İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Türkçülük, İttihatçılık ve Ermeni meselesi

Taceddin Kayaoğlu*  
II. Meşrutiyet’in tanınmış simalarından Yusuf Akçura, henüz 25 yaşında iken kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesinde; dönemin düşünce dünyasının etkisiyle, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bunalımdan çıkması için farklı üç alternatif modeli bir araya toplamış ve tartışmıştı. Bunlardan birincisi, Osmanlıcılık; ikincisi, İslâmcılık; üçüncüsü de Türkçülüktür…Türkçülük cereyanı/ideolojisi (Türk kimliği değil), temelde bu toprakların ürettiği bir fikir değildir. O, üç yönden beslenmiş ve şekil almaya başlamıştır. Bunlardan birincisi; Ernest Renan’ın Türk tarihine karşı yönelttiği hakaret-vari düşüncelere tepkinin bir sonucu iken; ikincisi, Leon Cahun ve Herman Vambery gibi isimlerin soru işaretleri içeren, büyük ihtimalle de “misyonları olan” (Carbonarici) şahısların tetiklemesi; üçüncüsü de Rusya’nın Orta Asya siyasetinin Türk aydınları üzerindeki etkisidir. Bu üç faktörle dolmaya başlayan milliyetçi zihin, 1912-1913 Balkan Savaşları esnasında “Balkan Komitacıları”nın Türklere yönelik faaliyetleriyle birleşince, ortaya “Türk milliyetçiliği ideolojisi” çıkmıştır.

***********
II. Meşrutiyet’in tanınmış simalarından Yusuf Akçura, henüz 25 yaşında iken kaleme aldığı “Üç Tarz-ı Siyaset” başlıklı makalesinde; dönemin düşünce dünyasının etkisiyle, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bunalımdan çıkması için farklı üç alternatif modeli bir araya toplamış ve tartışmıştı. Bunlardan birincisi, Osmanlıcılık; ikincisi, İslâmcılık; üçüncüsü de Türkçülüktür.
1860’lı yıllarda Yeni-Osmanlılar tabir edilen Genç Osmanlı aydınlarının çeşitli yayın organlarında kaleme aldıkları Osmanlıcılık teorileri; I. Meşrutiyet döneminin siyasal yapılanmasına kanalize edilmiş, oradan Sultan II. Abdülhamid’in politikaları aracılığı ile İslâmcılığı üretmiş, ardından da Balkan Savaşları’nın etkisiyle Türkçülük siyasetine doğru kırılmıştır. Fransa’da bulunduğu sıralarda sosyalizmin etkisinde kalan, böyle olduğu için de ulusalcı hareketlere yaklaşan Akçura, “kendine göre” doğru gördüğü gerekçelerle İslâmcılığı ve Osmanlıcılığı ötelerken, Türkçülük siyasetine yaklaşmakta idi. Bunun birinci nedeni; ulusalcı sosyalist akımların etkisi, bir diğer nedeni de kendisinin Orta Asya kökenli bir Osmanlı aydını olmasıdır.
Belirli bir dönemden sonra Osmanlı Devleti’nde yeşermeye başlayan Türkçülük cereyanı/ideolojisi (Türk kimliği değil), temelde bu toprakların ürettiği bir fikir değildir. O, üç yönden beslenmiş ve şekil almaya başlamıştır. Bunlardan birincisi; Ernest Renan’ın Türk tarihine karşı yönelttiği hakaret-vari düşüncelere tepkinin bir sonucu iken; ikincisi, Leon Cahun ve Herman Vambery gibi isimlerin soru işaretleri içeren, büyük ihtimalle de “misyonları olan” (Carbonarici) şahısların tetiklemesi; üçüncüsü de Rusya’nın Orta Asya siyasetinin Türk aydınları üzerindeki etkisidir. Bu üç faktörle dolmaya başlayan milliyetçi zihin, 1912-1913 Balkan Savaşları esnasında “Balkan Komitacıları”nın Türklere yönelik faaliyetleriyle birleşince, ortaya “Türk milliyetçiliği ideolojisi” çıkmıştır. Ve aslında onun ortaya çıkısındaki en önemli faktör “kışkırtıcılık” olarak belirir. Zaten milliyetçilik doğası gereği; bir nevi “kışkırtıcılık” üzerine kendisini inşa eder. Onun içindir ki; milliyetçiliğin eleştirisi kadar, “onu kışkırtan etkenlerin” de (Teorik planda ilk kışkırtıcı Fransız dil bilimci Ernest Renan’ın Türk tarihine dair yazılarıdır.) eleştirilmesinde azami derecede fayda vardır; özellikle “Balkan ve Ermeni Komitacılığı” açısından.
Birinci Balkan Savaşı yenilgisinin sorumluluğunu dönemin hükümetine yüklemeye çalışan “İttihatçı klik”, 1913 tarihinde yaptığı “Bâb-ı Âlî Darbesi” ile ülke yönetimini ele geçirdi ve “tek parti yönetimi”ni getirdi. 1913 ile 1917 arasında Osmanlı Devleti’ndeki egemen olan İttihat-Terakkî’nin yönetici zihniyeti; “algılama ve çözümleme kapasitesi”nin yeterli olmamasından kaynaklanan nedenlerle, geleneksel imparatorluk siyasetinin “yöneticilik kodlarını” elinin tersi ile bir kenara itmenin hatasına düştü. Oysa unuttuğu o kodlar, farklılıkların merkezî bir otorite etrafında nasıl başarı ile tutulacağına dair önemli “şifreler” içermekteydi. Bu unutmaya bağlı olarak tercih edilen “tepkisel siyaset” ise, devletin hızla çözülmesine ve dağılmasına neden oldu.
Birileri İttihatçılığın bahse konu olan tepkisel siyasetine bir isim vermek istediğinde genel olarak “Türkçülük” demekte ve devletin dağılmasının ana amilinin bu zihniyet olduğu noktasından hareket etmektedir. Şahsım adına konuşmak gerekirse; “İttihatçılığın, Türkçülük ideolojisine taraf olmasının devleti zor durumda bıraktığı ve zaafa uğrattığı” tespiti kolaycı bir yaklaşımdır. Bunun böyle olduğunu iddia etmek, İttihatçı zihniyetin ve örgütlenmenin “Türk genetik kodları” üzerine inşa olunduğunu kabul etmek anlamına gelir. Oysa İttihatçılık denilen tarihî vak’a, Abdülhamid muhalifliğinin “zihinsel ve organik bütünlüğünü” içerir. “Türkçü olmayan” pek çok İslâmcı ile “Türk olmayan” pek çok etnisite mensubu, bu yapının içerisinde yer almış, bunda da herhangi bir beis görmemiştir. Özellikle Türkçülüğün ideoloğu olarak kabul edilen Ziya Gökalp’in, “Türkçülüğün Esasları” isimli eserini yazmadan önce “Kürtçe lugat” yazmaya başlamış olması bir hayli ilginç, ilginç olduğu kadar da İttihatçılığı anlamamıza yardımcı olacak bir hususiyet taşır.
Buradan hareketle ben İttihatçılığı, Türk milliyetçiliğinin “politik temsilcisi” olmaktan daha ziyade –ki gerek 1908 kalkışması ve gerekse 1913 askerî darbesi ile iktidarı “ele geçirmiş” bir egemen iktidara “temsilci” vasfı vermek olası değildir- egemen iktidarın “muhâkeme yetersizliği” olarak ele alıyorum. Bu yetersizliği besleyen faktörlerin ise “milliyetçi damardan daha ziyade”, “hesaplanmış bir yönlendirme stratejisi –Carbonarici örgütlenme, Leon Cahun ve Armin Herman Vambery üzerinden-“, özellikle “gençlik heyecanlarının güdülemesi” ve inanç zemininin kaymasına bağlı olarak ortaya çıkan “depresif ruh hali” olduğunu düşünüyorum.
Tartışmanın zemini “İttihatçılığın, milliyetçiliği nasıl edindiği” sorusunun cevabı ile anlam kazanır. Biraz önce de ifade etmeye çalıştım; Türk milliyetçiliği ideolojisi, Türk tarihi tarafından üretilmemiştir. O, geç dönem Avrupa’sından “eklektik” bir tarzla Osmanlı ülkesine taşınmıştır. Fakat bu, Anadolu topraklarında Türklük bilincinin olmadığı anlamına gelmemelidir. Milliyetçilik “politik bir tavır alma” şekli iken, millet bilinci “politik olmak zorunda olmayan”, daha çok “zihnî bir durum veya sahiplenme”, “şuurunda olma” halidir. Sahiplenme ya da şuurunda olma halinin ise milliyetçiliği üretip üretmemesi ayrı bir konudur ki, oradan “ideoloji üretilse bile” sorumlu tutulamaz.
Fransa’daki gelişmelerden sonra tartışmaya taraf olacakların, “Osmanlı Ermenileri”, “Ermeni komitacılığı”, “Komitacılık”, “Türk milleti” ve “Türk milliyetçiliği” kavramları üzerinde alışılmışın dışında bir tarzda kafa yormalarında fayda var. Aksi halde, çözümsüzlük devam eder.
Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin son dönemlerde Ermeni meselesini ön plana alarak kışkırtıcı söylemlerini yinelemeye çalışmış olmasını ise; bir “iç mesele”, “oy hesabına dayalı bir çıkış” olarak değerlendirmenin stratejik açıdan son derece yetersiz ve de isabetsiz bir durum olduğunu vurgulamakla yetinelim. Sarkozy’nin, “yapılmak istenenler” için çok iyi bir figüran, tablonun ise yerelden daha ziyade küresele bakan yönünün olduğunu bilmekte fayda vardır –ki, bu da ayrı bir yazının konusudur. *Tarihçi-Yazar

Yorumlar kapatıldı.