 tarihli görüşme notları)
Bu sözlerde yanlış anlaşılacak bir şey yok. Yalnız eksik bırakılmış ve gerçekten yanlış olan şeyler var: M. Kemal öncülüğünde sağlanan ittifakın öncesinde Ermenilerin büyük çapta yok edildikleri, bunu örgütleyen İttihatçı liderlerin de Abdülhamit politikasını izleyip Kürt feodal beyleri ile ittifak yaparak başarılı oldukları gerçeği atlanmış. Bunlar sözkonusu edilmeyince 1919 ittifakı temelsiz kalır. Sonra “Kürtlerin yaşadığı Kürdistan coğrafyası” söylemi aynı coğrafyada kanı kurumamış Ermenilerin hakkını inkar anlamına geliyor. Hakkaniyetli olunacaksa o coğrafya olanca genişliğiyle yalnız Kürdistan değildi, aynı zamanda Ermenistan’dı. Binyıllardır komşu olan, son yüzyıllarda daha çok karışık yaşayan iki ulusun ve yanı sıra başka halkların ortak yurduydu. Yakın geçmişte araları daha iyi olsa ve politik ittifaka izin verseydi bağımsızlık seçeneğini birlikte hayata geçirip genişçe bir federasyon kurmaları dahi mümkün olabilirdi. Aynı coğrafyada iki kadim komşu olarak neden yakınlaşamadıklarına gelince, bunda dört yüz yıldır Osmanlı’nın müttefiki olarak yerel otorite konumunu sürdüren Kürt feodal beylerinin Ermeni köylüsüne çektirdiği acılar, İslami bağnazlığın yarattığı antipati ve daha eski birikimler üzerine eklenen 1895 talan-kırım furyasının yaratmış olduğu düşmanlık en önemli faktördü. Ermenilerin altı vilayet kapsamındaki reform taleplerinde bu yerel despotizm ve tecavüzlere engel olacak daha adil bir temsiliyet arzusu başat bir yer tutuyordu. Kürt önde gelenleri ise bölgedeki görece imtiyazlı konumlarını yitirmek istemedikleri ve Osmanlı tarafından dindaşlık temelinde dolduruşa getirildikleri ölçüde o reformlara karşı olmanın yanısıra, savaş durumunda Ermenileri tasfiye etmeye yönelen devletle aktif işbirliğini de çıkarlarına uygun göreceklerdi. İlişkilerin karakteri böyle şekillendiği için, savaş arifesinde Ermenilerle Kürtlerin kaderlerini her iki halkın Osmanlı boyunduruğundan kurtulması yönünde birleştirmeye dönük bir girişimin pek şansı yoktu ve zaten Ermeni partileri savaş bozgunculuğu anlamına gelecek hareketlerden kaçınmaya dikkat ettikleri için o yönde çağrılar yapmaları mümkün de olmazdı.
Yalnız tehcir ve kırım tehlikesi başgösterdiğinde yakın çevrelerin Ermenileri savaşta tarafsız duruş gösteren Dersim Kızılbaş Kürtleri ile ittifak yoluyla güçlü direnişler geliştirmeyi deneyebilirdi, ki bunun da politik-örgütsel ön zemini çok yetersizdi. Geçen onyıllar zarfında Ermeni ulusal öncüleri Dersim’le sıkı bağlar kurmanın müstesna önemini kavramaktan uzak kalmışlardı. Ancak tehcirden kaçanların bölgeye sığınmaları ve bir yıl sonra Rusların hakim olduğu Erzincan’a aktarılmaları sürecinde somut ilişkilerle önemli bir ittifak imkanı doğmuştu. Ekim devrimini takiben Rus ordusunun çekilmesi gündeme gelince doğacak boşluğu doldurmak ve Erzincan-Erzurum hattındaki Ermenilerle Dersim-Koçgiri Kızılbaş Kürtlerinin birliğine dayalı bağımsız bir federasyona hayat vermek mümkündü. Ermeni önderlerin ikna gücüne sahip hakkaniyetli bir ortak gelecek projesi geliştiremedikleri, Kızılbaş Kürt önderlerin de güvensizlik ortamında devreye giren Osmanlı paşalarına aldanarak Rusların çekildiği aşamada devlete yanaştıkları durumda bu tarihi fırsat kaçırılmış oldu. Başarılacak olsa öyle bir oluşum Doğu Ermenistan’la ve daha sonra Sovyetler’le birleşebilir, kimbilir belki diğer Kürt bölgelerinin de bağımsızlığına vesile olabilirdi. Savaş sonrası Paris konferansında Kürtlerin temsilcisi olarak bulunan Şerif Paşa’nın Ermeni temsilcileriyle ortak taleplere imza attığı ve fakat Kemalistlerin Kürt aşiret ve ulemalarını kendi yanlarına çekerek onu desteksiz bırakmayı başardıkları biliniyor. Yaşatılmış soykırımın aralarını daha da bozmuş olmasına rağmen vicdanları rahatlatacak bir yaklaşımla iki halk arasında dostluk ve dayanışmanın geliştirilmesi hepten imkansız değildi. İşte eğer Dersim-Koçgiri üzerinden daha önce bir yol açılsa ve Müslüman Kürtler içinde feodal tutuculuğun etkisini zayıflatan ulusal-demokratik güçler ortaya çıkmış olsaydı farklı seçenekler gündeme gelebilirdi. Bu da hem Ermeniler, hem Kürtler için iyi olurdu. Kaldı ki, daha sonra Sevr antlaşmasının öngördüğü Ermenistan ve Kürdistan hayat hakkı bulacak olsa, bu neden Lozan’a göre daha kötü birşey olacaktı? Onu da anlamak mümkün değil.
İsterse emperyalist devletlerin kendi çıkarlarına elverişli görüp destekleyecekleri biçimde olsun, ezilen ulusların da kendi kaderlerini tayin etmeye hakları vardır. Emperyalistler böl-yönet taktiği izliyor diye bir büyük devletin boyunduruğu altındaki halkların ilelebet ona bağımlı kalmasını, hatta isterse köle olmasını savunmak mümkün mü? İşte Kürtlerin son 90 yıl zarfındaki durumu tam da bu sorunun cevabını verir. Sonuçta “küçük devletlerin bağımsız olamayacağı” teziyle gözardı edilen bir şey de, herkesin hakkını gaspederek tekrar büyükçe bir devlet olan Türkiye’nin ne kadar bağımsız olabildiği meselesidir.
ESKİ TÜRK-KÜRT İTTİFAKLARINI YENİLEME ARAYIŞI HAYRA ALAMET MİDİR?
Öcalan’ın tarihteki Türk-Kürt ittifaklarına bakışı ve günümüz yöneticilerine ‘Demokratik Konfederalizm” adına Ortadoğu’nun yeniden fethi yönünde akıl verişi daha da vahim sayılır.
Onun 1999’dan beri ısrarla yapmış olduğu önermeler bugün ABD güdümünde Suriye’den İran’a komşu ülkeler başta olmak üzere Ortadoğu’ya müdahale için aktifleşen AKP Hükümeti’ne hiç de ters gelmeyecektir. Hatta bugünleri öngörmüş gibi erken uyarıcılık yaptığından dolayı kendisine bir teşekkür ve karşılığını bulmadığından dolayı da özür borcu doğuracak kadar dışa dönük söyledikleri Erdoğan’ın perspektifine uygundur.
1999’da kendisini yargılayan mahkemeye sunduğu savunmasında Kürt sorununun çözümünün neden çok önemli olduğunu açıklarken Öcalan şöyle diyordu:“Cumhuriyet tarihinin bu en zor sorunu çözümlendiğinde Türkiye’nin iç barışından aldığı güçle bölgede lider bir ülke olarak hamle gücüne kavuşacağı kesindir. Ortadoğu’da liderlik dönemi Orta Asya’dan Balkanlar ve Kafkaslara kadar etkili olma anlamına gelecektir. Demokratik sistemin çözüm gücü, başta barış olmak üzere, birçok çelişki ve sorun olan bu bölgelere haklı bir müdahale ve desteğin verilmesi ve istenmesine de yol açacaktır.” (A. Öcalan, 1999 savunmasından)
O savunmasında Abdülhamit dönemini de içine katarak övgüyle sözettiği geçmişin Türk-Kürt ittifaklarını 23 Haziran 2006 tarihli görüşme notlarında bir kez daha savunarak şunları söylüyordu: Tarihte üç kez Türklerle Kürtler stratejik ittifak yapmışlardır. Kurtuluş Savaşı’ndaki ittifakın sonucunda Kürt ve Türk halkının elde ettiği ortak başarısının yanı sıra, Yavuz döneminde ve Alpaslan döneminde de stratejik ittifak yapılmıştır. 1071’de Alpaslan Roma İmparatoru Romen Diyojen’e karşı Kürtlerle ittifak yaparak Anadolu’ya girmiştir… Benzer şekilde Yavuz, Kürt ittifakını sağladıktan sonra Ortadoğu’ya girebilmiştir… Yavuz ittifakı sağladıktan sonra Çaldıran, Mercidabık, Ridaniye savaşlarını kazanarak Suriye, Arabistan, Mısır, yani Ortadoğu’ya egemen olabilmiştir…”(A. Öcalan, 23 Haziran 2006 tarihli görüşme notları)
Ve ardından son zamanlara gelerek çözümsüz kalan Kürt sorununa dikkat çektikten sonra şu önermeyi yapıyordu: “Bu durumdan ancak Kürt-Türk kardeşliği temelinde bütün Ortadoğu’da ‘Demokratik Fetih’ yapılarak kurtulunabilir. Bu anlamda Erdoğan’ın İspanya Başbakanı ile yürütmek istediği Medeniyetler İttifakı devam ettirebilir ve bununla da sınırlı kalınmamalıdır. Israrla vurguladığım gibi Türk-Kürt ittifakı da sağlanıp Ortadoğu’ya Demokrasi kültürü yerleştirilmelidir. Yavuz döneminde yapılan ittifak ile Ortadoğu feodal bir şekilde fethedilmişti. Yapılacak yeni ve demokratik bir ittifak ile Türkiye demokratikleşebilir ve bu demokrasi kültürü bütün Ortadoğu’ya taşınabilir.” (A. Öcalan, agy)
Henüz kendisi demokratikleşmemiş bir ülkenin, geçmişiyle yüzleşmeden, sistemini köklü şekilde değiştirmeden, zihinleri bile değişmemiş devlet adamlarıyla adına “demokratik” denilecek bir ittifak sonucu o düzeye yükselip Ortadoğu’ya nasıl demokrasi kültürü taşıyacağı merak konusudur. Bugün Suriye üzerine konuşan Türk Dışişleri Bakanı Davutoğlu da kopya çekmiş gibi oralara “demokrasi kültürü yerleştirmek”ten sözediyor. O kültürün mevcut olduğu ülkelerin bile emperyalist tahakküm politikalarıyla demokrasi ve barış götürmedikleri bilinen bir gerçektir. Öcalan gerçi tahakküm veya hegemonya demiyor, ama demokrasi ile yanyana getirilmesi bir o kadar tuhaf olan fetih kavramını Türk devlet adamlarının pek iyi takdir edecekleri anlamıyla önermesine yediriyor. “Ortadoğu’da liderlik”, “bu bölgelere haklı müdahale” vb. tam da son dönem “insancıl” söylemlerle Batı merkezli olarak yürütülen ve Türkiye’nin içinde yer alarak bölgesel etkinlik gücünü artırmaya çalıştığı politikalara çağrışım yapıyor. Tek eksiği Türk devletinin bu arada kendi Kürtlerini yanına almayı ihmal etmiş olmasıdır.
Özetle Öcalan’ın bu anlayışı, geçmişin kanlı mirasını reddetmeksizin Türk devletinin kuruluş aşamasındaki dışlama tutumundan vazgeçip Kürtleri bir şekilde kendi sistemine dahil etmesi halinde, eski gerici ittifakın bırakıldığı yerden tazeleyerek “demokratik” ambalaj içinde sürdürülmesi ve tekrar bölge halklarının başına musallat edilmesi şeklinde tercüme edilebilecek bir muhteva arzediyor. Başbakan Erdoğan’ın bir Osmanlı hükümdarı gibi Ortadoğu’ya yeniden hakim olma hülyasını okşayacak niteliğine rağmen, kimbilir belki de devletin diğer kanadının çomak sokmasi nedeniyle, hiç değilse şimdilik bu önermenin karşılığını bulmamış olması bir bakıma hayırlı sayılır. Fakat Kürt hareketi bu çizgiyi sorgulamadığı sürece yeni aldatılma ve felaketlere açık olacaktır. Gerçek anlamda Kürt ulusuna özgürlük de getirmeden Kürt sorununu çözüyormuş gibi yaparak sağlanacak bir mutabakatın komşu halklara karşı yeni suç ortaklıklarına vesile olması ve sonra o projelerden Kürtlerin bir kere daha zararlı çıkıp kandırıldıklarına yanmaları işten değildir.
Son Ortadoğu çalkantısı ve Suriye krizine girerken Türkiye’nin halen kendi Kürtlerine bir umut vermemesi ve sınır ötelerindeki Kürt siyasal statülerinin gelişmesine (Irak bölümünde bağımsızlık, Suriye bölümünde otonomi ihtimaline) karşı aktif müdahaleci bir siyaset izlemesi bugün için bir Türk-Kürt ittifakını imkansız kılıyor. BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş son günlerde Neşe Düzel’e verdiği mülakatta Öcalan’ın Ortadoğu’daki gelişmeleri hükümetten ve devletten çok daha iyi okuduğunu; “Bu sorun Türkiye sınırlarının birliği içinde benimle çözülür, ama Ortadoğu’da işler bölge savaşlarına kadar giderse, o zaman bu iş seni de aşar, beni de aşar” diye sürekli uyardığını, fakat acil çözüm arayışının cevapsız kaldığını, şimdi de savaş seçeneğinde ısrarlı olan hükümetin Suriye durulmadan PKK’yle bir uzlaşma, çözüm yaratmak istemediğini belirtiyor. Buna rağmen diyalog çağrılarını tekrar ederek, Öcalan’ın savunduğu “Ademi-merkeziyetçi yönetim sistemi” çerçevesinde Ankara merkezli özerk bölgeler kurulmasını, her bölgede seçimlerden kim çıkıyorsa o bölgeyi onun yönetmesini öneriyor. Bunun etnik kimliğe dayalı bir model olmadığını, Kürdistan özerk bölgesi istemekten daha farklı ve kabulü daha kolay bir önerme olduğunu söylüyor.
Kürt sorununun barışçıl çözümü için değişik formüller geliştirilebilir, ancak yönetsel kısmından daha önemlisi bunların siyasal muhtevasıdır. Ne tür anayasal haklar ve nasıl bir demokrasi ortamı sağlanacağını somutlamak gerekir. Bu ise nasıl bir tarih muhasebesi yapıldığıyla sıkı sıkıya ilişkilidir. Buna baktığımız zaman yine çok çürük temellere basıldığını görüyoruz. Öcalan’ın M. Kemal’i ve “Cumhuriyetin kuruluş felsefesi”ni kutsayan tarih görüşü PKK-KCK temsilcileri gibi BDP saflarındaki politikacıların da söylemlerine zaman zaman yansıyor. Özgürlük ve demokrasi arayışının tutarlılığı açısından bu tarih perspektifi çok büyük bir handikap oluşturuyor.
CUMHURİYETİN KURULUŞ FELSEFESİNE DAYALI DEMOKRATİK ÇÖZÜM OLUR MU?
Öcalan İmralı sürecinden de önce devletle uzlaşı arayışlarına girdikçe M. Kemal’in kurucu rolüne ve ilk dönemdeki çizgisine övgüler yapmaya başlamıştı. Hatta Kemalistlerin Kürt sorununda reformcu bir çizgiye çekilmelerini mümkün görerek 28 Şubat sürecindeki MGK’nın yönelimine bile hayırhah bakıyor ve şöyle diyordu:
“İşte bugün MGK tıpkı Sivas, Erzurum kongre süreçlerinde olduğu gibi, yeni kurucu bir meclis gibi işlev görüyor. Türkiye çok ciddi bir durumla karşı karşıya. Şimdi bu krizi aşabilir mi? Mustafa Kemal tarzını uygulayabilir mi?.. HADEP’lilere söyleyebileceğim şudur: Gidin, MGK Sekretaryasına söyleyin; siz bize yasal çerçevede politika yapma şansı tanıyor musunuz, tanımıyor musunuz?.. HADEP bir Doğu Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti gibi çalışabilir. Batı Çalışma Grubu nedir? Batı Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetidir..” (Serxwebun, Kasım 1997, Sayı: 191)
Bugünden geriye bakıldığında bu söylemin çarpıklığı daha rahat anlaşılır, ama o gün için de kurulan paralellik normal değildi. Batı Çalışma Grubu’nun İttihatçı-Kemalist geleneğin izinde olduğu doğru iken HADEP’in ona yedeklenmesini salık vermek tuhaftı. O dönem Öcalan’ın Kemalist kesimden beklentisi karşılık görmedi. 28 Şubatçılar M. Kemal’in başlangıç çizgisini onun arzu ettiği gibi okumadılar, Kürt sorununun çözümü için bir iyi niyet gelişmedi. Öcalan 1925’den itibaren Kürtlere yapılan gaddarlıklar hakkında CHP’nin özeleştirel bir tutum içine girmesini, ciddi bir özür dilemesini bekliyordu, bugüne kadar da olmadı. Aksine o dönemle kısmi hesaplaşmayı gündeme getiren son zaman AKP iktidarı oldu. Fakat o da kendi asıl hedefi için basamak yaptığı Dersim dışında ne genel olarak Kürt katliamlarını, ne de üniter devlet anlayışını karşısına aldı. Kürt kimliğinin inkarını aşmış olmakla övünmesine rağmen AKP de halen onun ulus olarak varlığını ve doğal haklarını kabule yanaşmıyor. Yine de kilitlenmiş olan durumu açmak için cumhuriyetin kuruluşu sırasında var olduğu farzedilen “farklı kimlikleri kapsayıcı” çizgiye dönüş çağrısı yapılıyor. Onun sadece Müslümanlık temelinde kapsayıcı, ama ulusal planda Türklüğe köle edici bir yönelim olduğu halen anlamazlıktan geliniyor.
Daha geçen yıl 23 Nisan tarihli Yeni Özgür Politika’da “1920’nin Meclisi Güncellenmeli” başlıklı uzun söyleşisinde KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu da Öcalan’ın perspektifi doğrultusunda şunları söylüyordu:
“1920 Meclisi çok geniş toplumsal kesimlere dayanmıştır. Kürtleri, Lazları, Çerkezleri, İslamcı kesimleri, hatta emekten yana olan insanları ve her yörenin şimdi ‘kanaat önderleri’ denen, toplum içinde belli düzeyde etkisi olan kişilikleri içine alması bu Meclis’i güçlü kılmıştır. Bu Meclis’e dayanarak Kurtuluş Savaşı kazanılmış ve yeni Türkiye kurulmuştur” (M. Karasu, Y. Özgür Politika, 23.04.2011)
Dikkat edilirse o “çok geniş kesimler” içinde Ermenilerin, Rumların, Süryanilerin neden mevcut olmadıkları sorgulanmıyor, böylece “Kurtuluş Savaşı” denilen şeyin zaten onlardan kurtulma davası oluşu da örtülü şekilde onaylanmış oluyor. Devam edelim okumaya:
“1919-1924 yılları arasındaki toplumsal zihniyet bizim açımızdan önemlidir. Bugün Türkiye’de şovenizm ve Kürtlere karşı düşmanlık geliştirilmiştir. İşte ‘herkes Türktür’ anlayışı Türk toplumuna da verilmiştir. Ancak 1920’lerde Türk toplumunun aklında ‘Kürtleri yok edelim’ biçiminde bir yaklaşım sözkonusu değildir. Şovenizm 1924’ten sonra Türkiye toplumu içine sokulmuş bir zehirdir. (…) Türkiye’yi bütün etnik topluluklarla birlikte yapma anlayışının bir süre sonra bırakılması, Türkiye’yi halklar mezarlığına döndüren ulus-devletçi anlayışın hakim kılınmasıyla sonuçlanmıştır.”(M. Karasu, agy)
Demek ki sıra kendine gelinceye kadar başkalarına yapılanların bir önemi yok. 1920’lerden önce Kürtleri değil ama, Ermenileri, Süryanileri, Rumları yok etme anlayışının bal gibi var olduğunu, hem de bu halkları bitirinceye kadar acımasızca hayata geçirildiğini sözkonusu etmek sıkıcıdır. Çünkü orada Kürt toplumunun da önemli ölçüde katılımı var. O zaman sadece Türk şovenizmi değil, ama Kürtlerin, Çerkezlerin, Lazların ve başka Müslüman grupların da içine çekildiği Türk-İslam şovenizmidir güdülen. Kürtler İslami fanatizmle yönlendirilmiş ve Hristiyan komşularının malına mülküne konma dürtüsüyle suça ortak edilmişlerdir. Günümüzün “ulusal kurtuluşçu” Kürt önderlerinin bunu kendilerine dert etmeyip 1924’e kadar İttihatçı ve Kemalistleri şovenizmden muaf tutmaları akıl almaz bir pragmatizm örneğidir. Geçmişin günahlarıyla yüzleşmekten kaçınma duygusu bir noktaya kadar Türk egemenlerini de aklamayı getiriyor, hem de çok bariz şekilde. Gerçekte ulus-devletçi anlayışın hakim kılınması da Lozan’dan önce olmuştur, sonra değil. Sonra olan sadece bu işin rengini iyice göstermesi ve Kürtlerin kafasına dank etmesidir. Fakat Öcalan bir yerde M. Kemal’e sahip çıkmayı ve bugünkü Türk yöneticilerini onun “başlangıç yolu”na sokmayı temel politika olarak benimseyince, sanki Kürtlerin dışlanması 1924’den itibaren ve M. Kemal’in iradesi kırılarak gerçekleşen bir şey gibi yorumlanmaya başlanmıştır. İyi de, bu tarihten önceleri Türkiye’nin halklar mezarlığına döndürülmüş olmadığını varsaymak nasıl mümkün oluyor? Burada artık yorum hatası değil, düpedüz 1914-23 soykırım ve etnik temizlik süreçlerinin inkarına ortaklık sözkonusu. Karasu tarih değerlendirmesinde Türk devletinin büyük kötülüklerini Kürtlere karşı tutumuyla başlattığı için arınmasını da yine orada görüyor:
“Ne zaman Kürt inkarı ortadan kalkar ve Kürtlerin siyasi iradesi- özyönetimi kabul edilirse, o zaman Türkiye demokratikleşme yoluna girmiş olur” (M. Karasu, agy)
Bu anlayışa göre 1915 soykırımının inkarı o kadar önemli değil, mihenk taşı gibi görülemez, o yüzleşme yapılmadan da demokratikleşme olabilir sanki!.. Karasu’nun Kürt sorununa odaklanan bu konuşmasında Ermeni soykırımını gözden kaçırdığı, bunun o meseleyi hepten önemsiz görmek anlamına gelmediği düşünülebilir. Ama eğer konuşmanın bütünlüğü ve tarih perspektifi dikkate alınırsa, bunun masum bir unutkanlıktan ziyade genel bir hesaba katmama ve tercihli unutma olduğu anlaşılır. Unutmayı tercih edişin nedeni ise Türkiye gibi müstakbel Kürdistan’ın da o sayede genişlemiş olmasıdır. Herşeye rağmen nadir bazı değinmelerde Ermeni-Süryani soykırımının sözü edilebiliyor belki, ama parti programları veya kongre kararları bu konuda hiç bir şey demiyorsa o değinmeler de ciddiyetten uzak kalır. Karasu’nun geçen 23 Nisan konuşması şu önermeyle sonuçlanıyor:
“Kürtler 92 yıl sonra bugün Türkiye’nin genel meclisi ve siyasal rejimi açısından 1920 yılındaki kuruluş felsefesine uygun bir meclis olmasını ve o yıllarda kurulan cumhuriyetin yeni koşullarda güncelleştirilerek demokratikleştirilmesini istemektedirler. Eğer 1920’lerde bu birlik sağlanmasaydı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan hiç kimse söz edemezdi. Gerçek bu ise o zaman bu tarihsel diyalektiğe, Kürt ve Türk ilişkilerine dayanarak yada onları bugün güncelleştirerek Türkiye’yi yeniden yapılandırmak gerekir”(M. Karasu, agy)
Döne döne söylenen aynı. “Kuruluş felsefesi” diye baz alınması istenen şey, yok edilen halklar mezarının üstüne ulus-devletin ve Türk kimliğinin inşası değil midir? 1920 Meclisinde Kürt, Çerkez, Laz mebuslara da yer verilmiş olması onların bu planda figüran gibi kullanılıp askeri güçlerinden yararlanılması dışında ne anlam ifade etmiştir? Sonuçta aldanılmış bir görüntüyü gerçek yerine koyup halen bugün de aldatılmaya yatkın şekilde ittifak güncelleme çağrıları neye hizmet edecektir? Bütün bunlar geleceği karartmamak için Kürt aydınları ve halkının kendilerine sormaları gereken sorulardır. 1915’e tutulacak ışık geleceği de aydınlatır, ondan kaçındıkça tarihten ders çıkartılmış olunamayacağı çok iyi görülmelidir.
Kürt aydınları içinde Mete Kalman, Recep Maraşlı, Orhan Miroğlu gibi sayılı isimler bu konuda örnek teşkil eden çok değerli çalışmalar yapmış, kitap ve makalelerinde Kürt ulusal hareketinin 1915’le ilgili yapması gereken tarih muhasebesine dikkat çekmişlerdir. Bir Türk aydını olarak Kürt sorununa gösterdiği duyarlılıkla tanınan İsmail Beşikçi’nin Ermeni ve Süryani soykırımında Kürtlerin rolünü tetikçilikten ibaret görmesine karşılık, Orhan Miroğlu geçen 24 Nisan vesilesiyle yazdığı makalede bunun pek de öyle basit bir kullanılma olmadığını belirterek, dönemin Kürt feodal beylerinin kendi çıkarlarını da o imhacı yönelimde gördükleri için istekli bir suçortaklığı yaptıklarını, hatta İttihatçıların Süryanilere yönelik somut bir planları yokken fırsattan istifade onları da tırpanladıklarını ortaya koymuştur. Bu açık yürekli yaklaşım sahiplerinin -ki şüphesiz burada anılan isimlerden ibaret değildir- diğer Kürt aydınlarına da örnek oluşturmasını dileyelim.
Esas sorumluluk devlete ait olmakla beraber, işbirliği yapan Kürt beylerinin siyasi iradesi olmadığını ileri sürmek akla uygun değildir. Yerel planda otonom yetkilerle son derece etkili olan, aşiret alaylarına kumanda eden beylerin ve şeyhlerin elbet kendi iradeleri de olmuştur. Bunun rol oynadığı yer merkezi planlama değildir ama, bölgelerdeki uygulamada bazen öngörülenden de öte insiyatif kullanmış olmaları ikinci derecede irade ve sorumluluk demektir. Türkler için olduğu gibi, Kürtler için de toptan damgalayıcı ifadeler kullanmak yanlıştır. Sıradan ahali içinden suça bulaşanların az olmaması dahi halkların veya ulusal kimliklerin suçlanmasına haklılık sağlamaz. Çünkü her yerde her katmandan vicdani duruş gösterenler de eksik olmamıştır. Bunu da kurbanlar cephesinden daima gözetilmesi gereken bir duyarlılık olarak belirtmekte yarar var.
ATATÜRK NE ERMENİ NE DE KÜRT SORUNUNDA REFERANS OLABİLİR
Son olarak Ermeni soykırımı konusunda akademik çalışmalarıyla Türkiye kamuoyunun gerçekliği farketmesine önemli katkılar yapan Prof. Taner Akçam’ın, gerek bu konu gerekse Kürt sorunu üzerine Neşe Düzel’le röportajında dile getirdiği bazı görüşler hayal kırıklığı yaratmıştır. Buna ilişkin Recep Maraşlı’nın “Ermeni Olayı’nda Atatürk Referans Olabilir mi?” başlıklı eleştirisini çok doğru ve yerinde buluyorum. Maraşlı özellikle Sevr-Lozan karşılaştırması, “Misak-ı Milli” ve benzeri irdelemeleriyle Türk ve Kürt sol gelenekleri içindeki yanlış tarih algılarının tutarlı bir eleştirisini yapıyor. Akçam’ın da, Öcalan’ın da o algılarla şekillenmiş bakış açıları Kemalizmin hegemonya alanı içinde, Rumluk ve Ermeniliğin tasfiyesini tamamlamaya yönelik “milli kurtuluş savaşı”nı savunur temeldedir. Akçam İttihat ve Terakki’nin 1915 uygulamalarını soykırım niteliğiyle mahkum etmesine rağmen, 1919-23 sürecinde aynı kadrolarla savunulan ve mühürlenmeye çalışılan şeyin bizatihi o soykırımın kazançları olduğunu gözardı ederek, buna ve diğer etnik temizliklere dayalı “Misak-ı Milli”yi meşrulaştırmış oluyor. Böylece İttihatçı-Kemalist hareketin “bölünmez bütünlük” halindeki “Türk yurdu” tahayyülünü onayladığı gibi, İngilizlerin bu şartı en baştan kabul etmeyip Rumlara, Ermenilere, Kürtlere pay ayırmasını olumsuzluyor, 1915 suçlularının muhakemesini bu şartla göze aldığını belirttiği M. Kemal’in Sevr planı karşısında onları da kurtaracak şekilde davranmasını bir yerde mazur göstermiş oluyor: “Ankara’daki milliyetçi hareket, İttihatçıların, Ermeni soykırımı katillerinin ve suçlularının yargılanmasını, Misak-ı Milli için ödenmesi gereken bir fiyat olarak gördü ve yargılamayı destekledi. Ama 1920 nisanında Sevr Antlaşması ortaya çıktı. Yani Misak-ı Milli kabul edilmedi, Sevr, Anadolu’yu parçalara böldü. Sonuçta bugünkü sınırlarımız ancak savaşarak elde edildi. İşte Sevr’le birlikte, Ankara, 1915’in yargılanmasından vazgeçti.” (T. Akçam-N. Düzel söyleşisi, aktaran ve altını çizen R. Maraşlı).
Akçam’ın bu sözlerinin 1915’e ilişkin bilimsel değerlendirmeleriyle bağdaştırılması gerçekten çok güç. M. Kemal’in kâr-zarar hesabıyla bir kısım İttihatçı’nın yargılanmasına yol vermeyi düşündüğü doğru olabilir, fakat Akçam’ın bu yorumu yaparken sözkonusu pazarlığı eleştirmemesi ve sonuçta belkemiğini soykırım suçlularının oluşturduğu Kemalist hareketin kazancını sahiplenir gibi konuşması kendisine yakışmamıştır. Onun bugünkü Kürt sorununda da otonomi veya özerklik temelinde bir çözüme olumsuz bakması, “kan gövdeyi götürür” şeklinde ürkütücü bir uyarıyla caydırıcı olmaya çalışması, Kürtlerin ulusal farklılıkları temelinde kollektif haklara sahip olmaları gerekmezmiş gibi bireysel haklarla yetinmelerini salık vermesi, Türk egemenlerinin “vatanı ve milletiyle bölünmez bütünlük” söylemine neredeyse dolaysız destek çıkması da hayal kırıcı bir yaklaşımdır. İlginç şekilde bu konudaki önermeleri de son dönem Öcalan’ın yetinmekten yana olduğu en sınırlı ve bireysel haklarla uyuşuyor.
Ama daha önemlisi tarihsel bakıştaki uyuşmalardır. 1920’de “Anadolu’nun parçalara bölünmesi”ne karşıtlık tıpatıp aynı. Ne de olsa İngilizler emperyalist, onlarla yapılmış bir anlaşmanın kötülenmesi de kolay!.. Ama daha sonra Lozan da onlarla yapılıyor ve hiç de onlara karşı savaşılarak değil! Öyleyse bu neden “iyi” oluyor? Buna ne Öcalan’ın verebileceği bir yanıt vardır, ne de Akçam’ın. Çünkü “emperyalistler daha ufak lokmaları tercih eder, halkların yararına olan büyük olmaktır” gibi bir itiraz soyut kalır. Burada somut olan bir şey varsa, o da Maraşlı’nın çok güzel açıkladığı gibi savaştan önce Hristiyan halkların da hakkı bulunan toprakları onlardan arındırmaya devam ederek homojen bir “Türk-Müslüman yurdu”na dönüştürme olayıdır. Ki bunun başarıldığı durumda Ermeni, Rum, Asuri delegasyonlarının dışlandığı bir konferans toplanır. Yalnız o değil, Paris’te kabul görmüş olan Kürt delegasyonu da Lozan’da yoktur. Onun yerine “Biz buraya Türklerin ve Kürtlerin temsilcisi olarak geldik” dedikten sonra anlaşma metninde Kürtlerin adını hiç andırmayıp azınlık haklarından bile yoksun kalmalarının temelini atan Türk milliyetçileri vardır. Gerçeklik böyleyken Öcalan’ın bu sürece ilişkin yorumu da tıpkı Akçam’ın 1915 muhakemesi hakkındaki yorumu gibi, M. Kemal’i diğer İttihatçılardan ayırıp aklama ve “aslında onun niyeti farklı olmasına rağmen, İngilizlerin işi bozduğu” şeklinde bir yanılsama oluyor:
“Mustafa Kemal başta Kürtlere özerklik-muhtariyet öneriyordu. İngilizlerin isyanları desteklemesi nedeniyle bunu askıya aldı. Mustafa Kemal o dönemde ulus-devlet değil, cumhuriyet ve Kürtlere muhtariyet diyordu. İngiliz oyunlarıyla Cumhuriyet, ulus-devlete evirilmiş ve bugüne kadar da bu anlayış nedeniyle savaş devam etmektedir.” (Öcalan, görüşme notlari/Özgür politika/ 8 Nisan 2009)
Maraşlı haklı olarak 1915 anlaşmazlığının çözümü için “Atatürk’ün izinden gitmeyi” tavsiye eden Akçam’ı eleştiriyor. “Doğrusu bu bana, Türkiye’nin yaşadığı bütün sorunları ‘Atatürk’ün yolundan sapmış olmakla’ açıklayan tipik Kemalist görüşü anımsattı. Ya da bürokrasiyi bir şeyler yapmaya cesaretlendirmek için Atatürk’ün hemen her konuda söylediği bir-iki sözü öne çıkararak referans haline getiren Kemalist-sol ilerlemecileri… Bu tavrın ‘Cumhuriyetçi’ler dışında artık rağbet görmediğini sanıyordum: Akçam’ın “fazahat“la ortaya çıkması oldukça düşündürücü. Acaba ‘resmî Atatürkçülük’ ve ‘sol-Kemalizm’ versiyonlarından sonra şimdi de liberal bir Neo-Kemalizm yorumuyla mı karşı karşıyayız?” diyor. (R. Maraşlı, Ermeni Olayı’nda Atatürk Referans Olabilir mi? 03.04.2012-Gelawej)
Yukarda okunan Öcalan’ın ve Karasu’nun sözleri, ki aynı şekilde günümüzün Türk politikacılarına “M. Kemal’in başlangıç yolu”nu gösterme durumundadır, bunu da o eğilimlerin Kürt versiyonu sayabiliriz herhalde. Ama bunların hiçbiri hiç bir sorunun çözümüne gerçekten referans olamaz.
İTTİHATÇI ZİHNİYETLE 1915’SİZ HESAPLAŞMA OLAMAZ
Son ayların tartışmaları içinde Başbakan Erdoğan bir yerde sözü “İttihat ve Terakki zihniyeti”ne de getirerek daha önceleri “CHP zihniyeti”ne yaptığı eleştirileri onun eski köklerine uzatmayı denedi. Ama ilginç bir şekilde yine M. Kemal’i eleştiri kapsamı dışında tuttuğu gibi asıl İttihat ve Terakki iktidarına ve onun eseri olan 1915’e hiç değinmedi. Bunu neye yormak gerekir? Öncelikle ipuçlarını görmek üzere Erdoğan’ın o konuşmasındaki vurgularına bakalım:
“İttihat ve Terakki zihniyeti, Gazi Mustafa Kemal’in de şiddetle karşı çıktığı bir zihniyettir. Bu zihniyet, Osmanlı Devletinin çok hızlı ve acı bir şekilde dağılmasını sağlamıştır. Atatürk’ün müsamaha göstermediği İttihat ve Terakki zihniyeti, ne yazık ki vefatının ardından yeniden iktidar fırsatı bulmuş ve Türkiye’ye ağır faturalar ödetmeye devam etmiştir. İşte Dersim, 27 Mayıs darbesi, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat, bu zihniyetin eseridir. Kürt meselesinden tutunuz, faili meçhullere; edilgen dış politikadan tutunuz, kötü ekonomiye; derin yapılardan, çetelerden tutunuz, bürokratik oligarşiye kadar bu ülkenin birçok meselesinin altında, işte bu köhne, bu çarpık zihniyet yatmaktadır…” (R. Tayyip Erdoğan, Şubat 2012)
Gerçekte İttihat ve Terakki’nin mazisi 150 yıl geriye gitmez, 1908’den önce Jön-Türklerin örgütlenme sürecini de hesaba katsak çok çok 120 yıl eder. Ama Jön-Türklerin düşünceleri farklı kanatlarla bir evrim yaşamış ve onlardan biri olan İttihatçıların daha sonra bir geleneğe dönüşüp kendi isimleriyle anılan zihniyeti özellikle iktidara geldikten sonra kendini göstermeye başlamıştır. Bu anlamda ancak 100 yıllık bir maziden sözedebiliriz. Irkçı, yayılmacı, etnik tasfiyeci, gaspçı, despotik ve darbeci yönleriyle belirginleşen bu zihniyet en yıkıcı rolünü de 1915’de oynamış, yüzyılın ilk soykırımını hayata geçirip Nazilere de ilham kaynağı olmuştur. İttihat ve Terakki’nin kendi iktidar sürecinde işlediği bu en büyük suçu görmezden gelip Cumhuriyet tarihinde o gelenekten beslenenlerin darbe ve kıyımlarını sözkonusu etmek nasıl bir tarih muhakemesidir? Sonra M. Kemal bu zihniyetin nesine müsamaha göstermemiştir acaba? Bu aklamaya bakılırsa, Erdoğan’ın birçok defa yerdiği CHP’nin tek parti diktatörlüğü ve kanlı icraatleri kimin işidir?..
AKP’nin tek parti dönemine dair esas rahatsızlığı İslami kesimin siyasal alandaki baskılanmasıdır. Bu açıdan bakılınca Erdoğan’ın M. Kemal’e sahip çıkıp onun karşısına aldığı bir kısım İttihatçıyı olumsuzlaması kendisiyle çelişir. 1926’da “İzmir suikasti” davasıyla kimisi asılıp kimisi Kemal’in ölümüne kadar siyasi yasaklı kalan şahsiyetler görece dinsel muhafazakarlığa sahip muhaliflerdi. Bir makalesinde bu çelişkiye işaret eden Yetvart Danzikyan’ın dediği gibi “Burada Erdoğan’ın resmi görüşten vazgeçmeme ve ‘merkezi otorite’yi sahiplenme adına fikirdaşlarını harcadığını görüyoruz.” (Y. Danzikyan, 06.02.2012, Radikal).
AKP geleneğinin CHP ile ideolojik uyumsuzluk noktasını dikkate alırsak, onun Kemalizmi eleştirmesi, İttihatçılığı eleştirmesinden daha anlamlı olurdu. Fakat Kemalizm yada Atatürkçülük doğrudan M. Kemal’in adını taşıdığı ve onun dokunulmazlığına riayet gerektiği için, ideolojik karşıtlığın ifadesinde güçlük çekilmektedir. Erdoğan bu güçlüğü bir yere kadar “CHP zihniyeti” diyerek aşmaya çalışmışsa da, yeterli olmadığı açıktır. Bu noktadan bakıldığında işi “İttihatçılık” eleştirisine dönüştürmenin, yine Kemalizm diyememekten dolayı onun yanından ve arkasından dolanma tercihiyle ilgili olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Zira Kemalizm İttihatçılığın bir sonraki aşamada üstlendiği misyona uyarlanmış versiyonundan başka bir şey değildir.
İttihatçıların Adriatik’ten Çin Seddi’ne Turan İmparatorluğu hayalleri parçalanınca, son kale olarak gördükleri Küçük Asya’da homojen bir ulus ve üniter devlet oluşturma hedefi öne çıkmış, buna da esasen Sarıkamış yenilgisinin hemen ardından Ermenileri imha planıyla girişilmiştir. Bu koşulların ürünü olan Kemalizm, M. Kemal önderliğinde TC’ni kuran ve yeni kimlik inşasına girişen kadroların, Avrupa’daki faşist akımlarla da etkileşmeleri sonucu ırkçı-monolitik-otoriter esaslar üzerinde şekillendirmiş oldukları bir ideolojidir. Bu topraklarda kökleri kazınan Hristiyanların zenginliklerini yağmalama yoluyla palazlanmış kır ve kent yeni üst sınıfları ile savaş sonrası kuruculuk içinde büyük imtiyazlar edinmiş asker-sivil bürokrasinin ortak çıkarlarını gözeten bir düşünce sistematiği diyebiliriz. Bu sosyal temelleri ve tarihsel geleneğine uygun olarak, politik-kültürel yaşamda her türlü çok renklilik ve çok sesliliği yadsıyan, devleti uç boyutta kutsayan, iliklerine kadar militarist, darbeci ve entrikacı bir karaktere sahip olmuştur. En rafine haliyle 1930’ların CHP çizgisinde görülür. Günümüze kadar o gelenekten türeyen, bir kısmı Atatürk’ün tasfiye ettiği silah arkadaşlarının dinsel muhafazakarlık yönleriyle harmanlanarak görece farklı şekillenen ve zamanla kendilerince sağ-sol liberal çehreler de kazanan çizgiler, halen çok esaslı ortak paydalara sahipler. Mazisi en yeni olan AKP’nin karma yapısı da bu çerçeve içindedir. Adına yeşil sermaye denilen son kuşak Anadolu zenginlerinin etkinliği nedeniyle bir parça İslami yönü ağır bastığı için eski geleneksel Kemalist elitlerin “irtica” yaygaralarına maruz kalıyor. Ne olduğu belirsiz “laiklik” eksenli suni tartışmalar bu iki kanat ararasında abartılı bir gerginliğe yol açıyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devletçi gelenek bu temelde bir ayrışma yaşadığı ve günümüze kadar iktidar kavgalarında manipülasyon işlevi gören abartılarla bir “laik-İslamcı” karşıtlığı süregeldiği için hesaplaşma boyutunu anlamak mümkün. Ama “milli meseleler” sözkonusu olunca bugüne kadar AKP dahil hangi partinin geçmişteki CHP ve onun mirasçısı olduğu İttihat ve Terakki’den farklı bir çizgi izlediği sorulsa verilecek cevap koca bir hiçtir. AKP’nin bir damarının da İttihat ve Terakki döneminde muhalif olan Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na dayandığını düşünecek olsak bile, onun 1915 cürümleri nedeniyle sonradan İttihatçıları eleştiren ve yargılayan kesiminin değil, Küçük Asya’yı Hristiyanlardan arındırma yönüyle İttihatçıları destekleyen kesiminin takipçisi olduğunu söylememiz gerekir. Türk ulus-devleti sonuçta ezici çoğunluk haline getirilen çeşitli etnik gruplardan Müslümanların Türk sayılması üzerine kurulduğu için Türk milliyetçiliğinin dine en mesafeli kesimleri bile inanç alanında Sunni İslamın ayrıcalıklı konumunu gözetmiş, 12 Eylül döneminde olduğu gibi “laikliğin yılmaz savunucusu” ordu eliyle Kürt hareketine ve sola karşı İslami akımların yayılmasının açıktan teşvik edildiği durumlar bile görülmüştür. Türkiye’de Müslümanlara Hristiyanlık telkin ettikleri iddiasıyla 2000’li yıllarda “misyoner”lere karşı yürütülen kampanyaların başını Kemalist ulusalcıların çekiyor olması da ilginçtir. CHP ve ordu kurmaylarının 28 Şubat süreci ve sonrasında “irticayla mücadele” kisvesi altında yürüttükleri bütün çaba, güçlenen “Anadolu sermayesi” karşısında Kemalizm zırhına bürünmüş geleneksel büyük sermaye ve imtiyazlı bürokratik kast olarak kendi üstünlüklerini korumak veya yeniden tesis etmek olmuştur. AKP’nin de buna karşı mücadelesi kendi alanını genişletmeye dönük olmakla beraber, yaptığı kısmi reformlar topluma bir parça nefes aldırmış, fakat Kürt sorunu başta olmak üzere ciddi ve kanayan konulara derman olmadan tıkanmaya başlamıştır.
Son üç yıl zarfında Ergenekon, Balyoz vb davalarla kendi iktidarını güvenceye almaya çalışan Erdoğan’ın, konumunu sağlamlaştırdığı ölçüde belli yönleriyle Kemalizmin ideolojik tahakkümünü de kırmak üzere tarihsel eleştiriye girmesi, 28 Şubat’tan beri kendi geleneğini hedefleyen darbelerle hesaplaşma yönünde adımlar atması, bir nebze tutarlı görünme ihtiyacıyla yüzeysel şekilde 12 Eylül’ü de içine katmasına rağmen demokrasi adına pek de umut verici olamayan tutarsız bir hat izlemektedir. Türk-İslam hakimiyetine dayalı devletin üniter, ırkçı ve inkarcı yapısını kıskançlıkla koruyan, askeri vesayet yerine MİT-Emniyet takviyeli cemaatin vesayetini geçiren, KCK davalarıyla 12 Eylül’ün ruhunu yaşatan, milliyetçi yönü yine eksik kalmayacak şekilde daha dindar gençlik yetiştirmeyi hedefleyen ve ekonomik gücü arttıkça Orta-doğu’da yayılmacı hegemonik siyaset izleyen bir çizgidir. Böyle bir yönelimin tarihle ciddi bir yüzleşmeye girmesi tabii ki beklenemez. Dolayısıyla “İttihatçı zihniyet”e eleştiri yağdırması tutarlı değildir.
Yine de bunu bir tür kendi tarih yazımını gündeme sokma ve yavaş yavaş resmi tarihi bu temelde revize etme çabası olarak görmek gerekir. Siyasal literatürde yaygın olarak ismi 1915 soykırımıyla özdeşleşmiş bulunan İttihatçı zihniyeti şimdiye kadar hiç zikretmemişken şu kritik aşamada vurgulamaya ihtiyaç duyması, bu konuda artık sürdürülemez olan katı inkarcılığın değişime zorlanmasıyla da bir şekilde ilgili olmalıdır. Çaresiz kalınan bir noktada samimiyetten uzak ve içerikten yoksun bir özürle kurtulmaya çalışma seçeneği, ne kadar hafifletmek istese bile İttihat ve Terakki’nin siyasi sorumluluğunu bir ölçüde belirtmeye kendini mecbur bırakacağı için, şimdiden o isimle arasına bir mesafe koyması akıllıca sayılır. Öyle ki yarın o noktaya gelindiğinde Başbakan’ın ağzından kamuoyunun duyacağı ilk İttihatçı eleştirisi olmasın ve aşırı şok etkisi yapmasın! Aynı konuşmasında, herhalde “şu 1915’e sıra neden gelmiyor?”diyecek olanları peşinen yanıtlama ihtiyacıyla olsa gerek, şöyle bir vurguyu da ihmal etmemiştir:
“Bazıları meselelerinin çözümü konusunda son derece sabırsız. Bu kişiler, ‘karanlık her olay anında aydınlansın, her reform anında yapılsın, Türkiye bir gecede değişsin’ istiyor. Beyler… Biz burada, 150 yıllık köhne bir zihniyetle mücadele ediyoruz. İliklerimize kadar işlemiş, devletin bütün kılcal damarlarına kadar ilişmiş bir zihniyetle mücadele ediyoruz. Biz, İttihat ve Terakki zihniyetindeki CHP’ye, İttihat ve Terakki’nin izindeki MHP’ye, Doğu ve Güneydoğu’nun CHP’si olmaya özenen bir BDP’ye rağmen bu mücadeleyi yürütüyoruz…”
Hem nalına hem mıhına vurmak iyi de, sonuç ne gösterecek bakalım? Durum hiç de kolay aşılacak gibi görünmüyor. 1915’in gündeme geldiği en son zamanlarda bile keskin inkarcı karşılıklar vermekle bu alandaki işini zorlaştırmış olan Erdoğan’ın büyük bir handikap yaşadığı ortadadır. Bu nedenle öyle içeriksiz bir İttihatçı zihniyet eleştirisi yapmakla kalıyor ve belki tam olarak ne adım atacağını da bilemeden bu yöntemlerle nabız yokluyor. En son bu 24 Nisan vesilesiyle AKP’li İstanbul milletvekili İsmet Uçma kendi şahsı adına Ermenilerden özür dilediğini belirttikten sonra eklemiş: “Ben Ermeni vatandaşlarımıza, Ermeni dostlarımıza reva görülen şeyin, ‘soykırım’ değil, ‘soy sürgün’ olduğunu düşünüyorum. Soykırım yapılmak istenseydi, İspanyolların ve Portekizlilerin Güney Amerika yerlilerine, Amerikalıların Kızılderililere, Almanların Yahudilere karşı kullandığı imha metotları uygulanırdı.” (25.04.2012-Demokrathaber)
Acaba bu vekil birşey araştırmış da mı böyle mukayese yapıyor? Ermenilere yapılanların o saydıklarından eksiği neymiş? Yoksa vekil beyefendi “Türkler soykırım yapmak istese bir tane Ermeni kalmamış olması gerekirdi!” mantığını mı işletiyor? Öyle değilse bile, biz böyle lakayt özürü ne yapalım? Sanki bu çıkış şahsi özür dilemek için değil de, hükümetin yakınlarda geliştireceği bir tavır için şimdiden soykırım yerine geçirilecek tanımı pişirmek için yapılmış gibi. Fakat sonunda açıkça ve dürüstçe 1915’te yapılanın soykırım olduğu kabul edilmedikçe Ermeni halkının ve demokratik çevrelerin bu bayatlamış yemeklere karnının tok olacağı iyi bilinmelidir.
Son sözü 1915’in canlı tanıklarından, o tarihte 15 yaşlarında olan ve binlerce Ermeninin Palu köprüsü üzerinde nasıl kesildiğini anlatan Mesrop Grayyan’a bırakıyorum. Soykırımının 50. yılında yayınlanmış kitabında, henüz o zamanlar dünyada çıt çıkmazken, bu konu unutulup gidecekmiş karamsarlığı çökerken, adeta 100. yıla doğru dünya aleme “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste!” dedirteceğini hissederek şöyle yazmıştır:
“Son olarak izledim o kanlı köprüyü, Surp Krikor Lusavoriç kilisesini, hafsalamda iyi kötü izler bırakmış bütün o mevkileri… Heyhat! Rüya değildi gördüklerim, safi acı gerçeklik, yüreğimin çok taze yaralarını tekrar kanatmaya gelen…
“Ben burada tekrar ediyorum ve çok eminim; O gün gecikmeyecek, Türkiye günü gelip oturacak sanık sandalyesine! Adil bir mahkeme yargılayacak onu; adaletsizlik sütununa çivileyecek ve işlediği büyük cürümlerin karşılığını mutlaka ödetecektir ona!..” (M. Grayyan, Palu Yaşamından Alınmış Tasvirler, Anılar, Nazım ve Serbest Sayfalar, 1965, Antilias-Lübnan, s.531-533)
28 Nisan 2012
Hovsep Hayreni
Yorumlar kapatıldı.