İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915’in Denek Taşında Türk ve Kürt siyaseti I

Hovsep Hayreni
Geçtiğimiz aylar boyunca Türkiye’nin tarihsel adalet sorunları bir bir yeniden tartışma konusu oldu. Başbakan Erdoğan’ın “devlet adına” bir ilk olarak Dersim 1938 için “özür” beyan etmesine karşılık, 1915 hakkında geleneksel inkârcılığı kaskatı sürdürmesi izahı güç bir tezat olarak kaldı. 1915 bu ülkede toplumsal adalet duygusunun, tarihle yüzleşme cesaretinin, demokratikleşme niyetinin en esaslı test edilme konusu, bir anlamda denek taşı veya turnusol kâğıdı olmaya devam ediyor. 

24 Nisan vesilesiyle son gelişmeler ışığında egemen Türk siyasetinin açmazlarını değerlendirirken konuyla ilgili Öcalan ve önderliğindeki Kürt hareketinin bakışını da eleştiriye tabi tutmakta yarar görüyorum. Bu yalnız Ermeni, Süryani, Yezidi halkların tarihsel adalet beklentileri açısından değil, Kürtlerin kendi özgürlük sorunları ve geçmişleriyle yüzleşmeleri bakımından da önemli olan bir tutarlılık meselesidir.
1938 “ÖZÜR”ÜNE RAĞMEN 1915’İ İNKÂR DİRENCİ AYIP DEĞİL Mİ?
Dersim tartışması ilk olarak 2009 sonlarında Onur Öymen’in sözleriyle alevlendiğinde Başbakan Erdoğan bu konuyu rakibi CHP’ye karşı kullanmaya müsait görüp önünü arkasını fazla hesap etmeden 1938’de yapılanın “katliam” olduğunu söylemişti. İyi ki öyle bir vesile bu çıkışı getirdi, yoksa resmî tarihin inkârcılıkla örülü surlarında bir gedik açılacağı yoktu. Daha o zaman bunun risklerini sezen devletin cin muhafızları (mesela Hürriyet’te Ertuğrul Özkök) “Dersim’de yapılan katliamsa 1915 için ne diyeceğiz?” şeklinde uyarmaktan kendilerini alamamışlardı.
Erdoğan Dersim 38’i daha sonra da dillendirdi ve orada 50 bin masum insanın katledildiği kendi ağzından tescil edilmiş oldu. Ama aynı yıl içinde Ermeni soykırımı gündeme gelince bildik inkârcılığı olduğu gibi sürdürüyor ve “Benim ecdadım soykırım yapmamıştır, yapmaz” diye iki kelimeyle kestirip atıyordu. Şüphesiz itirazı yalnız soykırım tanımına değil, adı ne olursa olsun 1915’te işlenmiş büyük insanlık suçlarının gerçekliğine karşıydı. Başbakan’ın eksik bıraktığı o cümleyi hükümetin başka bazı sözcüleri fırsat buldukları ölçüde kendi üsluplarıyla tamamlamaya çalıştılar. Örneğin geçenlerde “Maraş’ın kurtuluş yıldönümü” vesilesiyle nutuk çeken Cemil Çiçek “Buradan tüm dünyaya sesleniyorum. Bizim tarihimizde baskı yoktur, zulüm yoktur, işgal yoktur, soykırım yoktur, alçaklık hiç yoktur. Ama başka milletlerin tarihinde bunlardan çoktur…” diyerek işi ifrada vardırıyordu. Erdoğan ise dış dünyanın gözünde çok sırıtmasın diye soykırım kavramının “ağırlığını” ima ederek lafını yalnız onun etrafında döndürüyor ve yaşanmış gerçekliğin soykırım değilse ne olduğunu es geçiyordu. Oysa Dersim soykırımına da soykırım demediği halde iç siyasette hesabına uygun gördüğü için pekâlâ “katliam, vahşet” vb. diyebilmişti. Yani bunu söylemek de bir şeydi ve istese 1915’te yapılan imhanın da asgari eleştirisini yaparak bir üzüntü belirtisi gösterebilirdi. Yetersizliği ayrı mesele, hiç değilse izansızlık olmazdı. Ecdadına toz kondurmama tavrına bakılırsa Dersim’de işlenen insanlık suçları kimin işiydi? Yoksa Erdoğan gerçekliğini kabul ettiği o vahşetin sorumlularını kendi atalarından saymıyor muydu? İnkârcılığın en zayıf noktaları olan bu sorular hep havada kalacaktı.
Son olarak Zaman gazetesinin Dersimli CHP milletvekili Hüseyin Aygün’le yaptığı söyleşi ve yankıları ardından Dersim 38 konusunda daha kapsamlı ve cesur çıkışını yapan Erdoğan, devlet adına tevekkeli bir özür beyanıyla beraber, olayın siyasi sorumluluğunu salt CHP geleneğine ait gösterdi. Dönemin tek partisi olan CHP içinde sonradan diğer partilerin doğuşuna öncülük eden kadroların da bulunduğu ve Dersim icraatında sorumluluğu paylaştıkları gerçeğini göz ardı etti. Yapay modernleşmeci Kemalist elitin dönem dönem baskılarına maruz kalmış İslami cenahtaki kendi öncüllerini ve sempatiyle baktığı DP liderlerini o zihniyetten ayırıp temize çıkartmaya çalıştı. Temsil ettiği ümmetçi gelenek, en son kendi önderliğindeki liberal versiyonu dahil olmak üzere, yerine göre milliyetçilik yarıştırmayı da ihmal etmeden temel devlet politikalarında o faşist zihniyetle pekâlâ uyuştuğu ve birçok insanlık suçlarına ortak olduğu halde öyle ak-kara bir tablo çizmeyi tercih etti. Kısmi ideolojik karşıtlık ve bir ölçüde gadre uğramışlık nedeniyle hem tarihsel hesaplaşma, hem de Kemalizmin siyasi İslam aleyhine devam eden tahakkümünü kırma yönünde “CHP zihniyeti”ne vuruşlar yaparken, bugünleri hep beraber borçlu oldukları M. Kemal Atatürk’ü ise tartışma dışında tutmaya özen gösterdi. Dersim harekâtında Atatürk’ün yönlendirici rolü ve ortaya çıkan “facia”daki sorumluluğu açık olmasına rağmen, Erdoğan ona değinmekten kaçındığı gibi CHP’liler de “ne demek istiyorsun yani, Atatürk katliam mı yaptırdı?” gibi sonu hayırlı olmayacak çıkışmalardan mümkün mertebe geri durdular. Bu noktada sessiz bir konsensüs işledi.
Ama iktidarla muhalefet arasında konsensüsün büyüğü 1915 konusunda işliyordu. İşte Dersim özrünün üstünden daha bir ay geçmeden Fransa’daki tasarı vesilesiyle Ermeni soykırımı tartışması tekrar güncelleşince AKP-CHP-MHP tam bir uyum ve seferberlik halinde inkârcılık duvarını tahkim etmeye koyuldular. Erdoğan bu defa da kendisiyle çelişme pahasına topyekûn tarih aklamaya çalıştı. “Sarkozy Türkiye’nin tarihinde soykırım bulamaz… Biz tarihimizle gurur duyuyoruz” dedi. Dersim 38 için gösterdiği utanç belgelerini unutmuş gibi davrandı. Üstüne üstlük Kanuni Sultan Süleyman’ın “kılıcımın gücüyle sahip olduğum topraklar…” dizeleri eşliğinde kanlı fetih tarihine övgüler yaptı. Cezayir’deki kanlı kolonyalizmi nedeniyle Fransa’yı suçlarken, bütün Kuzey Afrika dahil yabancı topraklar üzerinde yüzlerce yıl süren Osmanlı tahakkümünü gurur ve kibirle savunmakta beis görmedi.
Bu tavrın Fransa’da gündeme gelen soykırım inkâr yasasına karşı “tahrik edilmişlik” havası içinde geliştirilmiş olması işin özünü değiştirmiyor. Yüzleşmekten kaçınılan konu üzerine resmî olarak bir şeyler söylenmesi zaten on yıllardır hep dış yankılar üzerinden ve daima katı reddiye temelinde söz konusu oluyor. Sonuçta inkârcılığın ürünü olarak dışarıda karşılaşılan şeyler, inkârcılığı yeniden üretmenin bayağı vesilesi yapılıyor. Erdoğan tarihle yüzleşme konusunda ne kadar keyfi, seçici ve tutarsız davrandığını daha Dersim özrünü dilerken sergilemişti. Bizatihi o konuşmasında, Kılıçdaroğlu’nun “bu gidişle Ermeni soykırımını da kabul eder” imasına karşılık “Beni Ermeni diasporası ile aynı yere oturtacak olanın alnını karışlarım” cevabını vermekle devlet hesabına sadık kalacağı kırmızı çizgiyi belli etmişti. Fransa’nın görüştüğü yasanın ifade özgürlüğü bakımından tartışma götürür olması, sanki inkârcı cephenin o özgürlüğe saygısı varmış ya da asıl derdi oymuş gibi suret-i haktan görünerek daha hırçın tepkiler vermesine yalnızca ve kabaca bahane oluşturdu.
SEÇİCİ VİCDAN VE İÇİNE DÜŞTÜĞÜ PARADOKS
Resmî tarihin Dersim sayfasını fevri çıkışla da olsa yırtabilen Başbakan’ın iş Ermeni meselesine gelince dut yemiş bülbüle dönmesi ya da tam tersi yönde esip gürlemesi basit bir çelişki değildir. Bu göz çıkarıcı tezadın iyi analiz edilmesi gerekir.
Bir defa burada 1915’in ne dehşetli bir yok etme olduğunu görmemek, anlamamak söz konusu olamaz. Konu yıllardır Türkiye’de bir tabu olmaktan çıkmış, artan yoğunlukta tartışılıyor, yığınla kitap ve makale yayınlanıyor. Bunlar arasında dönemin Türk kaynaklarından belgeler ve gerçekliği teslim eder nitelikte çok çarpıcı beyanlar da aktarılıyor. Dersim 1938 hakkında üstadı Necip Fazıl Kısakürek’in yansıttığı tanıklıklara inanan ve resmî belgelerdeki rakamları hiç değilse katliam göstergesi olarak kabul eden Erdoğan, 1915 ve sonrası İttihatçıların gaddarlığını mahkûm etme durumundaki Müslümanların yazdıklarını, mahkemelerde söylediklerini hiç mi duymamıştır?
Mesela Harp Akademisi’nde M. Kemal’in hocalığını da yapmış olan dönemin ünlü tarihçilerinden Ahmet Refik’in “İki Komite İki Kıtal” adlı eseri, Necip Fazıl’ın “Son Devrin Din Mazlumları” kadar itibar edilecek bir şey değil midir? Orada nice benzer örnekler sergileniyor; Teşkilat-ı Mahsusa’nın somut rolünden, yapılan kıyımların tüyler ürpertici ayrıntılarına kadar pek çok objektif tanıklık mevcut. O kitabı 1919’da yayınlanan Ahmet Refik, ortaya koyduğu gerçekliklerin rahatsızlık yaratması nedeniyle Cumhuriyet döneminde eserleri yasaklandığı gibi, üniversitedeki kürsüsünü ve kamu haklarını da kaybetmiş, sefalet içinde ve kimsesiz ölmüştür. (Celal Tahsin, aktaran Vahakn N. Dadrian, Türk Kaynaklarında Ermeni Soykırımı, Belge Yayınları, 2005, s. 85-86)
Bir başka önemli muhalif aydın, Hürriyet ve İtilaf fırkasından gazeteci-yazar Ali Kemal ki 1919’da kısa dönem Dâhiliye ve Maarif Nazırlığı da yapmıştır, 1915’te icra edilenleri şöyle tanımlar: “Dört veya beş sene önce tarihte emsali olmayan bir cürüm işlendi; dünyanın tüylerini diken diken eden bir cürüm. Ebatlarını ve şeraitini anlatmak için, failleri beş, on değil, yüz binler demek lazım… Hakikaten de, bu trajedinin İttihadın Merkezi Umumisinin aldığı kararlar temelinde planlandığı artık ortaya çıkmıştır” (28 Ocak 1919 tarihli Sabah, aktaran V. N. Dadrian, age, s. 50) Daha sonra Kemalist rejimin tutukladığı Ali Kemal, Ankara’ya sevk edilirken, Pontus, Koçgiri ve İzmir’deki canilikleriyle meşhur Sakallı Nurettin Paşa’nın tertibi sonucu İzmit’te linç edilerek öldürülür.
Dönemin bir diğer Dâhiliye Nazırı Mustafa Arif de şöyle demiştir: “Tabii ki, birkaç Ermeni düşmanlarımıza yardım ve yardaklık yapmıştır ve birkaç Ermeni Mebusu Türk milletine karşı cürüm işlemiştir… sadece mücrimlerin peşine düşmek bir hükümet için mecburiyettir. Maalesef, harp sırasındaki liderlerimiz tehcir kanununu eşkıyalık ruhuyla, gözünü kan bürümüş haydutlar gibi tatbik ettiler. Ermenileri imhaya karar verdiler ve imha ettiler de… Ermenilere karşı işlenen mezalim memleketimizi dev bir mezbahaya çevirdi” (13 Aralık 1918 tarihli Vakit ve 22 Aralık 1918 tarihli Renaissance, aktaran V. N. Dadrian, age, 51)
Bu dönem Divan-ı Harb-i Örfi (sıkıyönetim) yargılamalarının tutanaklarına geçen yığınla yetkilinin itirafları ve tanık beyanları mevcuttur. Tehcir sırasında katledilen Ermenilerin sayısı hükümet tarafından resmen 800.000 olarak açıklanmıştır. Dönemin basını ve kamuoyunda bu haber pek de abartılı bulunmamış, onlarca yıl sonra eleştiren devlet adamları bile rakama itiraz etmeksizin öyle bir beyanın devleti güç duruma sokmasına tepki göstermişlerdir. Cumhuriyet döneminde Falih Rıfkı Atay, Halide Edip Adıvar, Ahmet Emin Yalman, Yunus Nadi, Doğan Avcıoğlu gibi bir dizi gazeteci, yazar ve tarihçinin de gerçekliği bir ölçüde açık eden tanıklık ve yorumları olmuştur.
Velhasıl, vicdan gözüyle bakıldığı durumda 1915’de yapılanın mahiyetini de 1938 gibi görmemek, kat be kat daha büyük bir imhanın gerçekliğini teslim etmemek mümkün değil. Ama ideolojik-siyasi tercihlerle bu konuyu peşinen ötelemiş olanlardan vicdani yaklaşım beklemek abestir. 1938 için gösterilen yaklaşımın da vicdani değil, politik olduğunu herkes ayırt edebilir. Başbakan Erdoğan’ın Dersim üzerine konuşurken sesine yansıttığı duygusal ton bütünüyle yapmacık değildiyse eğer, o taktirde buna seçici vicdan demek gerekir. Aslolan yine politikadır, vicdan ise onun gör dediğini görmekle sınırlı, başka şeylere kapalı veya kördür. Tam da böyle bir gerçekliği dışa vurduğu için, etik anlamda negatif puan kazandıracak bir şeydir. Yani Dersim konusunda yaptığı çıkış bu ülkenin devlet adamlarında görülmemiş bir cesaret örneği olarak mazlumların gözünde kendisine prestij kazandırırken, 1915’e ilişkin hiç bir duyarlılık göstermeme ve geleneksel vicdansızlığa ortak olma durumu gerisin geri o konudaki samimiyetini de sorgulatacaktır. Böyle bir tutarsızlığın, niyet ne olursa olsun 1915 inkârcılığı aleyhine işleyeceği ve onun sürdürülmesini daha çok zora sokacağı da bir gerçektir. Bu bakımdan diyebiliriz ki, 1915 ile yüzleşmeye biraz olsun niyetli olmadan 1938 konusunda öyle cesur bir adım atmak, yalnız devlet hesabına değil, halen iktidar yetkisiyle 1915’in yüzüncü yılını karşılama pozisyonundan dolayı, AKP hesabına da düşünülse pek akıllıca olmamıştır.
Dersim 38’in katliam boyutunda kabulünü belli politik faydalar uğruna göze aldıran, biraz da bu konunun istendiği taktirde yüzeysel bir kabulle geçiştirilebileceği kanaati olmuştur. Nitekim öyle düşünüldüğü için, ne TBMM’nde, ne Bakanlar Kurulu’nda bir görüşmeye konu olmuş, dahası AKP kurmayları içinde bir ön görüşme ve mutabakatın varlığı bile meçhul ve şüpheli kalmıştır. Sonuçta Başbakan’ın hiç bir devlet kurumuna onaylatmadan “devlet adına… gerekiyorsa…” diyerek beyan ettiği özrün gerçekte devleti bağladığı da söylenemez. Psikolojik etkisi dışında bir işlevi olabilmesi için mecliste görüşülüp hukuki ve siyasi yönleriyle belli kararlara dönüştürülmesi gerekir. Bu yönde umut verici bir hareketlenmenin olmayışı, Erdoğan’ın konuyu hiç bir yükümlülük altına girmeyecek şekilde salt politik istismar yönünde kullanıp geçme niyetiyle dillendirdiğine delalet ediyor. Dersim 38’in 1915 gibi uluslararası yankı ve dış baskılara konu olmayışı, bu geçiştirmeci tavrın rehavetini açıklayacak etkenlerden biridir.
Dersim soykırımının mağduru olan halk her ne kadar sürgün dönüşleriyle kısmen kendi toprağında var olmaya devam edebilmişse de, son 30 yılın sürekli askeri operasyonları, büyük çapta köy yakma-boşaltma, ambargo-abluka ve nihayet birçok yerleşim alanını daha haritadan silecek yeni baraj yapımlarıyla bu varlık hali tekrar son kerteye kadar minimize edilmiş ve halen de tehdit altındadır. Bu faktörleri gidermeye dönük bir çabası görülmeyen Başbakan’ın, sözünü ettiği 38 trajedisinden dolayı devlet adına hesap vermek şöyle dursun, telafi edici yönde bir sorumluluk bile duymadığı anlaşılıyor. Türkiye içine ve dışına dağılmış Dersimlilerin 1938 davasını savunma girişimleri mevcut olmakla beraber, Ermeni diasporası ve etkinlikleri kadar “ürkütücü” gelmediği için söz konusu politik istismar fazla riskli görülmemiştir. Buna karşılık benzer bir şey, yani geçiştirmeci türden kısmi bir kabul ve yarım ağız bir özür 1915 için düşünülse, bunun orada bırakılmayacağı kanaati hakimdir.
1915 NEDEN KIRMIZI ÇİZGİNİN ARDINDA?
Orada korkunun büyüğü kendilerince “3 T” diye özetlenen, tanımanın peşinden karşılaşılması muhtemel tazminat ve toprak talebi midir? Görünürde belki, ama yüzleşmekten kaçınılan olgunun karakteri dikkate alınırsa bu abartılı fobinin kaynağındaki daha derin başka endişelerin önemi fark edilir. Toprak savaşsız alınamaz ve Ermenistan’ın ona yetirecek gücü bulunmadığına göre bu konuda yaratılan korku reel değildir. Tazminat ihtimaline gelince Türkiye ondan esirgediğini lobilere dağıtmaya devam ediyor. Hâlbuki samimi bir özür ve ilişkileri düzeltme iradesi karşısında Ermeni dünyasının tazminatı gereksiz görmese bile, şahsi taleplerde bulunmamak üzere, yıkıma uğratılmış tarihsel değerlerinin restorasyonu ile sosyal-kültürel amaçlı fonlara adanacak mütevazı bir bedelle yetinmesi mümkündür. O nedenle asıl sorun maddi değil, manevi planda görülmelidir.
Bu ise Osmanlı devletinin son demlerinde gerçekleştirilen Ermeni, Süryani, Rum-Pontus etnik temizliklerinin bugünkü Türk ulus-devletine varlık zemini hazırlamış olmasıyla ilgilidir. AKP’li eski Savunma Bakanı Vecdi Gönül 2008 yılı 10 Kasım’ında Brüksel’deki Türk Büyükelçiliği’nin Atatürk’ü anma töreninde tersinden bir soruyla, “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydik?” diyerek bu gerçeği itiraf etmişti. 1915 bu kanlı tasfiyenin en büyük bölümünün kotarıldığı tarihtir. Yasal kılıfı tehcir olan ve çok yaygın toplu katliamlar eşliğinde yürütülen bu tasfiye, ülke genelinde esas olarak Ermeni halkını hedeflemekle beraber, tehcir yolları üzerinde bulunan Süryani, Keldani, Yezidi nüfusunu da tırpanlamıştır. 1923’e kadar bölge bölge her fırsatta Hıristiyanlardan arta kalanların temizliği devam etmiş, en son geriye kalan Rumların da mübadelesiyle Küçük Asya’da Müslüman olmayan kadim halkların sonu getirilmiştir.
Osmanlı devletinin çöküş sürecinden çıkma ve yeniden büyük bir imparatorluğa dönüşme hevesiyle gönüllü olarak girdiği, Alman emperyalizmi güdümünde yayılmacı siyaset izlediği savaş içindeki konumu en az diğerleri kadar haksızdır. Hiç bir meşruluğu olmayan o savaşında yenilgiler aldıkça savunma pozisyonuna zorlanmış olması bu gerçeği değiştirmez. Turan hayaliyle yöneldikleri doğu cephesinde ilerleme fırsatını bulamayan İttihatçılar, kendi yarattıkları Sarıkamış faciasının sorumluluğunu demagojik şekilde “Rus işbirlikçisi Ermeniler”e yükleyip, hemen ardından giriştikleri silah toplamaya karşı Van’da gelişen direnişi de “isyan” sayarak, zaten hesaplarında olan büyük iç tasfiyeyi devreye koydular. Bahane ettikleri gibi yalnız Rus cephesine yakın doğu vilayetlerinde değil, Osmanlı sathında küçük istisnalar hariç tüm Ermeni halkını tehcir ve kırıma tabi tuttular. Hemen her yerde önce erkek nüfusunu (amele taburlarına aktarılmış askerler dahil) küme küme kuytu yerlere götürüp katlettikten sonra, büyük çoğunluğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan tehcir kafilelerini yaz sıcağında yüzlerce kilometre yürüterek yollarda “telef” ettiler. En son sağ kalanların bir bölümünü de ulaştıkları Suriye çöllerinde yok ettiler. 1938’deki Munzur suyu, Laç deresi gibi, bu dönemde koca Fırat, Murat, Dicle ve sayısız kolları kızıl akıyordu. Nice
şehir, kasaba ve köyler harabeye, yakın çevreleri mezbahaya, sürgün yolları ceset tarlalarına, konak yerleri köle pazarlarına, varış noktaları temerküz kamplarına çevirtilmişti. Ölümlerin eksik bıraktığını kapışılan kızların, yetim çocukların ölümden beter dramları ve kimlik yitimine uğratılmaları tamamladı.
Savaş öncesi zorlandıkları Ermeni sorununu bu şekilde halleden İttihat ve Terakki’nin büyük şefleri nihai yenilgi üzerine Almanların yardımıyla ülkeden kaçarken, İngilizlerin işgal ettiği İstanbul’da mütareke sonrası Osmanlı hükümetleri savaş sırasındaki bu kapsamlı suçları yargılamaya mecbur kalmışlardı. Ermeni soykırımından sabıkalı İttihatçı kadrolar bu durumda “Anadolu içleri”ne çekilip hem kendilerini korumaya, hem de Hıristiyan halklardan gasp edilmiş toprak ve zenginlikleri savunmaya çalıştılar. Kuvay-ı Milliye ruhu böyle oluştu. Soykırım sürecinde kendilerine suç ortağı ettikleri Kürtlerle tekrar aynı argümanları kullanarak ittifak yaptılar. Ermeni-Süryani mallarına konan eşraf, ağa, bürokrat ve ganimetten nasibini alan Müslüman toplulukları örgütleme yoluyla adına “Milli Kurtuluş Savaşı” denilen hareketi başlattılar. Dışarıya mesaj verdikleri Erzurum ve Sivas kongrelerinde bu mücadelenin Osmanlı topraklarını önemli ölçüde işgal etmiş olan galip devletlere değil, fakat onların himmetiyle “Anadolu’da Rumluk ve Ermenilik kurulması”na karşı olduğunu ilan ettiler. Batıda İngiliz ve İtalyan işgalcilerine bir tek kurşun sıkmayıp yalnızca onların Ege’ye çıkarttığı Yunan kuvvetlerine karşı savaştılar. Doğuda Ermenilerden arındırmış oldukları bölgelerden sonra Kars’ı ve daha ötesini zapt etme savaşları yürüttüler. Güneyde Fransızların varlığına karşı olmazken onlar içindeki Ermeni lejyonunu duyunca galeyana geldiler ve Kilikya Ermenilerinin tekrar bölgeye yerleşmesine karşı silaha sarıldılar. Karadeniz’de hiç işgal kuvveti yokken Pontus’lu Rumları ve Ermeni kalıntılarını kırmaya ve kaçırtmaya devam ettiler. Ele geçirdikleri İzmir’i ateşe verip şehrin Ermeni ve Rum sakinlerini yığınlar halinde katlederek denize döktüler. Hıristiyan halklar dışında bir de ulusal istemleriyle ayaklanan Koçgiri Kızılbaş Kürtlerini kırıma uğrattılar.
Emperyalist işgal durumu bir taraf olarak içine girilmiş genel paylaşım savaşında yenilgiye uğramanın sonucuydu. Öyle olmasına rağmen anti-emperyalist halk güçlerinin yurt savunmasına meşruluk kazandıracak bir şeydi. Ama bir adım öncesinde Alman emperyalizminin işbirlikçisi olan, son durumda ise işgalci emperyalist devletleri hedeflemekten sakınan İttihatçı kadroların oluşturduğu Kemalist hareket o nitelikten yoksundu. İşgal edilen yerlerin tam sömürge gibi elde tutulamayacağını biliyor ve mandaterliği üstlenmeye niyetli kimsenin de bulunmadığı durumda şeklen bağımsız özünde onlara bağımlı bir yeni devlet için uzlaşmayı umuyorlardı. Bunun yolu Küçük Asya’nın farklı etnik gruplara göre bölünmesini öngören Sevr anlaşmasını hükümsüz kılmak ve “Misak-ı milli” dedikleri sınırları Türklerin “meşru hakkı” olarak tanıtmaktan geçiyordu. Yöntemi ise daha önceki kırım ve sürgünlerden arta kalan, geri gelen, eski yoğunluk alanlarında statü edinmeye çalışan Ermeni ve Rumların askeri güçlerini püskürtmek, sivil nüfuslarını söküp atmak ve o toprakları olanca genişliğiyle tam bir Türk-Müslüman yurdu haline getirinceye kadar etnik temizliğe devam etmekti. Bir kısım dış güçle savaşırken bile esas hedefleri Hıristiyan yerli halkları bitirmek olup, onları kullanma çabasındaki devletleri ise “bakın yanlış ata oynuyorsunuz, çıkarınız bizimle uyuşmaktan geçiyor” diyerek anlaşma yoluna getirmeye çalıştılar. Bunu yaparken yeni kurulmuş Sovyetler Birliği ile Batı Emperyalist bloğu arasında kurnaz bir denge diplomasisi izlediler. Bir tarafta sahte anti-emperyalist görünümle Sovyetler’den yardım ve tavizler koparıp, diğer tarafta bu kartı kullanarak Batı’nın kendilerini daha fazla gözetmesini ve en geniş sınırlar üzerinde yeni Türk devletinin kuruluşuna rıza göstermesini sağladılar. Bu arada Ermeniler, Süryaniler kırıldıkları ve sürüldükleriyle kaldı. Onlar nezdinde insanlığa karşı işlenmiş suçların çoktan yüzüstü bırakılan ve esir takasına getirilip terk edilen yargılanması bir daha açılmamak üzere kapatıldı. Gasp edilmiş mülkleri, kültürel hazineleri hiç tazminsiz yitik sayıldı. Dünya savaşı öncesi en az % 25 nüfus yoğunluğuna sahip olan Hıristiyan halkların tasfiye edilmesi yoluyla ezici çoğunluk haline dönüştürülen yerli-muhacir Müslüman gruplardan yeni bir Türk kimliği yaratacak şekilde Türk ulus-devleti inşa edildi. Türkiye’de kalan “gayrimüslim azınlıklar” ise cumhuriyet tarihi boyunca gördükleri rehine muamelesi, varlık vergisi, altı kura askerlik, 6-7 Eylül pogromu, vakıflar yasası ve benzeri yıldırma taktikleri sonucu eritile eritile hiç noktasına getirildi.
Şimdi bu tarihle yüzleşme konusunda en büyük sorun, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir büyük kaide gibi üzerine oturtulmuş olduğu Ermeni, Süryani, Rum, Yezidi halklar mezarlığının açığa çıkacağı ve “Osmanlı’nın küllerinden yaratılmış parıltılı bir anka kuşu”na benzetilen o ulus-devletin ne menem bir şey olduğunun tescilleneceği endişesidir. Adına “Milli Kurtuluş Savaşı” denilen efsanenin bir balon gibi söneceği ve “şanlı tarihimiz” övüntüsünün ayıba dönüşeceği korkusudur. Büyük çoğunluğu o muazzam insanlık suçlarından sabıkalı İttihatçı kadrolardan olan Cumhuriyet kurucularının tarih önünde mahkûm olacağı kaygısıdır.
ERMENİ SORUNUNDA İNKÂRCILIĞI BÜYÜTEN ÖZEL FAKTÖRLER
Denilebilir ki Başbakan Erdoğan’ın Dersim 38’e dair gerçekliği kısmen kabulü de Cumhuriyetin kurucularını ve devleti itibarsızlaştırma özelliği taşıyor. Doğrudur, Erdoğan her ne kadar İsmet İnönü üzerinde durup hedef daraltmaya çalışmış olsa da, dönemin sorumluları başta M. Kemal olmak üzere geniş bir kurucu kadroyu kapsıyor; fakat yine de bu dönem ile sınırlı bir tartışma devletin kuruluş temellerini sorgulatmaktan uzak kalır.
AKP’nin o kuruluşla zaten bir sorunu yoktur. Onun hesaplaşmak istediği olgu ulus-devlet modelinin kendisi de değil, ancak bu inşa sürecinde birleştirici temel harç olan İslam unsurunun Kemalist ideoloji ve rejim tarafından Türklük gölgesine itilerek bir ölçüde baskılanmış olmasıdır. Dersim olayı da aynı dönemin eseri olduğu için arzu edilen hesaplaşma yolunda bir tür girizgâh olarak pragmatik şekilde kullanılmak istenmiştir. Başbakan konuya Dersim’den girdiği gibi, İskilipli Atıf Hoca ve İstiklal Mahkemelerinden çıkmış, böylece kendi geleneğinin içinde bir uhde olarak kalan o dönemle hesaplaşmaya bir başlangıç yapmıştır. Böyle bir kullanım niyetine rağmen Dersim konusu salt dönemin CHP’sini değil, bir bütün olarak devleti teşhir eder niteliktedir. Kuruluşunu çoktan tamamlamış, kendini yeterince güvenceye almış bir devletin, ortada bir tehdit ve ayrıca savaş durumu da yokken hala soykırım yapabildiğini göstermesi bakımından bu örnek özellikle önemlidir. Ama 1915’den kopuk düşünüldüğü durumda yapılacak muhakeme eksik olur.
1915 soykırımı bu devletin kuruluşuna zemin hazırlayan bir imha olarak hem onun meşruluğunu sorgulatır, hem de sonraki benzer suçlarının kaynağını ele verir. 1915’i kısmen olsun mahkûm etmek bu nedenle daha zor geliyor. T. C. Devleti’nin kuruluş mitleri ve argümanları yalnız Kemalistlerin değil, onu Türk-İslam hâkimiyetinin vazgeçilmez aracı olarak kutsayan AKP dahil bütün devletçi kesimlerin üzerinde titredikleri şeylerdir.  Son tahlilde çok sıkışılırsa yine de o temellerin dokunulmazlığını gözeten bir günah çıkartmayla işi geçiştirme anlayışı güdülecek olsa bile, istem dışı bir sarsıntı ve yıpranmanın kaçınılmaz olacağı endişesi hakimdir. Bu duygu inkârcılığın sürdürülmesini besleyen faktörlerin başında gelir.
1938 ile 1915’in farklarını dört nokta halinde özetleyen bir makalesinde Etyen Mahçupyan “Dersim’de suçu rejime yüklemek mümkün, oysa 1915’de fail kuruluş halindeki devlet” diyerek bu hususa değinmiştir. Ancak AKP’nin suçu rejime yükleme çabasının devleti sorumluluktan kurtaramayacağını, öyle bir rejim-devlet ayrımının suni olduğunu, Kemalizmle kısmen çatışmalı fakat devlete sahip çıkan kesimlerin de Dersim’deki suçu paylaşmış olduklarını vurgulamak gerekir.
Mahçupyan’ın dikkat çektiği noktaların ilki 1938’den farklı olarak 1915’de yapılan katliamlara halkın bir bölümünün de katılmış olması. Evet, iki imha eyleminin kapsamı ve kendine özgü koşullarıyla açıklanabilecek böyle görünür bir fark da vardır. 1915’de devlet o kadar kapsamlı bir tasfiyeyi savaştan rezerve edebildiği kolluk kuvvetlerinin yanında organize edeceği gayrı-resmî çeteler, başıbozuk milisler ve komşusuna saldırmaya meyilli siviller yardımıyla başarabilirdi ancak. Geniş katılımın olması devletin örgütleyici rolünü bir ölçüde kamufle edeceği ve daha sonra karşılaşılacak baskıların toplum olarak göğüslenmesini de mümkün kılacağı için özellikle teşvik edilmiştir. Ermeni mallarının yağmasından nemalanma olgusu da kitlesellik açısından bakılırsa bunun gibidir. Ama inkâra meyilli toplumsal psikoloji, suçu paylaşmış olma ve hatırlatılmasından rahatsızlık duyma ölçülerinin de ötesinde, devletin yoğun propagandasıyla “milli gurur” adına ağırlaştırılmış bir şeydir. Bu nedenle resmî politikanın katılıkla sürdürülmesine etki yapmaktan çok mazeret teşkil etmektedir.
Ayırt edici bir başka husus, 1915 soykırımının 1938 gibi bir bölge halkıyla sınırlı değil, ülke sathında yaygın seçici bir imha oluşu ve kalıcı bir kök kazıma özelliği göstermesidir. Hayatta kalabilen sürgünlere dönüş imkânı verilmediği için Ermeni halkı binlerce yıllık vatanını yitirmiştir. Savaş sonrası İngilizlerin İstanbul hükümetine baskısıyla tek tük dönüşlere imkân tanınırken, İttihatçı-Kemalist güçlerin Küçük Asya’da denetimi ele geçirmesiyle bu da hepten engellenmiş, devam eden kaçırtma yöntemleri sonucu Batı Ermenistan, Kuzey Kürdistan, Kilikya, Kapadokya ve Pontus kapsamındaki devasa Ermeni varlığı kelimenin gerçek anlamıyla sıfırlanmış ve binlerce Ermeni yerleşiminden geriye bir tek açık hava müzesi gibi Hatay’ın Vagef (Vakıflı) köyü kalmıştır; o da 1938’e kadar Hatay ilinin Suriye’ye bağlı olması sayesinde.
Dersim’e gelince, devletin otoritesini yeterince tanıtamadığı Kızılbaş Zaza-Kürt halkına ve içlerinde barınmakta olan ilk soykırımdan kurtulmuş Ermenilere “isyan bastırma” havasında askeri operasyonlarla toplu katliamlar uygulandıktan sonra kalanlar sürgün edilir. Ancak bu dağıtmanın 1915 sonrasındaki gibi kalıcı olma koşulları yoktur. Ön planda gözetilen Dersim’in bir süre için boşaltılması ve hayatta kalanların Türk bölgelerinde asimile edilmesi olur. Sürgündeki önemli bir nüfusun on yıl sonra tekrar yurduna dönebilmesi, bu olayın vahametini azaltmamakla beraber, ait olunan yurdun akıbeti anlamında belirgin bir fark oluşturur. Son dönem tekrar yarı yarıya virane edilmiş olmasına rağmen Dersim yine az çok içinde yaşayabilen kendi halkıyla mevcuttur. Daha dolu yaşanacak hale gelmesinin koşulları da zorlanabilir. Kimse Dersim diasporasının bu yöndeki arzu ve çabasını yadırgayamaz. Ama iş Ermeni diasporasına gelince fiziki bağların kopukluğu yanında psikolojik durum ve tepkiler de çok farklıdır.
Şimdi 1915’in kırımları bir yana, yalnız tehcir uygulaması bile muhakeme edilse, bunun “savaş ortamında iç güvenliği sağlama” bahanesiyle izah edilemez olan boyutu kendini sorgulatacaktır. Cephelere uzak ve devlet aleyhine hiç bir hareketin görülmediği bölgelerden bile, kadınlar, çocuklar, yaşlılar dahil tüm Ermenilerin sürülmüş olması etnik temizlik amacı dışında bir şeyle açıklanamaz. Savaş sonrası hayatta kalanların dönüşlerini imkânsız kılan, mallarını tazminsiz hazineye aktaran önlemler de bu amacı perçinlemiş olarak doğrudan bugünkü devletin sorumluluğunu ele verir. Dolayısıyla yüz yıl sonra da olsa, yurtlarından sökülüp atılmış Ermenilerin ve diğer halkların torunları için geri dönüş hakkı ve yerleşim kolaylığı tanınması insani bir beklentidir. 1915’le yüzleşme durumunda bu talep doğal olarak gündeme gelecektir. Bugün o topraklarda yaşayanları da mağdur etmeyecek şekilde arzu edenlere vatandaşlık haklarının verilmesi, bir arada yaşam koşullarının geliştirilmesi vb. istenecektir. Böyle bir şeyin kabulünü düşünemeyenler, belki tazminat ve toprak talebinden olmadığı kadar bu tür bir iklimin gelişmesinden rahatsız olacakları için de geçmişle yüzleşmeye karşıdırlar.
1915’in ekonomik tamamlayıcısı olarak “enval-ı metruke” (terk edilmiş mallar) uygulamalarının sorgulanması da büyük bir çekince konusudur. Bu da Dersim örneğine göre önemli bir fark oluşturur. Sonraki dönem bu sayede korsan sermaye edinimiyle palazlanan yeni Türk burjuvazisi, gaspçı devlet ve ganimetten payını alan geniş çevreler o dosyaların açılmasına şiddetle karşıdır. Devletin sembolize olduğu Çankaya köşkü dahi gasp edilmiş bir Ermeni mülküdür. Artık yaygın olarak bilinen bu gerçeğin yanında pek bilinmeyen gasp boyutlarını Sevan Nişanyan şöyle özetliyor:
“Cumhuriyetin ilk iki kuşağında ortaya çıkmış olan servetlerin tamamına yakını, incelenirse, Rum ve Ermeni mülklerinin gaspına dayanır. Buna Koç, Sabancı vs. gibi, 1946 sonrasında Türk  kapitalizminin belkemiğini oluşturan isimler dahildir. Daha önemlisi, Atatürk döneminde siyasi iktidara kavuşan Cumhuriyet elitinin neredeyse tümü dahildir. Başta Atatürk dahildir. Düşünün ki Çankaya köşkü sonuçta Kasapyan çiftliğidir. Memleketin dört bir yanındaki ‘Atatürk evleri’nin tümü, bazısı demiyorum HEPSİ, gayrimüslimlerden ele geçirilmiş ganimet malıdır.” (S. Nışanyan, Milli Sermaye Ermeni Tehcirinden, Kızılbaş Dergisi, Sayı 13)
Çoklarının zenginlik kaynağını ele verecek olan bilgiler bundan başka soykırım öncesi belli bölgelerin demografik yapısını ortaya koyacak olmasıyla da sakıncalı görülmektedir. Örneğin 2005 yılında Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü kendi arşivinde bulunan Osmanlı dönemine ait belgeleri Türkçeleştirip bilgisayar ortamına aktarmak istediğinde, MGK Seferberlik ve Savaş Hazırlıkları Planlama Daire Başkanlığı tarafından “Osmanlı dönemine ait söz konusu defterlerin içerdiği bilgilerin etnik ve siyasi istismara malzeme olabileceği” gerekçesiyle engel olunmuştur. (Nuray Babacan, 19 Eylül 2006, Hürriyet).
Eski tapu kayıtlarından bu düzeyde korkulması anlamlıdır. Soykırımla varlığına son verilen Ermeni halkının geriye doğru tarihsel izlerini de silmek ve eski Batı Ermenistan gerçekliğini bütünüyle yok saymak temel bir güvenlik önlemi olarak algılanmaktadır. Bu daha devletin kuruluşu öncesinde “misak-ı milli” tezini savunabilmek için önemsenmiş ve Ermenilere ait Sanasaryan okulunda toplanan Erzurum Kongresi “Ermenilerin bir kültür ve medeniyet yaratamadıkları, dikili bir anıtlarının olmadığı” yalanına sahne edilmiştir. (Bkz: Sait Çetinoğlu, M. Kemal ve Ermeni Meselesine Dair Naçizane Bir Katkı, 6 Nisan 2012, Gelawej)
Cumhuriyet döneminde kurulan Bölge Müfettişlik raporları ise “Doğuda Ermenilerden boşalan yerlere Kürtlerin yerleşmesi”nden büyük bir tehlike olarak bahsetmektedirler. Adeta “Biz burayı Türkleştirmek için boşalttık, şimdi de Kürtleşiyor, aman dikkat!” uyarısı vardır. Raporlardaki bu endişe Batı Ermenistan’la ilgili Türk devlet aklının nasıl işlediğini gösterir. (Recep Maraşlı, yazışma notları)
Bugün Ermeni soykırımının kabulü Türkiye’yi Ermenistan’a toprak vermeye mecbur etmez; fakat geriye doğru tarih silme, uygarlık çalma ve anayurdu elinden alınmış Ermenilere yabancı muamelesi yapma ayıbını gidermeye davet eder. İnanılır gibi değil, ama işte Hrant Dink cinayeti davasında katilleri koruyan mahkeme kararını yorumlarken Cumhurbaşkanı Gül “Türkiye’de hukukun karşısında herkesin eşit olduğunu, yabancı şirketlere karşı da, yabancı uyruklu insanlara da hep eşit davranmış bir ülke olduğumuzu göstermemiz lazım” diyerek, Hrant Dink gibi Türkiye Ermenilerinin onuru olan bir kişiliği “yabancı uyruklu” sayacak kadar cahilane bir gaf yapabilmiş. (Bkz. 20 Ocak 2012 tarihli AGOS).
Demek ki, Kasapyanlar’ın bağ evinde oturmak, “dağdan gelip bağdakini kovan”ların halet-i ruhiyesi içinde böyle üst perdeden saçmalamaya yol açabiliyor. “Ermenilerin bu topraklarda gözü var” diyenlere Hrant’ın iyi bir cevabı olmuştu: “Evet var, ama alıp götürmek için değil, gelip dibine gömülmek için”. Aynı problematiğin öteki tarafı için de şunu söylemek gerekir: 1915 konusunda inkârcılıktan vazgeçemeyenlerin toprak çekincesi esasen geleceğe değil, geçmişe ilişkindir. Çünkü tarihsel belleğe kadar yapılmış bir gasptan rücu etmek, tarih yalanlarına son verip ders kitaplarını değiştirmek, geçmiş uygarlıkları dürüstçe tanımak, eski yer isimlerini iade etmek vb, kimilerine toprak iadesinden daha zor geliyor.
MAKBUL GÖRÜLMEYEN DİNİN VİCDANA İŞLEMEYEN MAZLUMLARI
Dersim’deki Alevilik ya da Kızılbaşlığın -özünde ne kadar aşağılanan bir şey olsa da- Müslümanlık içinde sayılması fark oluşturan bir diğer etkendir. Öyle ki Erdoğan’ın Dersim’e ilişkin gerçekliği “katliam” boyutunda olsun kabul etmesini sağlayan, İslami gelenekten olması nedeniyle itibar ettiği Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin Din Mazlumları” kitabından okudukları olmuştur. Konuşması içinde verdiği fikir bu olayı hangi mezhepten olursa olsun “Müslümanlara yapılan bir zulüm” gibi değerlendirdiği yönündedir. Bütün tutarsızlığına rağmen hitap ettiği kitlelerin hoşuna gidecek ve belli getirileri olacak bir söylem sayılır. Oysa 1915 ve onunla bağlantılı olayların hedef kitlesi Hıristiyan halklar olup, bunların din mazlumları olarak savunulması Erdoğan’ın geleneğince pek makbul olmadığı gibi bu yoldan etkileyeceği hatırı sayılır bir seçmen kitlesi de yoktur.
Geçenlerde kimlik sorunları üzerine görüş açıklayan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç şu sözleri sarf etmiş: “Benim babam Manisa’nın Büyük sümbüller köyünden. Köy Yörük köyü. Yörük olmaktan da her zaman iftihar ederiz… Ama ben İbrahim Çavuş’un oğlu olmasaydım da Diyarbakır’ın Silvan ilçesinin bilmem ne köyünden bir Kürt anne-babadan dünyaya gelseydim, ya da Şanlıurfa’da Arap bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelseydim, ya da Laz, Arnavut, Gürcü anne ve babanın çocuğu olarak dünyaya gelseydim, ‘Niye ben öz be öz Türk değilim?’ diye üzülmezdim. ‘Ya Rab sana hamdolsun, beni Müslüman bir anne ve babadan dünyaya getirdin’ derdim”.
Peki, acaba Ermeni, Rum, Süryani ya da Yahudi bir anne babadan dünyaya gelmiş olsaydı, o zaman Rabbine ne diyecekti? “Beni neden Müslüman doğurtmadın” diye sitem mi edecekti?.. Hayır, o taktirde öyle düşünemezdi. Ama bu sözleri adeta onu da mümkün görecek kadar dinler arası ayrımcılık güdüyor. Üstelik bunu “etnik ayrımcılığa karşı olduğu”nu kanıtlamak isterken yapıyor. Müslüman olmak kaydıyla her etnisiteye aynı bakmayı savunup (o da ne kadar sahiciyse, daha sonraki bir sohbetinde söylediği  “Kürtçenin bir medeniyet dili olmadığı” sözünden anlaşılabilir), Müslüman olmayanın ise zaten “Tanrı katında bile makbul olmadığı” zihniyetini devam ettiriyor. Hani bir anlamda “Ne mutlu Müslümanım diyene!”. Başbakan Erdoğan’ın da birçok defa “Biz yaradılanı yaradandan dolayı severiz” diyerek “Türk, Kürt, Arap, Laz, Çerkez ayırmadan herkesi kucakladıkları”nı vurgularken bu ülkede en fazla ayrımcılık gören “gayrimüslim”leri tek tek veya toptan olsun zikretmeye tenezzül etmemiş olması dikkat çekicidir. MHP lideri Bahçeli’nin “sivil şehitlik” yasasını eleştirirken “Müslümanlık Şartı”nı vurgulaması da aynı anlayışın ürünü. Bakış açısı böyle olunca Hıristiyanların kırımlara uğratılmış olmasının rahatsızlık yaratmaması eşyanın tabiatına uygundur.
Bu seçici yaklaşım Başbakan’ın Dersim konusunda referans gösterdiği Necip Fazıl Kısakürek ve çevresinin farklı insanlık trajedilerine bakışlarında da görülebilir. Onlar Kemalist rejimin direnç gösteren Müslümanlara zulmünü dava ederken Dersimli Alevilere yapılanları da teşhir amacına hizmet edeceği için bu kapsama dahil etmiş, fakat bir adım öncesinde aynı kadronun İttihatçı sıfatıyla Müslüman olmayan halklara yapmış olduklarını görmezden gelmiş, katledilen ve zulmedilen Hıristiyanları din mazlumu saymaktan imtina etmişlerdir. Vatansız Gazeteci isimli anı kitabında Doğan Özgüden’in yaptığı birkaç tanıklık bu İslami çevrenin Türkiye ve dünyadaki sol akımlara karşı gaddarlığı da pek rahat vicdanına yedirdiğini, hatta az bularak daha vahşi saldırganlık körüklediğini gösteriyor. 1967’de sosyalist Ant dergisinin uğradığı saldırıları kışkırtan Necip Fazıl’ın yönettiği Büyük Doğu Dergisi’nde “Moskof lağımının iğrenç farelerine tatbik edilecek muamele, onları, çoktan beri müstemlekeleştirdikleri Tan matbaasından atmak değil, büyük bir kapan içinde Marmara’ya sarkıtıp boğmaktır” gibi veciz sözler sarf edilmiş. Konumuz açısından daha ibret verici bir örnek aynı ümmetçi geleneğin o zamanki Bugün gazetesinde Mehmet Şevket Eygi’nin şu satırlarında okunabilir:
“Türkiye’de komünizmin himaye edildiğine, İslamiyetlin ise baltalandığına dair apaçık deliller vardır. Artık Müslümanlara düşen vazife, uyanık ve hazırlıklı olmaktır. Önümüzde taze ve ümit verici bir örnek vardır. Endonezya’daki komünist kıyımı. Yüz binlerce komünist öldürüldü. Karada vahşi hayvanlar, denizde balıklar insan etine doydu. Korkunç bir komünist kıyımı oldu. Fakat Endonezya kurtuldu” (aktaran D. Özgüden, Vatansız Gazeteci, Cilt I, Belge yayınları, 2010, s. 417)
Tıpkı 1915’de korkunç bir Ermeni ve Hıristiyan kıyımının olduğu, fakat “Türkiye’nin kurtulduğu” gibi. Soykırım yâda siyasi kıyım türünden büyük insanlık suçlarının böylesine iştahlı savunusunu yapan, bunu kendi hasımlarına reva gören bir zihniyetin, beri yanda kendi dindaşlarına yapılanları teşhir etmesi, bunun içine Dersim gibi ayrıksı bir örneği de katmış olsa bile, vicdani duyarlılık zemininde görülebilir mi? Hayır, vicdanın denek taşı, kendine değil başkasına ve dahası karşıt gruplara yapılan haksızlık ve gaddarlıklar karşısındaki tavırdır. Dünyada ve Türkiye’deki sol akımlar da, tüm ezilenlerin her türlü adaletsizlikten nihai kurtuluşunu şiar edinmelerine rağmen, sekter ve despotik eğilimleri ölçüsünde vicdan pusulasını kaybetmiş, kendilerine yapılmasını istemedikleri şeyleri başkalarına yapma tutarsızlığından muaf olmamışlardır. Ama insanlığın vicdanında döne döne mahkûm olan pratikler, gerisindeki zihniyetleri de sorgulatır şekilde çok farklı çevrelerin geçmişleriyle yüzleşmelerini zorluyor. Umalım ki bundan bütün günahkârlar etkilensin, geriye dönüp baktıklarında mahcubiyet duysun ve kendilerinden olmayana karşı katı yüreklilikten sıyrılmaya çalışsınlar.
Bu ülkede Ermeniliğin daha özel bir nefret hedefi olduğunu da unutmayalım. Irkçı duygularla birine hakaret edilmek istendiğinde en tatmin edici küfür olarak ağızlardan tükürüklü “Ermeni…” kelimesi saçılır. Politik arenada hasımlara yapılan Ermenilik ithamı surata atılan kezzap etkisine sahiptir. Bu ayrıcalıklı aşağılanma da sebepsiz değil; bir yere kadar “millet-i sadıka” denirken, o köle algısıyla bağdaşmayan ulusal talepler, direnişler görüldükçe “nankör”lükten “hain”liğe suçlama ve sonra da imhaya giriştikçe kendini haklı çıkartmak üzere “her şeye müstahak” ilan etmeyle geliştirilen bir nefrettir bu. Köklerini kazıdıktan sonra nesilden nesile daha da kindar biçimde sürdürülmesine gelince, bunun bir tek izahı olabilir; suçluluğun, borçluluğun, hesap verme korkusunun ağırlığı! İşte bu da 1915 deyince öfke nöbetlerine tutulmanın, şizofrenik tepkiler vermenin önemli faktörlerinden birini oluşturur. Geçenlerde “Hocalı katliamını protesto” bahanesiyle Taksim meydanında yapılan ırkçı mitingte Ermeni halkına, Hrant Dink ve dostlarına alenen kin kusulması bu hastalıklı ruhun ulaştığı boyutları gösterdiği gibi, İçişleri Bakanı’nın aktif katılımıyla bir yerde hükümetin tavrı olarak da 1915’in sorgulanmasına karşı tahammülsüzlük ve tehditkarlığı ortaya koymuştur.
Mahçupyan’ın son nokta olarak belirttiği Dersim’in bir “iç mesele” olarak görülmesine karşılık 1915’in “emperyalizm ve Hıristiyanlık kabuğu altına alınarak dışsallaştırılmış” olma durumu da dikkate değer bir faktör. Ama yine kendisinin “bu sayede Ermenileri yabancılaştırıp hafızayı ertelemek mümkün oluyor” diye özetlediği üzere, bu sonuncusu daha çok demagojik ve manipülatif işlev gören bir husustur. Nihayeti, 1915 soykırımı da bu ülke içinde yaşanmış, devlet tarafından kendi uyruğuna karşı gerçekleştirilmiş bir olay. Uluslararası yankı ve etkilere konu olması onun içselliğini ortadan kaldırmaz. Ancak 1938’e oranla çok fazla dışa taşmış bir konu olduğunu gösterir. Bu da çok doğal, çünkü savaş dönemi ve hemen ertesi iki rakip emperyalist blok arasında tartışma konusu olduğu gibi, sürülenlerin dışarıya dağılmasıyla günümüze kadar gelen bir uluslararası adalet arayışına dönüşmüştür. Ermeni diasporasının esaslı bölümü 1915 soykırımının ürünüdür. Bu toprakların yerlisiyken “yabancı” edilmiştir. Bu nedenle Amerika’da, Fransa’da veya Lübnan’da doğup büyüyen Ermeniler için bile o kelime haksızlık iken, daha acısı halen Türkiye’de yaşayan bir avuç Ermeni ve diğer “gayrimüslim” yerliye de yabancı muamelesi yapılıyor. Öyle olunca 1915’in davasını güden Ermeni, Süryani ister dışarıda, ister içerde olsun “yabancı” görüldüğü gibi, bu davaya destek çıkan Türk, Kürt ve sair Müslümanlar da “gayrı-milli” sayılıyor. Harika formül! Uzatmaya ne gerek var, “hepsi emperyalizmin maşaları, hepsi dış mihrak, hepsi piç” deyin gitsin!.. Gerçekliğe en uzak, vicdana en aykırı ve demagojinin de en aşağılığı olan bu yaftalama, inkârcılığın kemikleştirilmesinde hiç azımsanmayacak bir rol oynamış ve oynatılmaya devam edilmektedir. Soykırım kurbanlarının torunları olan diaspora Ermenilerine ilişkin yaratılan çirkin imaj, edilen aleni hakaret ve küfürler, tarihten bihaber insanların beyninde tiksintiye varan bir alerji yaratarak sonuçta tarihin bu sayfasıyla yüzleşmeye karşı toplumsal refleksi de en bayağısından besliyor.
İNKÂRCILIĞA MAZERET YAPILAN DIŞ BASKILAR VE İNKÂR YASASI
İşin emperyalizmle bağıntılandırılma yönü, üzerine bir kitap yazılacak kadar çok şey söylemeye açıktır, ama en özlü olarak değinmek istiyorum. 1915 soykırımıyla “hal”ledilen Ermeni sorunu çokuluslu bir yarı-sömürge olan Osmanlı devleti üzerinde etkisi ve hesapları olan emperyalist devletlerin ilgisiz kalmadıkları bir konuydu. İçerde meramını anlatamayan Ermeni ulusal hareketinin de reform taleplerini dışarıya duyurması, büyük devletlerden destek bulmaya çalışması olağandı. Fakat emperyalist hükümetlerin bu konudaki ilgileri, taraflar arası oynayan ve birbirini çelmeleyen diplomasi numaraları, belki de başka hiç bir örnekle kıyaslanmayacak ölçüde bu sorunu tehlikeli bir çıkmaza sokmuş, nihayeti savaş durumunda Türk milliyetçiliğinin işi bildiği gibi halletmesine zemin oluşturmuş ve birçok diplomatın “hiç karışmasak daha iyi olurdu” demesine yol açacak şekilde faciayla sonuçlanmasının sorumluluğunu paylaşmıştı. İngiltere, Fransa ve Rusya’nın böyle bir payı varken, Almanya ise doğrudan Osmanlı genelkurmayını yöneten büyük müttefik olarak soykırımın suç ortağıydı.
Savaş sonrası galip devletler tarihte ilk defa “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” tanımını yaparak bu olayın yargılanması için İstanbul Hükümetine etki yaptılarsa da, sonradan Ankara’nın direncini dikkate alıp İngiliz esirlerine karşı Malta’daki soykırım suçlularını salıvererek o davanın yüzüstü kalması gibi bir utancı da paylaştılar. Fransızlar Kilikya’da topraklarına geri yerleşme umudundaki Ermenileri kullanmaya çalıştıktan sonra Ankara’yla anlaşıp savaştan çekilirken on binlerce bahtsız göçmeni tekrar kırılma ve sürülme dramıyla yüz yüze bıraktılar. Rusya’da devrim olmuş, Rus ordusu cephelerden çekilmiş, Sovyet hükümeti “Rusya’nın savaş hukukuna uygun olarak işgal ettiği tek yer Türk Ermenistanı’dır” tespitiyle çekilme öncesinde Erzincan’a kadar olan bölgede kırım artığı Ermenilerin güvenliğini temin etmek üzere bir mütareke ve ona bağlı dekretler imzalamıştı. Ama kendi güçlerinin çabucak çekilmesiyle o “güvence”ler kâğıt üstünde kaldı, Karabekir’lerin tüm Ermenileri söküp atma histerisi dizginsiz yeniden harekete geçti. Ankara jeo-stratejik konumuyla bütün tarafların teveccühünü kazandı. İngilizler Sevr’in, Amerikalılar Wilson prensiplerinin arkasında durmadı. Sonunda Sovyetler dahil hepsinin azami hassasiyet ve bonkörce tavizlerine mazhar olan Türkiye Cumhuriyeti kuruldu.
Ermeni halkının onulmaz trajedisi bir güzel unutulmaya terk edilmişti. Ta ki 1970-80’lerde ASALA o vicdansız suskunluğun merkezlerinde savunulması hoş olmayan silahlı eylemleriyle mazlumların çığlığını duyuruncaya kadar. Böylece kulağının üstüne yatmış olanların rahatı bozuldu. Rahatı bozulan yalnız Türk devleti değildi, soykırım muhakemesini utanç verici şekilde yüzüstü bırakmış ve tarihsel sorumluluklarını kostümlerinin üzerindeki tozlar gibi silkelemiş olan hükümetlerdi. Aynı dönem 50’ye yakın ülkeye dağılmış durumdaki soykırım kurbanlarının yeni nesilleri yetişiyor, bir dizi ülkede eğitimli ve entegre yaşamlarıyla kamuoyuna etki yapma gücünü buluyorlardı. İlk kuşaktan olan, dolaysız tanıklığı bulunanlar o zamana kadar her yerde geniş iletişim sağlayıp yazılı anılar, bilgiler toplayarak yüzlerce kitaplık “huşamadyan” (bellek kütüphanesi) meydana getirmişlerdi. Yeni nesiller dedelerinin ahıyla yetişiyordu. Ermeni diasporası bulunduğu ülkelerin parlamentolarına, politikacılarına bu kor gibi yanan adalet davasının duyurulması, tanınması, kabul görmesi ve Türkiye’yi yüzleşmeye zorlaması için etki yapmayacak da ne yapacaktı? Uluslararası yargı yolunun çetrefilli ve tıkanık göründüğü durumda ülkelerin yasama organlarında alınacak sonuçlarla belki bir gün o yolu da açmak üzere birikim sağlama çabası bugüne kadar 20’den fazla ülkenin 1915’i resmen soykırım olarak tanımasını getirdi.
Bu hiç bir ülke parlamentosunun ne durduk yerde bahşettiği, ne de rüşvetle verdiği bir şeydir. Politikacılar oya tahvil etmek için sorunlara kulak verip vaadde bulunur. Yerine getirir getirmez, kendi bilecekleri iştir. Seçmenler de böyle olduğunu bilerek yeniden ve yeniden en yakıcı talepleri ile bastırır, bu demokrasinin gereğidir. Bulunduğu her ülkede Ermenilerin bu seçmen kitlesinden, propaganda ve tanıtma etkinliklerinden ve evet lobiyse lobi yapma çabasından başka bir silahı olmamış, hükümetlere Türkiye gibi rüşvet dağıtacak zenginlikte bir Ermenistan da bulunmadığı için soykırımı tanıyan parlamento kararları büyük ağırlıkla demokratik kanallardan hayat hakkı bulmuştur. Buna karşılık ABD, Britanya ve İsrail başta olmak üzere bir dizi ülkede halen bunun gerçekleşmesini önleyen Türkiye’nin jeo-stratejik önemde partnerlik durumuyla beraber rüşvet, şantaj ve sair silahlarını sonuna kadar kullanmasıdır.
Soruna emperyalizm diye bir olgunun var olduğu ve onun yedeğine düşmemek gerektiği açısından bakınca şunu söyleyebiliriz. Evet, tutarlı demokratların bunu dikkate almaları gerekir. Fakat bu emperyalist ülkelerin parlamentoları ve hükümetlerine belli taleplerle etki yapmaya engel değil. Onlar bu gibi konuları kendi çıkarları için kullanabilirler diye geri durmak sorunun uluslararası yankılarını büyütmekten feragat anlamına gelir. Yalnız örneğin Türk devletine etkisi büyük olabilecek ABD’nin ve ikinci dereceden başkalarının seneden seneye 1915’le ilgili tasarıları yasama organlarına getirip tam kabul edilecekken Türkiye’den kendi hesaplarına önemsedikleri bir tavizi koparmaya karşılık geri çekmeleri vb durumlar rahatsız edicidir. Özü insanlık trajedisi olan bir konunun onlar tarafından bayağı koz gibi kullanılmasına özellikle davanın sahipleri tarafından tepki gösterilmesi gerekir. Böyle bir durum her 24 Nisan arifesinde Türk egemenlerinin nefeslerini tutup ABD başkanının ağzına bakmalarını, hop oturup hop kalkmalarını getiriyor. Aslında bu inkârcılığın çekmek zorunda kaldığı bir ceremedir. Onurlu davranış tarihle adam gibi yüzleşip sorunu doğrudan muhataplarıyla çözmek iken, ırkçı-şovenist gurur ve kibirle inkârcılığı sürdürdükçe Obama’nın ağzına bakıp hiç de kendisine hak vermediği halde “soykırım demedi” diye sevinme kepazeliği yaşanmaktadır. Tablonun diğer tarafında mağdurların bu resmî tavırlara fazla odaklanmaları, destek gördükleri noktada o devletlerin geçmiş rollerini unutup övgüler yağdırmaları vb de eleştiriyi hak eder. Yine de Türk şovenizminin Ermeni diasporasına emperyalizm konusunda verebileceği bir ders yoktur. Sorunun nihayi çözümü tabii ki ancak taraflar arasında diyalog yoluyla sağlanabilir. Ama onun koşullarını olgunlaştırmanın yolu şimdiye kadar görüldüğü gibi uluslararası yankılardan geçmiştir. Bu kanallar yine değerlendirilirken giderek daha çok sivil inisiyatiflerle doğrudan Ermeniler, Süryaniler ve Türkiye demokratik çevreleri arasında bağların geliştirilmesi, duyarlılığı artırılacak iç kamuoyunun çözüm yolunda kendi devletine etkisinin büyütülmesi önemlidir.
Son dönem çok tartışılan soykırımın inkârına karşı yasalar meselesine gelince; öyle bir yasanın Yahudi soykırımına özel varlığı (Gayssot yasaları) bir dizi Avrupa ülkesinde çoktan beri ortadayken aynı ülkelerde resmen tanınan başka soykırımlarına da bunun uyarlanması hakkaniyet gereğiydi. Soykırımını mazur gösterme ve savunmaya dönük inkârcılık, mağdurlarını yaralamanın yanında ırkçı tehditkarlığı besleyen özelliğiyle bu tür bir yasal önlemin konusu olduğuna göre bunda tutarlılığın sağlanması önemliydi. Ama bir ülkenin tanıdığı soykırımını bir başkasının tanımaması ya da aynı ülkelerin henüz tanımadıkları benzer nitelikte başka olguların da varlığı nedeniyle AB kapsamında bile bunun her ülkeye uyarlanması ve bütün soykırım mağdurları için tatminkâr olması kolay değildi. Yine de mümkün olduğu yerde, özellikle inkârcılığı agresif boyutlara vardıranlara yönelik genişletilmesi iyi olacaktı. Sonuçta Fransa’da kabul gören uyarlama Türkiye’nin baskıları sonucu geri döndürülmesine rağmen inkârcılık olgusunu daha yoğun tartıştırması ile yararlı olmuştur.
Bu konunun soykırımlarla da sınırlanmadan, genel olarak insanlığa karşı işlenmiş suçların savunusunu ya da o anlama gelen inkârını kapsayacak şekilde ele alınması daha doğru olur kanısındayım. Ayrı bir yasanın çıkarılamadığı durumda hiç değilse ırkçı nefret suçlarını düzenleyen yasalar içine böyle maddeler eklenmelidir. İfade özgürlüğü bakımından problemli olmaması için ne tür söylemlere suç tanımı yapıldığının iyi formüle edilmesi gerekir. Bu durumda örneğin 1915’te yapılanları savunmamak ve hatta kınamakla beraber soykırım olarak tanımlanmasını kendince doğru bulmayan birinin bu görüşünü ifade etmekte yasayla bir sorununun olmayacağı daha açık anlaşılır olur. Buna karşılık örneğin Talat Paşa’yı bayraklaştıran mitingler ve ırkçı hezeyanlarla “Ermeni soykırımı yalandır” kampanyası yürütmek ya da “Soykırım yapsaydık bir tek Ermeni kalmazdı” gibi argümanlar kullanmak zorlaşır. Yine Sivas katliamı gibi bir olayda “halkı tahrik etmeseydiler…” diyerek yapılanı normal ya da müstahak gösterenler veya bir batı ilinde Kürtlere yönelik linç saldırısını “vatandaş tepkisini gösterdi” diye savunanlar için soruşturma yolu açılır. Böylece soykırım sayılma ve resmen tanınma kaydı olmaksızın, bir etnik, dinsel, sosyal ya da siyasal gruba yönelik imhacı eylemleri, pogrom, katliam ve zulümleri kamuoyuna açık şekilde savunma, mazur gösterme, inkâr yoluyla suçluları temize çıkartma, kahramanlaştırma, benzer suçların yinelenmesine zemin oluşturma gibi söylem ve fiillere karşı caydırıcılık sağlanabilir.
Bunun en çok gerekli olduğu ülkelerin başında Türkiye gelir. “Türklüğe hakaret” gibi özel bir ceza yasasının bulunduğu bu ülkede diğer kimliklere ve özellikle “iç düşman” olarak bakılanlara hakaretin ve küfrün her türlüsü serbesttir. Henüz ırkçı nefret suçlarına karşı herkesi eşit şekilde korumaya dönük genel bir yasa bile yoktur. O yüzden mesela “Hepiniz Ermenisiniz, hepiniz piçsiniz” pankartı bile soruşturma konusu olmuyor. (Bu makale yayına verilmek üzereyken nihayet o küfürlü-tehditli pankartlar için soruşturma başlatılmış, ama bunun geçiştirmeci olacağını tahmin etmek güç değil). 1915 inkârcılığında gemi azıya almak çocuk oyuncağı olduğu için, onu artık “yalandır, olmamıştır” kabuğundan soyundurup “çok iyi olmuş, az bile yapılmış” anlamında çıplak özüyle savunmak ve “Bir gece ansızın gelebiliriz” gibi yeni katliam tehditlerini de savurmak gayet mümkün oluyor. 1915’den gelen ruhla Hrant Dink’i öldürtenlerin tetikçilere klipli methiye şarkıları da yaparak yerdeki cesedin üstünde arsızca ve hayasızca tepinmeleri hiç bir hukuki yaptırıma uğramamıştır.  Açıkça görüldüğü üzere, insanlık suçlarında inkârı, övgüyü ve tehditi suç sayan bir yasa yine öncelikle Türkiye’de gereklidir. “Suçu ve suçluyu övmek”, “halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek” gibi mevcut maddeler soyut muhtevaları ile mazlum ve mağdur olan kesimleri korumaya değil, tersine onlara karşı devleti kollamaya dönük değerlendirilmektedir. Irkçı bir öze sahip olan 301. madde kaldırılarak bütün kimliklerin saygınlığına vurgu yapan ve sözlü tecavüzlere karşı hepsini ayrımsız korumayı amaçlayan bir yasa uyarlanmalıdır. Tabii ondan da önemlisi yeni anayasanın ırkçı özden arındırılmasıdır. Belki daha daha önemlisi devlet ve yargı adamlarının zihin dünyasında yaşanması gereken arınma.
Konunun insan hakları açısından öncelikle bu yönüyle önemsenmesi gerekirken, sanki Fransa’daki yasa geçerlilik kazansa mağdurlar için yaralayıcı olmayan görüşleri de baskı altına alacakmış gibi soyut bir ifade özgürlüğüne odaklanması doğru değildir. Prof. Baskın Oran, Hrant’ın 2006 yılında konu henüz çok yeni tartışılırken Türkiye’de 301’den yargılanan bir Ermeni aydını olarak ifade özgürlüğünü herkes için tutarlı şekilde savunma anlayışıyla takındığı tavrı referans veriyor, fakat onun artık tartışmaya devam edemez olduğu günümüzde pervasız inkârcılığın kısıtlanması lehine artan duyarlılığı paylaşabilecek olma ihtimalini öteleyerek bir tür haksız mühürlemeye gidiyor, sonra da İstanbul İHD’nin bu temelde geliştirdiği sorumlu tavrı “ciğeri yanmış diasporanın çok tanıdık öğelerini tekrarlamak” şeklinde eleştiriyordu. İHD tuzu kurulardan yana eğilim göstermek yerine ciğeri yanmışlardan yana çıkıyorsa çok doğru yapıyor. Taşıdığı isme uygun kapsayıcı bir bakışla tavır belirlemesi tutarlıdır. Yani insan haklarının farklı öğeleri birbirine karşı gelir gibi olduğu durumda ifade özgürlüğünü ırkçı tehditkarlığın önlenmesinden daha fazla önemsememesi, hele de söz konusu “düşünce ve ifade”ler sokakta sıkılan kurşunların tetikleyicisi oluyorsa onların sınırlanmasından yana olması çok bilinçli ve yerinde bir tercihtir.
Baskın Oran’ın aynı makalesinde bir kez daha 1915’in soykırım olmadığını vurgulamak üzere yaptığı şu yorum da kendi tuzu kuruluğunun göstergesi olarak ilginçtir: “1948 BM Soykırım Sözleşmesi tarafından getirilmiş bir hukuk terimi olan soykırım sıradanlaştırılıyor. Çünkü artık bir cins isim. Nasıl Gillette’ten jilet, suni tahta’dan sunta oluşmuşsa. Artık her türlü katliam için kullanılıyor ve terim olarak yozlaştı. Mesela Azeriler, 613 sivilin öldürüldüğü Hocalı katliamına ‘Xocalı soyqırımı’ demekte. İsterseniz Google’a ‘ağaç soykırımı’, ‘köpek soykırımı’ veya ‘balık soykırımı’ diye girip bakın.” (Soykırım: Hukuk Terimi Mi, Cins İsim Mi? Radikal II, 1 Ocak 2012)
Soykırımı kavramını sıradanlaştıranlar da var. Hocalı örneği gerçekten de öyledir. Ama 1915 için benzer bir imada bulunmak çok abes. Soykırım kavramını uluslararası hukuka kazandıran Rafael Lemkin’in o suça ilişkin maddeler halindeki tanımlamasına bizatihi 1915’i inceleme yoluyla vardığı net olarak bilinen bir gerçek. Her ne kadar o tarihte öyle bir kavram yoksa da 1915 uygulamaları daha sonra o kavramın yaratılmasına referans teşkil edecek kadar soykırım niteliğinde olmuştur. Yukarıdaki paragrafın asıl hedefi 1915 iken, onu açıkça anmayıp biraz da kıyaslama yapar gibi Hocalı’yı öne sürmek ve daha ötesinde işi köpek-balık muhabbetine dönüştürmek nasıl bir anlayış? Asıl sıradanlaştırma bu değil midir? 1915’de öldürülen 1,5 milyon ne köpekti, ne de balık! Ama o suçsuz canlılarla da dolaylı bir ilgisi vardı olayın. Katliam mahallerinde köpekler, akan ve duran sularda balıklar o yıl insan eti yemekten canavarlaşmıştı. Mucize eseri Der-Zor çöllerine ulaşanları bile azaltılmak için kırılan, ateşlere atılan, aç bırakılan ve kendi çocuklarının cesedini yiyecek kadar kahrolası duruma düşürülen Ermeni halkının yaşadıkları hiç bir yönüyle 1948’in maddelerinde tarif edilenlerden eksik değil, fazlaydı. Kasıt unsuru olmadan o kadarı zaten olmazdı. Ama okuduğunu anlama kapasitesinden ve hukuki bilgi birikiminden zerrece kuşku duyulmayacak bir entelektüel olarak Baskın Oran’ın nasıl olup da BM Soykırım Sözleşmesi’ndeki tanımlamayı 1915’e uyduramadığı akıl erdirilmesi güç bir tuhaflık olarak kalıyor. Valerie Boyer’ye “çocuklarını öldüreceğiz” diye mesaj yağdıranların tavrını “kendini haklıyken rezil etmek” gibi yorumlaması da öyle. Oran’ın bu yorumunun esasta tehditkarlığa eleştiri mi, yoksa soykırımı inkâr özgürlüğüne destek mi olduğunu anket konusu yapmak yersiz olmaz sanırım. O “haklı”lık vurgusunun çoğu okuyucu algısında ifade meselesinden öte inkârcı zihniyeti savunmaya ve hatta tehdit mesajını çekenin bile “haklılar safında” olduğunu düşünmeye hizmet edeceği nasıl fark edilemez?..
24 Nisan 2012
Not: Uzun olan bu makale bir kaç gün içinde 2. Bölümle devam edecek.

Yorumlar kapatıldı.