İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Milli’ aşk ve nefret hikâyeleri

Ayşe Hür / hurayse@hotmail.com

Geçtiğimiz günlerde, AB Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, “Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raporları katılım sürecine katkı sağlamak bir yana, Türkiye düşmanlarının kinlerini kusmaya çalıştıkları bir belgeye dönüşmeye başladı” dedi. Türkiye’de ifade ve örgütlenme özgürlüğüne yönelik uygulamaların Avrupa Birliği’nin çeşitli organları tarafından eleştirilmesini “kin kusma” olarak görmek bence gayet sağlıksız bir tutum. Ama bunda şaşılacak bir durum da yok. Çünkü neredeyse 200 yıldır, bu ülkenin yöneticilerinden edebiyatçılarına, askerlerinden diplomatlarına tüm kamuoyu yapıcıları Batı konusunda son derece olumsuz mesajlar verirler. Özel olarak Batı’ya, genel olarak da “öteki”ye karşı tutumumuzu edebiyat üzerinden izlemek ilginçtir. Hele bu yolculukta bize Herkül Millas’ın değerli doktora çalışması Türk ve Yunan Romanlarında ‘Öteki’ ve Kimlik (İletişim Yayınları, 2005) adlı eseri kılavuzluk ediyorsa…

Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyılın sonralarından itibaren Avrupalı devletlerle başetmekte zorlanmaya başladığında, o güne kadar “kâfir” diye anılan Batılıların yaptıkları, yani “modernleşme”, imparatorluğun yok olup gitmesini önlemenin neredeyse tek yolu olarak görülmüştür. Tanzimat Dönemi’nde (1839 sonrası) İstanbul’da Batı saraylarının benzerleri inşa edilir, şatafatlı seremoniler düzenlenir, Batılı uzmanlar başkente doldurulur, şimendiferler, gemiler getirtilir. Dönemin fikir adamları, eserlerinde Batılıları dengeli bir dille, hatta beğenerek ele alırlar. Örneğin Şemseddin Sami Taaşuk-i Tal’at ve Fitnat adlı romanında Batılı kadınların “ırzına halel getirmeyecek bir yere gidip kemal-i edeple” oturduğundan bahseder. Aynı şekilde Ahmet Mithat’ın Hasan Mellah adlı romanındaki kahramanlar sevecen bir dille ele alınır, din ve mezheplerini koruma istekleri anlayışla karşılanır. Yazar gayrımüslimlerde, Osmanlı ahlakını görür.
Bu eserlerde Batı’nın simgesi olarak görülen ve Rumların yoğun olduğu Beyoğlu bölgesi de olumlu, revaçta ve modern bir yer olarak tasvir edilmektedir. Beyoğlu hakkında olumsuz bir söze rastlanmaz. Hatta Halit Ziya’nın (Uşaklıgil) Mai ve Siyah (1871) adlı eserindeki Alman fahişe, Polonyalı çalgıcı kız bile olumlu tiplerdir, çünkü Halit Ziya, tek Türk çocuğu olarak eğitimini bir papaz okulunda geçirmiştir.
Ben şarklıyım!
Osmanlıcılıktan ulusçuluğa geçiş dönemi edebiyatında Batı genel olarak düşman ama üstündür. Bu dönemin en tipik edebi temsilcilerinden Hüseyin Rahmi ilk romanlarında Osmanlı, Türk, Rum, Ermeni, Frenk gibi tanımları hümanist bir bağlamda kullanırken, 1899’da yayımlanan Metres adlı romanındaki bir kahraman “Ben şarklıyım. Avrupa âdetlerine gösterdiğim hayranlığa bakma, bu hâlim dıştadır, bende o kadar medeni Avrupalı havası yoktur” der. 1908 Devrimi’ni yapanlar (Jön Türkler) devlet aygıtını modernleştirmeye hız verdikleri ve parlamentonun gücünü arttırdıkları için Avrupa kulübüne kabulü beklerken, Trablusgarp ve Balkan savaşları ile Batı’dan şiddetli bir tokat yiyince, ülkede yavaş yavaş Batı düşmanlığı uç vermeye başlar. Örneğin Hüseyin Rahmi 1912 Balkan felaketi sırasında yazdığı Cadı’da “Bu memlekette üstün ve başarılı yaşamak için Türk’ten başka şey olmak gerekiyor. Yurdumuzda Alman, İngiliz, Fransız, Rus üstünlüğü her şeye söz geçirmesi her gün bizi biraz daha kaplayarak boğuyor” diyecektir. Bu dil Batı’nın artık bizi geliştiren değil, bizi engelleyen bir güç olarak algılanmaya başladığını gösterir. Mehmed Akif’e (Ersoy) Çanakkale Şehitleri şiirinde, “Nerde gösterdiği vahşetle bu bir Avrupalı/ Dedirir, yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi!/ Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yahûd kafesi” dedirten de bu ihanet eden Batı’dır.
Primo Türk Çocuğu
İmparatorluğun tarihe gömülmek üzere oluşunun acısını en derinden hissedenlerden biri olan Ömer Seyfeddin ise yeni filizlenen Türk milliyetçiliğinin tüm karakteristik temalarına yer verdiği Primo Türk Çocuğu adlı hikâyesinde, kahramanı genç ve güzel Grazya’yı “muzaffer, genç, kavi ve uyanık Turan’ın muhakkak galebesi altında ezilecek olan zayıf, hasta ve miskin Garb’ın korkak ve kadından bir timsali gibi” hıçkıra hıçkıra ağlarken tasvir eder. Topuz adlı öyküsünde istiklal sevdasına düşen Hıristiyan Avrupalılara, eziklik ve korku içinde Türk’ün elini öptürür. Ancak aynı zamanda, “Garp medeniyetinin en bariz seciyesi milliyetler, harslarıdır…. Hele bu cihan harbinden sonra mutlak millet haline geleceğiz. Rumlar gibi, Ermeniler gibi, Yahudiler gibi…” diyerek nefretle andığı azınlık ve Batı kültürüne gizli bir hayranlık beslediğinin ipuçlarını verir. Bu dönemin özelliklerinden biri de Batı düşmanlığı ile azınlık (gayrımüslim) düşmanlığının artık örtüşmeye başlamasıdır. Yani eleştirilen Batı mı yoksa Hıristiyanlık mı, ya da azınlıklar mı anlaşılamaz. Bu nefretle flört eden eleştirel damar capcanlı biçimde günümüze kadar ulaşmıştır.
Batı’ya Rağmen Batılılaşma
Cumhuriyet Batılılaşması ise, Osmanlı dönemindeki gibi belli kurumların ve teknolojinin ithali olarak değil, Batılı dünya görüşünün “halk için halka rağmen”, yani aynen Osmanlı döneminde olduğu gibi tepeden inmeci biçimde toplum yaşamına egemen kılınması şeklinde anlaşılmıştır. Mustafa Kemal için bu Batı tümüyle beğenilen bir Batı değildir, sadece aşılması şart olan bir merhaledir. Dolayısıyla, erken Cumhuriyet döneminde siyasi kadrolar Batı tipi devrimlerle ülkeyi Batı tarzında modernleştirirken, Batı edebiyat dünyasında pek sevecenlikle ele alınmaz.
Örneğin Amerikan koleji mezunu, Amerikan mandası yanlısı Halide Edip Adıvar’ın romanlarında doğrudan bir Batı eleştirisi yoktur ama, Batı’nın temsilcisi olarak Rum ya da Yunan kadınlarının hemen hepsi fingirdek, ahlaksız, ayartıcı, kahpe, erkekler saldırgan, kurnaz, vahşi, acımasız ve uşak ruhludur.
Nev Yunanilik ve Rum Düşmanlığı
Attila İlhan’a göre, Mustafa Kemal tarafından Batı hayranı İnönü’nün tepesine dikilen bir nevi jandarma olan Kadrocu Yakup Kadri’nin, Yahya Kemal’le birlikte inşa ettiği Nev Yunanilik tezine göre, eski Yunan’ın kökeni Türk’tür ve bugünkü Yunan’la eski Yunan birbirinden farklıdır. Nitekim Panorama adlı eserinde Mustafa Kemal’i Yunan mitolojisindeki Prometheus’a, Atatürk adlı kitabında ise Atatürk’ün sofrasını Sokrates’in meclislerine; Atatürk’ün kadehe uzanışını “Zeus’un altın kupalar içinde Kevser şarabını dağıtışına” benzetir. Ancak bütün bunlar yazarın Yunanlıları sevdiğini göstermez. Onun için “antik olmayan öteki” olarak Yunanlılar ve Rumlar, Türklerin baş düşmanıdır, ahlaksızdır, aşağıdır, kötü ruhludur. Yakup Kadri’nin romanlarındaki Rum kadınların çoğu fahişedir; geri kalanların da Türk erkeklerle cinsel ilişkileri vardır. Rum kadınlarıyla ilişkiye giren Türk erkekleri genelde bedbaht olurlar. Yunan ve Rum erkek karakterlerse çoğunlukla olumsuzdur. “Öteki” erkekler katliam yapar, köy yakar, ırza geçer. Bir zamanlar Halit Ziya’nın sevecen dille andığı Beyoğlu da yazarın öfkesinden nasibini almıştır. Beyoğlu, Rumların mekânı olmuştur ve kurtuluşu buranın dışında aramak gereklidir. Burada sadece Rum fahişeler yoktur, aynı zamanda sapık erkekler de burada bulunur.
Batı-Doğu ikiliğini en çok konu eden yazar olan Ahmet Hamdi Tanpınar 1940’da bir CHP konferansında Avrupa’dan ilk hamlede alınması lazım gelen şeylerin hemen hepsinin alındığını söyledikten sonra “Şimdi yapılacak şey kendimize, kendi hayatımıza, mazimize, zenginliğimize dönmek ve mükemmeliyeti olduğu kadar muhtevayı da kendimizde aramak” der, Huzur adlı romanında ise noktayı koyar: “Bence bu iki dünya [Müslümanlık ve Hıristiyanlık] arasında münakaşa zemini bile yoktur (…) Dikkat edin ki, garp medeniyetinde her şey bir kurtulma, bir azat edilme fikri üzerinde kurulur (…) Bir bakıma biz başından beri hürüz.”
Amerika’ya ciro edilen hayatlar
Bu hürriyetin sınırlarını, Türkiye’nin Batı bloku içinde yer almasının bileti olan 1950-1953 Kore Savaşı’nı eleştiren Nâzım Hikmet’in “Amerika’ya ciro ederler onu/ seni de büyük hürriyetinle beraber/ hava üssü olmak hürriyetiyle hürsün!/ yapışır yakana kopası elleri Valstrit’in/ günün birinde, diyelim ki/ Kore’ye gönderilebilirsin, bir çukura doldurulabilirsin/ meçhul asker olmak hürriyetiyle hürsün!” dizeleri verecektir.
Demokrat Parti döneminde (1950-1960) İslamcı yazarlar hem Batıcı olarak gördükleri Cumhuriyet’le hesaplaşmaya başlarlar hem de Batı’yla. Necip Fazıl Kısakürek ileriki yıllarda Oksidentalizm diye anılacak ideolojik kodlamanın ana temasını belirler: “Batı bir bütün olarak ‘karbon olmaya mahkûm bir dünya’dır.” Hekimoğlu İsmail’de Batı artık açıkça Müslüman dünyasının düşmanı olarak ortaya çıkar. Minyeli Abdullah’ın romanlarında Mısır’da İngilizler, Fransızlar ve Yahudiler İslamiyet’i yok etmeyi gaye edinen tipler olarak çizilir.
Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı
Peyami Safa, 1930’ların başında sosyalizme ilgi duyarken, 1938’de Atatürkçü olmuş, II. Dünya Savaşı yıllarında ise ırkçı bir tutum sergilemiştir. İslamcılığı ise 1946’dan sonradır. Ama yazar her döneminde Batı düşmanıdır. 1931’de yazdığı Fatih-Harbiye romanında Hıristiyan-Müslüman karşıtlığı ana temadır. 1938’de yazdığı Türk İnkılabına Bakışlar adlı kitabında İslam-Türk ve Batı düşüncesinin kaynaklarının ortak olduğunu ileri sürerken, 1949’da yazdığı Matmazel Noralya’nın Koltuğu’nda, Noralya’nın İtalyan annesi bağnaz Batı’yı temsil ederken, Türk babaannesi olumlu Doğu’dur.
1964’da Kıbrıs’a müdahale etmeye hazırlanan Türkiye’ye gönderilen kaba Johnson Mektubu ile birlikte artık sadece aydınlarda değil hem siyasi elitlerde ve halkta da Batı düşmanlığı belirginleşir. Vietnam Savaşı ve 1968’de tüm Avrupa’yı saran öğrenci eylemlerinin yarattığı uluslararası atmosferle ABD’nin bu saygısız politikaları birleşince “Milli Mücadele” ruhu tekrar ortaya çıkar.
Bu dönemin edebiyatında da Batı düşman ve aşağıdır. Örneğin Halikarnas Balıkçısı adıyla tanıdığımız Cevat Şakir’in 1966’da yayımlanan Turgut Reis adlı romanında Batı’yı temsil eden bütün karakterler hem ahlaken, hem de cinsel anlamda kötüdür, Türkler ise üstün ve eksiksizdir. Edebiyat eleştirmenleri Berna Moran ve Fethi Naci’nin ortak kanısı Kemal Tahir’de Batı düşmanlığının nefretle at başı gittiği şeklindedir. Yazarın “Doğu” kavramını açıkça ortaya koyduğu Yorgun Savaşçı’da Batı’nın her açıdan Doğu’dan ne kadar farklı ve üstün olduğu adeta teorileştirilir. Bu temalar Devlet Ana’daki cinsel sapık ve sadist Batılı şövalye Notus Gradyus’un şahsında ete kemiğe bürünür.
Batı’nın suçları
Milli Mücadele’yi konu olan Ateş Yılları’nı ancak 1968’de yayımlayan Hasan İzzettin Dinamo ile birlikte Batı yıllar sonra sosyalist bir terminoloji ile antiemperyalist bağlam içinde karşımıza çıkar. Ülkede gayrımüslim azınlıkların sayısı çok azaldığından bir süredir gerek duyulmayan “iç düşman” teması bu romanda tekrar boy gösterir. Romanda Rum Patrikhanesi pek çok kötülüğün nedeni olarak belirir. 1970’lere gelindiğinde Batı üstün ama düşmandır. Örneğin Füruzan ve Pınar Kür’de Avrupalı ulusların gelişmişlikleri teslim edilir ama sosyalist bir bilinçle yargılanır. Milli Selamet Partisi’nin koalisyon ortağı olduğu hükümetler ise Amerikan karşıtı ulusal çizgiyi devam ettirirler. 1973 petrol krizi, ardından ABD’nin haşhaş ekimine yasak koyması gibi olaylar Batı’ya karşı antipatiyi tırmandırır. İslamcı kesimin ağzından Erbakan Hoca’nın “Batı taklitçiliği” sözü bolca duyulur olur. Roman tekniği açısından Batılı olan İslamcı yazar İsmail Miyasoğlu için 1974 Kıbrıs Harekâtı Allah’ın bir lütfudur çünkü bu harekâtla dünya Türk’ün varlığından haberdar olmuştur! Sol eğilimli Fikret Otyam’ın Pavli Kardeş romanında da benzer bir laflar edilir.
Sevgiden söz aç
Yine “solcu” Attila İlhan’ın romanlarında boy gösteren Yahudi erkekleri korkaktır, çıkarcıdır. Rum kadınların hepsi ya fahişedir, ya sevicidir ya uyuşturucu kullanırlar. Üstelik cinsel ilişkiler birer ulusal metaforudur. Mesela 1974’te yazdığı Sırtlan Payı’nda kahramanımız Binbaşı Ferid, fahişe Kalyopi ile sevişirken “Osmanlı yatağanı gibi yalın ve seri, kadının içine” girer ve “altına o an boylu boyunca uzanmış yatanın Yunanistan olduğunu” sanır. Yunanistan burada Batı’nın en antipatik temsilcisidir. Batılıların ve gayrımüslimlerin kadın, Türklerin ve Müslümanların erkek olarak resmedilmeleri ileriki yıllarda da çokça karşımıza çıkacaktır.
90 yıldır, tüm kamuoyu yapıcılarının, Batı’yla ilgili ne kadar kafa karıştırıcı mesajlar verdiklerini düşününce, hele edebiyatın milli kimliğin yapımındaki rolünü düşününce, halkımızın Batılıyı, en iyi ihtimalle yabancı biri, ama daha çok da düşman, zararlı, tehlikeli bir varlık olarak görmesine şaşırmıyorum. Ama Batı’yı hiçbir zaman sevmemiş olan elitlerimizin “Batı bizi sevmiyor!” diye alınganlık göstermesi biraz garip kaçıyor. Umudum bir gün Sait Faik’in şu sözlerini duyanların sayısının artmasında: ”Sevgiden söz aç. O seni değil, sen onu anlarsan bir şeyler olacak…”
***
Ek Kaynakça: Taner Timur, Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik, İmge Yayınları,2002; Ahmet Oktay, Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, Everest, 2003, Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem Yayınevi, 1991.
***
Not: Bu yazı 13 Haziran 2008 tarihli AGOS’ta yayımlanan ”200 yıllık aşk ve nefret hikâyemiz” adlı yazının bir versiyonudur.
***
Açıklama: Geçen haftaki “İcat edilmiş gelenekler: Newroz ve Nevruz” yazıma, çalışmalarından yararlandığım Delal Aydın ve Gürdal Aksoy’dan yapıcı eleştiriler geldi. Delal Aydın, yazının sonuna koyduğum notu okuyan birinin, vardığım sonuçları kendi tezinden çıkardığımı düşüneceğini, hâlbuki bazı konularda benimle aynı düşünmediğini belirterek başlıyor. Gerçekten de Delal Aydın’ın tezinden olgusal örnekler için yararlanmıştım. Vardığım sonuçlar tamamen kendi görüşlerimdi. Yarattığım sıkıntıyı bir nebze olsun gidermek için, Delal Aydın’ın açıklamalarını özetleyerek aktarmayı borç biliyorum.
Delal Aydın, Şehname’de Kürtlerden bahsedildiğini, Kürtlerin Dahhak’ın zulmünden dağlara kaçanlar olduğunu, Kawa’nın yaktığı ateşi görüp gelenlerin o dağdakiler olduğunu söyledikten sonra “Kürtler de diğer İranî halklar (antik Büyük İran’ın topraklarındaki halklar) gibi geleneksel olarak Newroz’u kutladıklarına göre, Kürtler açısından yeni olan (icat) şey Newroz ile Kawa efsanesinin birleştirilmesidir. Bunu da bir karşı-hegemonya mücadelesi olarak görsek daha iyi olur” diyor. Öte yandan Aydın’a göre “Newroz miti Kürtlere ve Türklere eşit mesafede olan yepyeni bir icat değil. Kürtler açısından ‘zulmün olduğu her yerde yeniden ayaklanalım’ diyen bir mitken Türk resmî ideolojisi tarafından 1990’larda Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından ortaya çıkan ortamdan yararlanmaya çalışan Türk milliyetçiliğinin genişleme hayallerinin bir sembolü olan Ergenekon Efsanesi’ne iliştiriliyor. Kısacası Newroz Kürtler açısından ezilenlerin bir başkaldırısı (Walter Benjamin buna ‘hatırlama’ derdi), Türk devleti açısından ise egemen ideolojiye dâhil etme çabası.”
Newroz konusunda iki kitabı olan Gürdal Aksoy ise genel olarak mitolojilerin ortaya çıkışı, tarihsel süreç içinde aldıkları biçimler ve işlevleri üzerine son derece aydınlatıcı açıklamalar yaptıktan sonra özel olarak yazıdaki bazı ifadelerimi düzeltiyor. Aksoy’a göre “Şerefname’de Dahhak’tan söz edildiği yerde, Demirci Kawa’nın adının geçmediği bilgisi doğru. Fakat, başka bir yerde Kawa ya da Gave olarak değil de, Keyo olarak geçiyor. Mehmet Emin Bozarslan’a göre Keyani Sülalesi döneminde Babil sehrinin valisi bu kişi. Başka kaynaklarda da Goranlar ‘Kayo’nun soyuna dayandırılıyor ki, Kayo’nun Demirci Kawa olduğu anlaşılmakta”
Gürdal Aksoy, Şerefname’nin yazarı Şeref Han’ın da Goran aşiretlerini Keyo’nun oğlu Ruham’a bağladığını belirttikten sonra “fakat Goranların Kürt olup olmadıkları tartışmalı görülür” diye ekliyor. Aksoy, bir adım daha ileri giderek, Kürt adının o dönemlerde “göçebe”, “çoban” anlamında kullanıldığına dair şüpheler olduğunu; eğer bu iddia doğruysa, terimin nasıl olup da bir kavmin genel adı haline dönüştüğünün araştırılması gerektiğini belirtiyor. Gürdal Aksoy’un bir diğer itirazı ise “Anlattığım tarihçeden anlaşılacağı gibi aslında ne Türk, ne Kürt kültürünün otantik bir parçası olmayan, Eric Hobsbawm’ın tabiriyle ‘icat edilmiş gelenekler’ olan Newroz ve Nevruz…” ifadesine. Aksoy Nevruz’un bütünüyle kurgu olduğunu, Newroz’un ise sadece Demirci Kawa ile Newroz’un ilişkisi açısından kurgu olduğunu belirtiyor.
Yer sorunu yüzünden iki yazarın söylediği her şeyi aktaramadım. Umarım beni bağışlarlar. Newroz ve Nevruz mitosları konusundaki yorumum kendilerininkinden farklı da olsa, bu çok değerli iki yazara katkılarından dolayı teşekkür ederim.

Yorumlar kapatıldı.