İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

1915 TARTIŞMASINDA BİR SON ARAMAK

Richard Falk* – Hilal Elver** /Zaman
Bununla birlikte, eğer 1915’te olanlar Soykırım Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesinden sonraki herhangi bir dönemde gerçekleşseydi, soykırım olarak kabul edilirdi gibi gözüküyor. Ayrıca Uluslararası Adalet Divanı, Bosnalıların soykırım iddialarını incelerken (Srebrenica’da 1995 yılında gerçekleşen binlerce Bosnalı erkeğin öldürüldüğü korkunç katliam dışında), Sırp hükümet liderlerinin soykırım suçunu işleme niyetlerini kanıtlamak için ancak yazılı ya da dokümanlara geçmiş kanıtlar arayarak soykırım suçunun ispatı konusunda oldukça yüksek bir standart kullandı. Bu tür bir kanıt 1990’ların Bosna olayları bağlamında zor bulunuyorsa, neredeyse bir yüzyıl önceyle ilgili Ermeni iddiaları için bulunması neredeyse imkânsız. Eğer bu düşünce biçimi kabul edilirse, bundan iki önemli sonuç çıkarabiliriz: Konunun tartışılmasında bir sona varabilmek için siyasi bir alan yaratılabilir. Bu alanda Türkiye 1915’te olanlar şimdi olsaydı soykırım sayılacağını resmî olarak kabul edebilir. Ermeni tarafı da 1915’te olanların o dönemde soykırım olarak tanımlanamayacağını, ancak bu olaylar şimdi gerçekleşselerdi olayların boyutlarının ve niteliklerinin bir soykırıma işaret edeceğini kabul edebilir. Bu tür bir yaklaşımın kabulü her iki tarafa ortak faydalar getirebilir.

******************
Yakınlarda, Fransa Parlamentosu’nun alt yasama organı Fransa Ulusal Meclisi 1915’te Ermenilere karşı soykırım yapıldığının inkârını suç sayan bir yasa tasarısını onayladı.
Bu suçu işlemenin cezası ise bir yıla kadar hapis, ayrıca 45 bin Euro’ya kadar da para cezasını içermekte. Bu tartışmalı girişimin zamanlaması ve nedeni ise Sarkozy’nin adeta açık açık önümüzdeki başkanlık seçimlerinde 500 bin Ermeni kökenli Fransız vatandaşının oyunu almak istemesiyle açıklanabilir. Sarkozy’nin bu girişimi tıpkı 2001 yılında Fransız Parlamentosu’nun 1915 Ermeni katliamlarını soykırım sayma kararı ve 2006 yılında Meclis’in ilk defa Ermeni soykırımının inkârını suç sayma girişimi gibi seçim öncesi gündeme getirilen politikaların bir benzeri olarak algılanabilir. 2006 yılında Fransız Senatosu bu yasaya onay vermediğinden soykırım inkârı bir suç haline gelmedi.
Ulusal Meclis’in bu hareketi aşikâr nedenlerle Türkiye’de düşmanca ve kışkırtmaya yönelik bir girişim olarak yorumlandı. Bugüne kadar 1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak nitelemeyi reddetmiş olan Türk hükümeti hemen reaksiyon göstererek Fransa’yı bu girişimde devam ettiği takdirde oluşabilecek olumsuz ekonomik sonuçlar konusunda uyardı, büyükelçisini ülkeye geri çağırdı ve hükümetler arası ekonomik ilişkileri askıya aldı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan da Sarkozy’nin partisinin başlattığı bu hareketi kınayarak, Türkiye ile uğraşmak yerine, 1950’lerde birçok Cezayirlinin ölmesine sebep olan taktiklerinin soykırım sayılıp sayılmayacağı konusunda Fransızları düşünmeye çağırdı.
Fransa-Türkiye ilişkilerindeki bu kötüye doğru gidişin gündeme getirdiği birçok konu var. Bunlardan belki de en önemlisi, henüz doğruluğu konusunda toplumsal bir görüş birliğine varılmamış tarihî bir olay hakkında görüş bildirmenin bir suç olarak tanımlanması. Soykırım ya da Holocaust’un inkârı bu olaylardan sağ kurtulanlar ya da hayatlarını kaybedenlerin, onların ailelerinin ve de bu tür bir yanlışın kurbanlarıyla özdeşleşenlerin acısından çok acı ve üzüntü verici olduğu kesin. Yine de bu toplulukların hassasiyetlerinin ceza kanunuyla korunması hem ifade özgürlüğü ile bağdaşmaması nedeniyle hem de üzerinde ciddi tartışmaların halen devam etmekte olduğu bir tarihsel olayın araştırılmasını sansürlemek anlamına geldiğinden kabul edilebilir bir yaklaşım değil. Ayrıca 1915 olaylarının tarihsel gerçekliği yeteri kadar açık olduğundan ancak aşırı milliyetçi gruplar tarafından inkâr edilebilir. Bu nedenle de toplumsal baskı bu tür bir inkârı engellemeye yeterli olmalı gibi gözüküyor. 1915 olaylarının inkârını suç sayma girişimi ise hukukî açıdan da özellikle talihsiz bir durum. Çünkü tüm olaylar kabul edilebilir bir ölçüde ortaya konulabilse bile, bu olayların soykırım suçu ile ilişkilendirilmesi belirsiz olduğundan hukukî açıdan sorunlu.
Politik olarak da, Türki-ye’nin henüz 1915 olaylarını ‘soykırım’ olarak tanımlamaya istekli olmadığı bir durumda, 1915’in inkârını bir suç olarak kabul etmek uzun zamandır aranmakta olan çözüme değil, daha fazla gerginliğe yol açacaktır. Bu olayların trajik karakteri ve Osmanlı’nın bu yanlışını kınamaya yönelik isteğinin kabulüne rağmen, Türkiye’de bu dönemin niteliğine dair sorgulama halen devam etmekte ve hem Türk hükümeti hem de Türk toplumu ‘soykırım’ terimini bu olaylara yakıştırma konusunda çok istekli değil. Ermeni diasporasının uzun zamandır dünyadaki önemli ülkelerin 1915’te olanların soykırım olduğunu kabul etmeleri için uğraştığı ve yaklaşık 25 ülkenin bunu kabul ettiği biliniyor. Soykırım varlığını kabul edenlerden bazıları ise bölgesel yönetimler veya kent yönetimleri.
‘SOYKIRIM’IN HUKUKİ ÇERÇEVESİ
Soykırım söylemi hem çetrefilli hem de çok katmanlı bir söylem. Her şeyden önce uluslararası hukukta suç sayılan soykırımı, tarihsel olayların politik değerlendirmelerinden ayırmalıyız. Bu tür bir politik değerlendirmeyi daha detaylı olarak ele almak gerekmekte. Çünkü etnik ya da dinî bir grubun kasıtlı bir şekilde yok edilmesi anlamına gelen soykırımın çok açık ve farklı bir tanımı var. Böyle bir siyasi değerlendirmenin düşmanca, bir azınlığın sistematik bir biçimde yok edilmesi anlamına gelen ‘soykırıma yönelik’ olaylardan ve bu olayların ahlaki olarak kınanmasından farklı algılanması gerektiği gibi, son zamanlarda Bosna’da gördüğümüz biçimde ‘etnik temizlik’ olarak tanımlanan olaylardan ve de 1994’te Ruanda’yı temelinden sarsan ve yasal olarak ‘soykırım’ olarak ilan edilmiş olaylardan da farklı değerlendirilmesi gerekmektedir.
Yasal olarak baktığımızda 1915’te olanları soykırım olarak nitelemek zor. Her şeyden önce, soykırım kelimesini 1943’te Rafael Lemkin ilk defa kullanana kadar böyle bir kavram mevcut değildi. Soykırımın suç olarak tanımlanması ise 1951’de soykırım sözleşmesinin yürürlüğe girmesiyle hukukî bir anlam kazandı. Bunun da ötesinde İkinci Dünya Savaşı sonunda Nürnberg mahkemelerinde hayatta kalan Alman Nazi liderleri soykırım suçundan değil, soykırıma yönelik davranışlarıyla ilişkili olarak ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlardan’ hüküm giydiler. Eğer Nürnberg mahkemelerinde Holocaust ayrı bir suç olarak görülmediyse, o zaman Ermeni trajedisini soykırım olarak görmek akla yatkın olmaktan daha da uzak. BM’nin bu konuda uzman organı olan Uluslararası Hukuk Komisyonu, Nürnberg mahkemelerinde neler olduğunu kelimelere döktüğünde, açıkça geçmişi kapsamayı yasaklayan Roma hukukunun “kanunsuz suç ve ceza olmaz” (nulla crimen sine lege) prensibinden hareket etti.
Bununla birlikte, eğer 1915’te olanlar Soykırım Sözleşmesi’nin yürürlüğe girmesinden sonraki herhangi bir dönemde gerçekleşseydi, soykırım olarak kabul edilirdi gibi gözüküyor. Ayrıca Uluslararası Adalet Divanı, Bosnalıların soykırım iddialarını incelerken (Srebrenica’da 1995 yılında gerçekleşen binlerce Bosnalı erkeğin öldürüldüğü korkunç katliam dışında), Sırp hükümet liderlerinin soykırım suçunu işleme niyetlerini kanıtlamak için ancak yazılı ya da dokümanlara geçmiş kanıtlar arayarak soykırım suçunun ispatı konusunda oldukça yüksek bir standart kullandı. Bu tür bir kanıt 1990’ların Bosna olayları bağlamında zor bulunuyorsa, neredeyse bir yüzyıl önceyle ilgili Ermeni iddiaları için bulunması neredeyse imkânsız. Eğer bu düşünce biçimi kabul edilirse, bundan iki önemli sonuç çıkarabiliriz: Konunun tartışılmasında bir sona varabilmek için siyasi bir alan yaratılabilir. Bu alanda Türkiye 1915’te olanlar şimdi olsaydı soykırım sayılacağını resmî olarak kabul edebilir.
Ermeni tarafı da 1915’te olanların o dönemde soykırım olarak tanımlanamayacağını, ancak bu olaylar şimdi gerçekleşselerdi olayların boyutlarının ve niteliklerinin bir soykırıma işaret edeceğini kabul edebilir. Bu tür bir yaklaşımın kabulü her iki tarafa ortak faydalar getirebilir. Yıllardır devam eden bir çatışma ve tartışmanın nihayet sonuna ulaşılabilir. Böylesi bir yaklaşım Ermenilerin mağduriyetlerini siyasi ve ahlaki bir bakış açısından soykırım olarak görmelerine izin verirken, Türkiye de Ermenilerin tazminat ve kaybedilmiş mülklerinin yeniden verilmesi gibi yasal sonuçlardan korkmadan bu tür bir tavizde bulunabilir. Türkiye, iyi niyetini ve pişmanlığını Ankara’da büyük bir Ermeni Tarihi ve Kültürü Müzesi açılması için fon yaratmak ve 24 Nisan gününü ‘Ermenileri anma günü’ olarak kabul etmek gibi davranışlarla daha da yapıcı bir platforma taşıyabilir.
Elbette bu tür bir yaklaşım, ancak iyi niyet ve iki halk arasında olumlu ilişkilere yönelik bir arayış varsa mümkün olabilir. İki tarafta da aşırı uçlarda yer alanlar bu tür bir uzlaşmaya karşı çıkacaklardır. Tahminen Ermenilerin ve Türklerin çoğunluğunda bu uzlaşma tam bir tatmin yaratmayabilir. Fakat bu, en azından iki halk için de daha insaniyetli bir geleceğin önünü açacaktır. Özellikle 2015 yılı yaklaşmakta iken ve Ermeni diasporasının yüzüncü yıl anma aktivitelerinin önem kazandığı bugünlerde Türkiye’nin böyle bir adım atması henüz daha zaman varken olumsuz bir uluslararası kamuoyu oluşturulmasına engel olabilir.
* Prof., Princeton Üniversitesi, Uluslararası Hukuk Bölümü ** Prof., Santa Barbara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi

Yorumlar kapatıldı.