İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Rembetiko öldü de asıl uzun havaya ne oldu!

Erkan Araz
İçimiz sıkıldığında, derdimizi dile getirmek için çektiğimiz ‘aman’lar, ne çok zamandır yankı buluyor bu topraklarda kim bilir. ‘Aman’ın ortak bir kültürü işaret eden bir yakarış olduğunu biliyor muydunuz. Rum, Ermeni, Arap, Kürt… ‘Aman’ çeken bizdendir, Anadolu’dur… Bu iç çekiş, dünyanın neresine gidersek gidelim, hep tanıdık gelecektir bize. Bu ortak duyguların birleştiği mekanlardan biri de Cafe Aman’lar olmuş vakti zamanında. 19. yüzyıl Osmanlı döneminde, ‘müzikli veya semai kahvehaneler’ olarak biliniyor Cafe Aman’lar. Zorunlu göçlerle yurtlarından kopartılan Rumlar, acılarını ‘Cafe Aman’larda, ‘Rembetiko’ şarkılarıyla dile getirmişler.

Günümüzde etkisini yitirmiş bir müzik türü olarak bilinen Rembetiko, içinde buralara ait insan hikayeleri taşımasına rağmen unut(tur)uldu. Stelyo Berber ve Pelin Suer çifti, Bizans’tan Osmanlı’ya ve Osmanlı’dan günümüze ulaşmış olan anonim şarkılar ile dönemin ‘Cafe Aman’larında icra edilen bu eserleri bir araya getirmeye çalışıyor. ‘Cafe Aman’  isminde bir grup kuran çift, taş plaklarda kalan rembetikoyu uzun yıllar sonra kendi toprağında yeniden gün yüzüne çıkardı. Bir dönem müziği olan Rembetiko’yu hatırlatmaya, geniş yığınlara tanıtmaya çalışan çift, sadece bu topraklardan geçip gitmiş müziklerin değil, hâlâ yaşayan müzik ve kültürlerin de yok sayıldığına dikkat çekiyor. “Rembetiko dönemini kapatıp kendisini başka bir yere devretmiş bir müzik. Ama Anadolu’da hâlâ ağıtlar yakılmıyor mu? Uzun havalar, hoyratlar okunmuyor mu? Bunları neden biz bilmiyoruz?” diye soruyorlar.
Sizi tanıyabilir miyiz?
Ben İstanbul doğumluyum. Aslen ‘60’lı yıllarda İmroz’dan gelen bir ailenin çocuğuyum. Lise eğitimimi İstanbul’da bitirdikten sonra Yunanistan’a gittim ve üniversiteyi orada okudum. Ama buradayken zaten müzik meşk etmeye başlamıştım. Meşk etmeye diyorum çünkü benim ilk müzik deneyimim patrikhanede kilise müziği üzerinden oldu. Öğrencilik yıllarımda Atina’da yaşarken aslen kökeni İzmir’in Bayındır köyünden olan Yunanlı bir derlemeci ve halk müziği icracısı olan İzmirli Domna Samiu ile tanıştım. Ondan o dönemin şarkılarını meşk etme fırsatım oldu. Sonrasında rembetiko okumaya başladım. O dönem üstatlarla bir araya gelerek ilk deneyimlerimi yaşadım. İlk diyorum çünkü burada bu tarzı okuyan insanlar kalmamıştı. 1999 yılında İstanbul’a kesin dönüş yaptım ve patrikhanede muganni olarak çalışmaya başladım. Halen oradaki görevim devam ediyor. Ayrıca ferdi olarak yaklaşık bir on senedir Muammer Ketencoğlu ile birlikte çalıştıktan sonra eşim Pelin Suer ile birlikte Cafe Aman İstanbul’u kurduk. Yaklaşık üç sene oldu. Bu üç sene zarfında da albümümüzü hazırladık. Bu arada geç kalmış lisansımı da tamamlamak için çalışıyorum. Türk müziği ses eğitimi alıyorum Türk Müziği Konservatuarında. Eşim oradan mezun. Benim zaten hayalimdi Türk müziği okumak. Böylelikle de hayalimi gerçekleştirmiş oluyorum.
REMBETİKONUN FASLI
Cafe Aman’ı hangi düşünceyle kurdunuz?
Açıkçası grup bir ihtiyaçtan doğdu. Senelerdir severek dinlediğimiz bu müzik tarzını insanlarla paylaşmak ihtiyacı… Bunu daha profesyonel daha sağlam bir ekiple yapmamız  gerektiğini düşündüğümüz için yine bu müziğe gönül vermiş sazendelerle böyle bir ekip kurduk. Hedef de bu topraklara ait olan bir repertuvarı başta Türkçe ve Rumca olmak üzere tekrar değişiklikle hatırlatmak ve bir noktada sevdirmek. Zaten bizim müziğimiz bu. Bir dönem müziğini biz tekrar bu icralarla, yenilenen repertuvarlarla tekrar yaşatmaya çalışıyoruz. Bu da çok ilgi topluyor. Bu çizgide Fasl-ı Rembetiko’yu yaptık. Aslında böyle bir tarz da yok böyle bir isim de yok. Kendi içimizde üretmiş olduk.
Rembetikonun anlam ve içeriğinden bahsedelim biraz da. Bir yunan müziği demek doğru olur mu?
Anadolu Rumlarının buradan mübadele ile Yunanistan’a ve göçtükleri yerlere götürdüğü bir müzik türü diyelim buna. Rembetiko yapıldığı dönemde, ‘Biz rembetiko yapıyoruz’ gibi lanse edilmedi. Daha sonraları araştırmacıların ve plak şirketlerinin koyduğu bir isim bu. İlk etapta bu farklı coğrafyalara yayılmış ama Anadolu’da doğmuş, farklı etnik kültürlerin içinde varolduğu ama Rumların başını çektiği bir müzik türü. Haliyle bütün bunları içinde barındıran, bir akım gibi artık algılanmaya başlandı çok sonrasında. Biz de ağırlıkta olarak bu repertuvarı işlediğimiz için bu ismi kendimize yakın bulduk. Ama zaten rembetiko çok karmaşık da bir kavram. Çünkü farklı ekolleri içinde barındırıyor ve farklı coğrafyalarda icra ediliyor. Yani bu müziği anlamak için aslında son yüzyılın, hatta son yüz elli yılın sosyokültürel, sosyoekonomik tarihini de incelemek gerekiyor. Ne zaman oldu? Nerede oldu? Mübadele ile bir buçuk milyon Rum’un buradan göçmesi, bu müziğin de çoğunluğunu aldı götürdü. Onun için geride bir şey kalmadı. Rembetikonun temelinde Zeybek, Kasap ve bazı geleneksel formattaki dansları içeren bir ritim yapısı var. Ama çoğunlukta Zeybek ve Kasapiko. Kasapiko da Sirtakinin orijinal adı. İlk parçamız İstanbul Kasapikosu’nu özellikle seçtik.
Ne anlatır Rembetiko?
Rembetikonun yelpazesi çok geniş. İçinde anonim türkü güftesi var, yazılmış güfteler var. Bu güfteler; tabii ki olmazsa olmaz aşktan bahsediyor; gurbetten, göçten, savaştan bahsediyor. Çok fazla acı yaşayarak gittiler buradan insanlar. Tabii o dönemin bütün gazelleri, -biz ‘amane’ diyoruz -, bunlar üzerine Ama sadece bu da değil. Özellikle seksenli yıllara kadar bu müzik üzerine araştırma yapanlar, bu müziği haşhaş tekkeleriyle bağdaştırıp böyle bir etikete sokmuşlardı. Sonrasında ortaya çıktı ki böyle bir algı çok yanlış. Daha doğrusu insana bakıp sadece gözünü görmek gibi bir şey. Haşhaş tekkeleri de var tabi ama sadece onlarla sınırlı değil. Ama bu geniş yelpazeyi aktarabilmek de kolay değil. Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı başka birine anlatman nasıl zorsa, benim bunları anlatmam da o kadar güç. Bazı güfteler çok basit gibi duruyor ama o güftenin bağlantılı olduğu başka bir konu var. Örneğin albümdeki üçüncü parça Yannis Papaioannu bestesi bir aşk parçası ama bir acı da var: “Anixe, Anixe. Lütfen aç, artık beni kabul et. Senin için deliriyorum” diyor. Ama o acıyı, parçanın zeybek olması, o ritim o giriş taksimi, o melodi anlatıyor. İnşallah ileriki işlerimizde bunları biraz daha anlatma fırsatımız olur.
İLETİŞİM MÜZİĞİ YAPIYORUZ
Rembetikonun tanınması ve boy salması için yaptığınız uğraşlardan bahseder misiniz?
Aslında yaptığımız müzik bir tam anlamıyla bir konser müziği değil. Bir iletişim müziği. İnsanların bir araya gelerek buluştukları, paylaşım müziği aslında. Biz bunu böyle minik bir gösteri haline sokup hem dansıyla, hem müziği ile; hem farklarıyla, hem ortak kültürleriyle birlikte vurgulayarak özellikle Türkiye’de ve yurt dışında da tanıtmayı hedefliyoruz. Aslında bunun bizden bir şey olduğunu ve çok da duyulduğu kadar uçuk kaçık bir şey olmadığını aktarmak istiyoruz. Çok basit işte 9/8’lik bir zeybek, bir abdaliko, bir kasapiko aslında. Bence özlem duyduğumuz bir şey bir yanıyla. Bizi Türklerin dinlemesinin nedeni de bu. Adam anlamasa da zevk alıyor.
Benzerlikler ve farklılıklar üzerinden birbirine bağlanmış insanların ürettiği ortak kültürlerin, ayrımcılık yapılarak koparılması sizi ve müziğinizi nasıl etkiliyor?
Bu göçler, mübadeleler yaşanmasaydı bu müzik doğal akışını burada sürdürecekti. Açıkçası bu tarihsel süreç devam etseydi buraların bambaşka olabileceğini ben tahmin edebiliyorum. Bu bir varsayım tabii ama neden hepimiz “eski İstanbul” diyoruz. Turistler belki beğeniyor bugünkü İstanbul’u ama İstanbul’u yaşamış olanlar nedense eski İstanbul’u yad ediyor.
Ben bu albümü 30-40 sene önce yapamazdım bu kolaylıkla. Bu bir teselli değil ama yaşadığımız gerçeğin bir parçası olarak düşünüyorum. En azından bizde ‘kendimizi ifade edebiliyoruz’ noktasında önemli. Çünkü ben bildim bileli nerdeyse bizim albümde icra ettiğimiz çoğu parça ilk defa Türkiye’de icra edilip burada bir stüdyoda yapılan bir çalışmayla müzikal anlamda destekleniyor yani. Yoksa bizim gibi müzik yapan, bizden çok daha iyi müzik yapan ustalar var bütün dünyada. Bir Rum olarak Türkiye’de müzik yapmak kendi içinde farklı bir deneyim.
HİTİT MÜZİĞİNİ BİLİYORUZ PEKİ HOYRATI!
Türkiye’nin müzik kültürü üzerine ne düşünüyorsunuz?
Çok zengin bir müzik kültürü barındıran bir coğrafyada yaşıyoruz. Ama korkarım ki bu kültürün çok da farkında değiliz. Sanayi devriminden sonra insanların şehirlere toplanmasıyla birlikte bütün insanlar köklerinden bir kopuş yaşadı. Çok basit bir kopuş değildi bu. Yaşadığımız yerlerde sıkıntı yaşasak da şu anda bizde olmayan bir kimliğimiz vardı. Bu kimliği ne oluşturuyordu; yeme içme kültüründen tutun dans etmeye, müziğe kadar uzanan, kendi içinde bir zenginlik… Bunları biz sanayi devrimi ile tamamıyla ekonomik çıkarlarla hareket eden bir sistemin içine entegre etmeye çalıştık, zorla. Bu da  olmadı, olmayacak da.
Kültürel anlamda gerçek kimliğimizi ve özümüzü çok hızlı kaybetmeye devam ediyoruz. Türkiye’de bir aşık geleneği var. Yani biz Aşık Veysel’den sonra bittiysek, yazıklar olsun bize. Bunu devam ettiremiyorsak orda bir nokta koyup, ‘Kardeşim biz ne yapıyoruz?’, ‘Nereye gidiyoruz’ diye konuşmak lazım. Bir dönem müziğinden bahsetmiyorum. Rembetiko bitmiş bir müzik. Yani dönemini kapatıp kendisini başka bir yere devretmiş bir müzik. Bunu biliyoruz. Haa aşıklar için de böyle bir şey geçerli olabilir ama Anadolu’da hâlâ ağıtlar yakılmıyor mu? Uzun havalar, hoyratlar okunmuyor mu? Bunları neden biz bilmiyoruz? Sadece Kral TV mi var bu Türkiye’de? Bunlara illa sahip çıkalım gibi bir klişeyle de yaklaşmıyorum. Kendimizi farklı şekillendirmeliyiz. Genel olarak kalıplaşmış mantaliteyle düşünüyoruz. Biz Hititleri biliyoruz, Uygurları biliyoruz, müzikleri, kültürleri biliyoruz. Ama kendi müziğimizi bilmiyoruz. Biliyoruz da bilmiyoruz! Genel bir söylem var ama genel söylem aslında işin özünü anlatmıyor. Halbuki müziğin kendisi gidiyor! Yani onun için ne yapıyorsun sen? Aşık geleneği yanında bir o kadar eski dönemde saray müziği, Türk sanat müziği de kayboluyor. Tamam bugün bir şeyleri belki dinleyemiyoruz ama vardığımız nokta da uçurumun en dibi. Ben konservatuvarda okuyorum, bakıyorum insanlar zoraki, zevk almadan, sırf diploma için okuyor repertuvarı. Halbuki sen onu alacaksın o bir temel, o bir dönemin kültürü. O senin için bir nimet zaten. Sabah akşam onu oku diye bir şey yok yani. Ama ağacın kökleri vardır. O kökleri olmadan sen yukardan istediğin kadar uğraş güzel görünsün diye. Bir gün kuruyacak yani.
TARİHTE ‘CAFÊ AMAN’ KÜLTÜRÜ
19. yüzyıl Osmanlı döneminde, ‘müzikli veya semai kahvehaneler’ olarak da adlandırılan Cafe Amanlara; daha çok İstanbul, İzmir, Atina gibi, dönemin önemli liman şehirlerinde rastlanmaktadır. Farklı etnik kültürlerden hanende ve sazendelerin bir araya gelerek; repertuvarlarını karşılıklı bir etkileşim ve paylaşım içinde doğaçlama olarak seslendirdikleri bu mekanlar, adlarını, şarkı sözlerinde sıklıkla tekrarlanan ve Arapça bir kelime olan “aman”dan alır.
Osmanlı dönemi meyhane kültürünün bir devamı olarak görebileceğimiz Cafe Aman’larda, Anadolu müzik kültürüne ait yerel enstrümanlar çalan müzisyenlerin yanı sıra Avrupa müziği yapan icracılara da rastlanıyordu. Cafe Aman, Cafe Santur, Cafe Chantant adını taşıyan bu mekanlar, İstanbul’un Galata, Pera, Fener gibi semtlerinde bulunmaktaydı.
19. yüzyılın İstanbul’u, tarihi ve ekonomik bir merkez olmakla kalmıyor, sosyal anlamda da çok kültürlü bir zenginlik sergiliyordu. Cafe Amanlar, çok kültürlülüğün egemen olduğu bu süreçte; şehir ortamında farklı dillerden ve türlerden müzikleri buluşturan önemli mekanlardandı. Ancak 1922 Nüfus Mübadelesi ile Anadolu’da yaşanan büyük göç, diğer Anadolu etnik müzikleri gibi, rembetikonun da ana vatanından ayrılmak zorunda kalması anlamına geliyordu. Kendisine sığınacak bir yer bulabilmek için yeni coğrafyalara doğru denize açılan rembetiko böylece dünyanın pek çok yerine dağıldı. Bu müzik kültürünün doğal taşıyıcıları olan müzisyenler, sanatlarını göçtükleri şehirlerde devam ettirmeye çalıştı. Eski ve köklü Anadolu etnik müzik kültürü, yeni coğrafyalara taşınırken, orada rastladığı yerel ögelerle de yollarını buluşturarak farklı ekollerin oluşmasına vesile oldu. Örneğin; ud, keman, santur ile icra edilen İzmir ekolü temsilcileri (P. Tundas, S. Peristeris, A. Hacihristos, vb.), Atina’nın Pire limanına taşıdıkları bu kültürü yeni nesillere taşıma fırsatı bulmadan dönüşüm geçirdi. Artık o, buzuki ve gitar ile icra edilen Pire ekolüyle (M. Vamvakaris, Y. Papioannu, V. Tsitsanis vb.) harmanlanmış, yepyeni bir şekil almıştı…
Rembetiko adı altında topladığımız, anonim halk ve şehir müziklerini bir arada barındıran bu geniş repertuvar; fonograf ve gramofonun keşfedilmesiyle birlikte yapılan kayıtlar sayesinde, hem yaygınlaşmış hem de günümüze ulaşabilmiştir.
PELİN SUER: STELYO YABANCI DAMAT DEĞİL
“Aynı coğrafyaya ait, aynı toprakların müziği. Hem çok yakın hem çok farklı. Bu müzikte hem hep bildiğim, hep hissettiğim bir şeyleri karşılıyor ve dolduruyordu. 6-7 yıl flemenko dansı yaptım. Flemenko, Tango, Blues ve Rembetikonun hem tarihsel anlamda birbirlerine yakın müzikler olduğunu düşünüyorum, hem de özellikle underground, halkın alt kesimlerinden çıkmış ve büyümüş müzikler olduğu için daha samimi ve güzel geliyor.”
“Rembetiko da tavernaya ya da grek müziğe indirgendi. En basitinden tabak kırmak. Bizim kültürümüzde bir şey kırıldığı zaman kötülüğü aldığı düşünülür. Tabak kırmak da problem değil, isteyen tabağı isteyen kafasını kırsın ama tabak kırmak müziğin önüne geçtiği zaman bir şeyleri sorgulamak gerekiyor.”
“Türkiye’de insanların birbirlerini kabul etmeleri ve sindirmelerine çok fazla ihtiyaç var. Oldukları gibi yani durduğu yerde onu değiştirmeden orada tutabiliriz gibi bir mantalite çok eksik bizde. İnsanlar bırakın uzak tarihi, yakın tarihlerinden bihaber. Örneğin Stelyo ile evlenirken benim akrabalarım hep “yabancı damat” dediler. Aslında yabancı değil. Ya da işte göçmen olduğunu düşünüyor bir çok insan. Bilmiyorlar ki bu coğrafyada bu insanlar geldi geçti. Hâlâ yaşayanlar var. Çok ciddi bir cehalet var ama insanı huzursuz da ediyor.”
evrensel.net –

Yorumlar kapatıldı.