İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

19 ocakta beraber yürüyebilecek miyiz?

Orhan Miroğlu

Etyen’in anlatmaya çalıştığı şey gerçekleşti bence. Hrant Dink Davası bugün kuşatılmış bir dava.19 ocakta yaşadıklarım bu gerçeği bana bir daha gösterdi. Yazayım diye düşünüyordum, sonra sevgili Rakel’i ve Hrant’ın gerçek dostlarını üzer diye vazgeçtim yazmaktan. Ama galiba yazmanın zamanı geldi.19 ocakta AGOS’a yürüyenlerin arasındaydım. Cananla beraber yürüdük. Sayısız sataşmayla, laf atmalarla karşılaştım. Bu sataşmalara cevap verseydim, muazzam bir provokasyonun meydana gelmesi işten bile değildi. Çünkü sataşmalara karşı beni koruma telaşına düşmüş dostlar da vardı yanımda. Sloganlar atılıyordu, ama bunların bir teki bile Hrant’ın katillerine işaret etmiyordu, tam tersine gerçek katilleri gizlemeye hizmet ediyordu.

*****
“Hrant’ı savunanlar”, geçtik 1915’i, Hrant’ın katili Ergenekon’u da unuttular ve unutturdular çünkü. Bu davayı AKP’ye nefretin bir aracı haline getirdiler. Şimdi sırada Uludere var.
Taner Akçam’ın Neşe Düzel söyleşisinde, bugünün Türkiye’sini Hrant Dink cinayeti üzerinden 1915’e ve İttihatçılığa ve oradan da bugünün Ergenekon fikrine bağlayan önemli değerlendirmeler var.
Şöyle diyor Akçam:
“Ben Ergenekon bağlantısı nedeniyle, Rauf Denktaş’ın, Hrant Dink’in manevi katillerinden biri olduğuna inanıyorum. Ama çok ilginçtir Hrant’a sahip çıkanlar bunu fark etmiyorlar.
– Neyi fark etmiyorlar?
1915’le Hrant’ın öldürülmesi arasındaki bağı fark etmiyorlar. Hrant’ı savunmak isteyenler, 1915’le aradaki bağı keserek bunu yapamazlar.”
Ah sevgili Taner Akçam ah!
Hrant’ın manevi katilleri o kadar çok ki!
Ama onların sesi herkesten fazla çıkıyor.
“Hrant’ı savunanlar”, geçtik 1915’i, Hrant’ın katili Ergenekon’u da unuttular ve unutturdular çünkü.
Bu davayı AKP’ye nefretin bir aracı haline getirdiler. Şimdi sırada Uludere var.
Taner Akçam, geçmişle yüzleşme kabiliyeti gösterebilen Müslüman kesimi önemli bir dinamik olarak görüyor. Ben de böyle düşünüyorum. 1915’le İslami kesimin gerçek bir yüzleşme yaşaması, elbette Kemalistlerin gerçek bir yüzleşme yaşamasından daha mümkün ve kolay görünüyor.
Ama Taner Akçam’dan ayrıldığım bir nokta var. “Ermeni olayında” Atatürk’ü izlemenin iyi bir yol olduğu kanısında değilim. Dünya yüzleşme politikaları bakımından öyle bir aşamaya geldi ki, örnek alınacak ve izlenecek yegâne yolun ben, Atatürk’ün yolu değil, ama Yahudi soykırımı konusunda Almanya’nın izlediği yol olabileceği kanısındayım.
Aslına bakarsanız, Atatürk zaten izlenebilecek bir yol, bir miras filan da bırakmış değil. İttihatçılarla kavga ederken ve henüz ortada Sevr yokken, yeni Türkiye’nin kuruluşu için dünyadan olumlu beklentiler içindeyken, İttihatçılar Atatürk’ün gözünde “birer katil”di, bu doğru.
Lakin, Akçam’ın da söylediği gibi Atatürk’ün İttihatçılığa karşı bu tutumu, Sevr’le beraber değişti. Atatürk’ün, Kürt meselesinde koşullara göre belirlenen taktiksel yaklaşımı, bence burada da ortaya çıktı. Atatürk’ün yolu yol değil yani. Kaldı ki bugünün Kemalistleriyle İttihatçılar arasında fazla bir fark olduğu söylenemez.
Söylenemez, ama ikisini de biraraya getiren, dayanışma içine sokan, aralarındaki çelişkileri ertelemelerine yol açan Ergenekon sürecinden bu yana, toplumun geçmişle yüzleşme hamlesine müthiş goller attılar.
Bu gollerin biri de Hrant Dink Davasına atıldı. Etyen’in anlatmaya çalıştığı şey gerçekleşti bence. Hrant Dink Davası bugün kuşatılmış bir dava.
19 ocakta yaşadıklarım bu gerçeği bana bir daha gösterdi.
Yazayım diye düşünüyordum, sonra sevgili Rakel’i ve Hrant’ın gerçek dostlarını üzer diye vazgeçtim yazmaktan. Ama galiba yazmanın zamanı geldi.
19 ocakta AGOS’a yürüyenlerin arasındaydım. Cananla beraber yürüdük.
Sayısız sataşmayla, laf atmalarla karşılaştım.
Bu sataşmalara cevap verseydim, muazzam bir provokasyonun meydana gelmesi işten bile değildi. Çünkü sataşmalara karşı beni koruma telaşına düşmüş dostlar da vardı yanımda. Sloganlar atılıyordu, ama bunların bir teki bile Hrant’ın katillerine işaret etmiyordu, tam tersine gerçek katilleri gizlemeye hizmet ediyordu.
“Katil Devlet hesap verecek” türünden kadim ve anlamsız sloganlar!
“Faşistler vuruyor AKP koruyor” sloganı ise epey gözde bir slogandı.
“Zoruma mı gidiyordu, neden atmıyordum bu sloganı, gerçekleri yazacak mıydım?” diye laf atıyorlardı bir yandan da..
Bir başkası, beni Uludere’de ölen Kürtler için tek yazı yazmamakla suçluyordu, sesini yükselterek, terbiyesizce bir üslupla ve adeta çocuk azarlar gibi davranarak…
Oysa o güne kadar Uludere’deki katliam için iki yazı yazmıştım ki, birinin başlığı bile Kürtçeydi: “Jiyana İnsanê Vındayi” –Kayıp İnsanların Hayatı–.
Silivri’nin eli kanlı katillerine, her hafta Silivri’ye gidip Hrant’ın gerçek katillerine özgürlük isteyenlere kimse bir şey demedi ama. Onlar en ön saflarda, “Hrant’ın gerçek dostları”yla yan yana yürüyorlardı..
19 ocakta, AGOS’un önüne zor bela yürüdüm, içeri girmek veya laf atanların sesini duymayacağım bir yer bulmak istedim kendime, ama önüme kurulan “barikatı” aşamadım. Kimse beni tanımasaydı keşke dedim içimden, her şey ne kadar kolay olacaktı, tanınmayan bir Hrant Dink dostu olmak istedim o an. Sonra da tanınan bir Hrant Dink dostu olduğuma üzülüp durdum.
Derken itiş-kakış sağdaki merdivenlere çıktık Canan’la ve oradan da tören bitene kadar durduk. Tören bitti, kalabalığın dağılmasını beklemek için bir cafe’ye girdik. Epey sonra AGOS’a birkaç dakikalığına girdim, ama içim o kadar buruktu ki..
Hrant’ı anmak için katıldığım bu yürüyüşte karşılaştığım bu nefreti hak etmek için ne yapmıştım acaba diye sorular sordum kendime.
Bu nefreti, bizim gibi insanlara karşı, üstelik Hrant Dink davası üzerinden kim ve kimler üretiyordu acaba?
Hrant’ın anıldığı bir yürüyüşe katılamaz hale gelmiş olmamın sebebi neydi?
Toplumun vicdanına ters düşen, yaralayan, iyi gelmeyen ne yapmıştım ben?
Doğrusu, 19 ocakta karşılaştığım hakikat bana her bakımdan çok ağır geldi.
Canan’ın ikide bir nemlenen gözlerine bakıp teselli babından, bir tek şey söyleyemedim.
Benim yüzümden çektiği acılardan sonra ona karşı içimde gelişen mahcubiyetlere bir yenisi eklenmişti işte. Canan’a karşı, kendimi bir kez daha mahcup hissettim, hem de Hrant için kol kola, el ele yürüdüğümüz bir zamanda..
Oysa ne çok sevinmişti Ankara’dan gelirken; İstanbul’da, Hrant için ve benimle ilk kez yürüyecek olmasına ne çok sevinmişti
“Biricik oğlu” Zerdeşt’ten ayrılamaz o, ayrıldığı zamanlar son derece sınırlıdır. Zerdeşt engelli bir çocuk olarak, o kadar yolu yürüyemezdi tabi; Cihangir’de, onu ablasına bıraktık ve birlikte kahvaltı yaptığımız sevgili Zeynep Tanbay ve Ufuk Uras’la Taksim Meydanı’na çıktık.
Sonrası böyle yaşandı işte.
Duygularınıza biraz dokunmuş olmak için yazmadım bunları. Duygu sömürüsü yapmak değil amacım.
Benim hissiyatımı, yaşadıklarımı o gün kaç kişi hissetti ve yaşadı onu da bilmiyorum.
Ama böyle bir şeyi yaşamamak ve hissetmemek için, bu ülkede yüz binlerce insanın Hrant’ın dostlarıyla beraber yürümekten korkar hale geldiklerini tahmin edebiliyorum.
Ben de korkuyorum ve bu korku içimde kaldıkça, 19 Ocak yürüyüşlerine bir daha katılmayı düşünmüyorum. Hrant için başka bir şey yapabilirim o gün, kimse duymasın ve bilmesin, ne fark eder:.
Size kendimi anlattıysam, bir soruya cevap aramak içindir; yoksa Hrant’ın ve 1915’in büyük acısı söz konusu olduğunda ne ben ne Canan ne bir başkası, mevzubahis bile olamaz..
2013’ün 19 Ocak’ında nefretle değil sevgiyle ve beraberce yürüyebilmek için ne yapmamız lazım?
Hrant’ın katlini 1915’e bağlayan yolda biraraya gelebilecek miyiz?
Orhan Miroğlu – Taraf

Yorumlar kapatıldı.