İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Soykırımı inkâr yasası

Taner Akçam /  takcam@clarku.edu /Taraf  
Bilindiği gibi, Avrupa’nın hemen tamamında “Holocaustu inkar etmek” bir suçtur. Bu konuda iki farklı hukuki yaklaşım vardır. Bir grup ülke sadece Holocaust inkarını suç sayan kanunlara sahiptir. Bir diğer grup ülkede ise, böyle özel bir kanun yoktur. Ama “soykırımı inkar” nefret suçları kapsamında ele alınır ve cezai kovuşturmaya uğrar.Her iki farklı yaklaşımın ortak paydası, “ırkçılık ve nefret söyleminin yasaklanması” meselesidir. 2001 yılından beri, konuya ilişkin yasalarının bir birinden çok farklı olması nedeniyle, yasalar arasında nasıl bir birlik yaratılabilir sorusu Avrupa’nın gündemindedir. Cevabı aranan soruları şöyle özetlemek mümkündür: a) Holocaustu inkar suçu, genel olarak soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarını da kapsayacak biçimde nasıl genişletilebilir? b) Soykırım özelinde, “soykırımı inkar” biçiminde yeni bir suç kategorisi tanımlamak gerekmez mi? c) eğer böyle bir suç kategorisi yaratılacak ise, bu suçun kapsam ve boyutu ne olmalı ve mevcut farklı ceza kanunları arasında birlik nasıl sağlanmalıdır?  2008 yılında Avrupa Birliği konuya ilişkin bir çerçeve kararı aldı. Bu kararla birlikte, soykırımı inkarı suç sayma konusunda AB hukuk sistemi yeni bir zemine doğru kaymaya başladı. Konumuz açısından bu çerçeve karara yakından bakmakta fayda var. Kararın amacı, “ceza hukuku yoluyla, ırkçı ve dışlayıcı söz ve ifadelerin değişik biçimleriyle mücadele etmek” olarak tanımlanır. Birinci maddede, üye ülkelerin aşağıda sayılan kasti eylemleri cezai müeyyide ile sınırlandırmaları istenir: “ırk, renk, din, kök, ulus veya etnik bir gruba ya da onların mensuplarına karşı alenen şiddet veya nefreti tahrik etmek”. Çerçeve kararda, bu eylemlerin “kitap, resim veya benzeri materyallerle açık neşri ve dağıtımının” da suç kapsamında değerlendirilmesi gerektiği söylenir. Ayrıca, açık olarak “Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi Statüsü veya 8 Ağustos 1945 Londra Antlaşmasına eklenmiş Uluslararası Askeri Mahkeme Sözleşmesi tarafından tanımlanmış, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarına aleni göz yummak, inkar etmek veya önemini küçümsemek” suçlarını yasaklanması gereken suçlar kapsamında sayar.  (Lütfen bu çok önemli makaleyi de Baskın Oran’ın “Soykırım: Hukuki Terim mi Cins isim mi?” başlıklı makalesiyle karşılaştırın. HYETERT) 

*****************
SOYKIRIMI İNKAR YASASI ÜZERİNE
Taner Akçam
Galiba akıntıya karşı yüzmek zorundayım. Fransa’nın soykırımı inkar kanunu, liberal çevreleri de kapsayan ulusal bir birlik havası yaratmışa benziyor. “İç işlerimize karışma”; “kendi pisliğinle uğraş”; “iki yüzlülük ve çifte standart”; “kasti ve basit politik hesaplar için gündeme getirilmiş bir yasa” gibi argümanlar en çok duyulanlar arasında. Elbette bu tür bir tartışma düzeyine, “ne yapalım, dinsizin hakkından ancak imansız gelir” veciz sözü ile cevap verilebilir. Yani aynı söylem düzeyinde kalınır, “kötü ve öcü öteki” olduğundan kuşku duyulmayan Fransa ile Türkiye arasında kıyaslamalar yapılır, aslında bu iki ülke arasında zihniyet açısından pek bir fark olmadığı –Fransa’ya biraz haksızlık yapmak pahasına– ileri sürülebilir. “Kendi yediği haltlarla uğraşmayıp, çıkar amacıyla ötekinin yediği haltların üstüne gitmek” olarak özetlenebilecek, bu “çifte standart” argümanının, Türkiye’de son derece fazla alıcısı olduğunu biliyorum. Sonuçta, ulus devletlerin, tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren, kendi pisliklerinin üstünü örtme ve ama ötekinin pisliğinin üstüne gitme uzmanı oldukları konusunda, sömürgecilik tarihi de devreye sokularak yüzlerce ve binlerce örnek verilebilir. Kabul etmem gerekir ki, bu “pis–emperyalist Batı” ve “biz mazlumlar” edebiyatının Türkiye’de müşterisi çok ve bunun üstüne bir de sıkı “iç dinamik” ve “bizim kendi gücümüz” analizi eklersem, bu da işin kaymağı olur ki ortaya “yeme de yanında yat” durumu çıkar.
Acaba okuyucuyu, en yakın dostlarımı da sardığını gördüğüm yukardaki atmosferin dışına çıkartabilir miyim? “Soykırımı inkar” yasasının özel olarak “bize”, Türkiye’ye yönelik, politik amaçlarla gündeme getirildiği katı inancını biraz olsun yumuşatmam mümkün mü?
Zannetmiyorum; ama gene de denemek ve Fransa’nın son girişimine, Avrupa’nın kendi iç tarihi açısından bakmak ve sizleri hezeyanlardan uzak bir başka tartışmaya davet etmek isterim. Bugün Avrupa, Soykırım, İnsanlık Suçu ve Savaş Suçları olarak tanımlanan büyük kitlesel katliamların inkar edilmesinin önüne nasıl geçilmesi gerektiği konusunda ciddi bir arayış içindedir. Fransa’nın getirdiği yasa 2001’den beri devam etmekte olan bu arayışın ürünüdür.
Bilindiği gibi, Avrupa’nın hemen tamamında “Holocaustu inkar etmek” bir suçtur. Bu konuda iki farklı hukuki yaklaşım vardır. Bir grup ülke sadece Holocaust inkarını suç sayan kanunlara sahiptir. Bir diğer grup ülkede ise, böyle özel bir kanun yoktur. Ama “soykırımı inkar” nefret suçları kapsamında ele alınır ve cezai kovuşturmaya uğrar.
Her iki farklı yaklaşımın ortak paydası, “ırkçılık ve nefret söyleminin yasaklanması” meselesidir. 2001 yılından beri, konuya ilişkin yasalarının bir birinden çok farklı olması nedeniyle, yasalar arasında nasıl bir birlik yaratılabilir sorusu Avrupa’nın gündemindedir. Cevabı aranan soruları şöyle özetlemek mümkündür: a) Holocaustu inkar suçu, genel olarak soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarını da kapsayacak biçimde nasıl genişletilebilir? b) Soykırım özelinde, “soykırımı inkar” biçiminde yeni bir suç kategorisi tanımlamak gerekmez mi? c) eğer böyle bir suç kategorisi yaratılacak ise, bu suçun kapsam ve boyutu ne olmalı ve mevcut farklı ceza kanunları arasında birlik nasıl sağlanmalıdır?
2008 yılında Avrupa Birliği konuya ilişkin bir çerçeve kararı aldı. Bu kararla birlikte, soykırımı inkarı suç sayma konusunda AB hukuk sistemi yeni bir zemine doğru kaymaya başladı. Konumuz açısından bu çerçeve karara yakından bakmakta fayda var. Kararın amacı, “ceza hukuku yoluyla, ırkçı ve dışlayıcı söz ve ifadelerin değişik biçimleriyle mücadele etmek” olarak tanımlanır. Birinci maddede, üye ülkelerin aşağıda sayılan kasti eylemleri cezai müeyyide ile sınırlandırmaları istenir: “ırk, renk, din, kök, ulus veya etnik bir gruba ya da onların mensuplarına karşı alenen şiddet veya nefreti tahrik etmek”. Çerçeve kararda, bu eylemlerin “kitap, resim veya benzeri materyallerle açık neşri ve dağıtımının” da suç kapsamında değerlendirilmesi gerektiği söylenir. Ayrıca, açık olarak “Uluslararası Ceza Mahkemesi Sözleşmesi Statüsü veya 8 Ağustos 1945 Londra Antlaşmasına eklenmiş Uluslararası Askeri Mahkeme Sözleşmesi tarafından tanımlanmış, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarına aleni göz yummak, inkar etmek veya önemini küçümsemek” suçlarını yasaklanması gereken suçlar kapsamında sayar.
Çerçeve kararın altını çizdiği iki önemli husus daha vardır; birincisi, üye ülkelerden, sadece kamu düzenini açıktan tehdit eden veya belli gruplara karşı açık tehdit, küfür ve hakaret içeren eylemleri cezalandırmaları istenir. İkincisi yeni kanunların hiç bir biçimde, Avrupa Birliği Çerçeve Antlaşmasının 6. maddesinde ifade edilen düşünce özgürlüklerini sınırlayıcı tarzda gündeme getirilmemesi gerekir. Bu çerçeve kararla birlikte artık, sadece  Holocaust ile sınırlı olan “soykırım inkarı” suçunun kapsamı genişleyecek ve giderek diğer soykırımları da kapsayacaktır. Nasıl ki, başlangıçta yasağın sadece Holocaust ile sınırlı olması bir tesadüf değildi, şimdi Ermeni soykırımıyla genişlemesi de tesadüf değildir.
Bu tartışmada cevabı aranan ilkesel soru şudur: Acaba soykırımı inkar etmek yeni bir suç kategorisi oluşturur mu? Suçlarda genel olarak iki tür ayrım yapılır. Birincisi bir eylem ahlaken suç sayılır; örneğin yalan söylemek veya eşini başkası ile aldatmak vb. yüz kızartıcı suçtur ama bu suçlara yönelik cezai bir müeyyideye gerek yoktur. Bu görüşe göre, soykırımı inkar ahlaken kötü bir davranış olsa bile, bunun ille de cezai suç kategorisi içinde değerlendirilmesi gerekmez. Bir başka suç türü de cezai müeyyidesi olan suçtur. Fransa başta olmak üzere birçok ülke, “soykırımı inkarın” yeni bir cezai suç kategorisi oluşturduğunu ve yasaklanması gerektiğini savunmaktadır. Burada bir üçüncü eğilimden de söz etmek gerekir; bu eğilim, ceza kanunlarında “soykırımı inkar” gibi özel suç kategorisi geliştirilmesine gerek yoktur, der ve ama inkar suçunun, eldeki mevcut nefret suçları kapsamında ele alıp değerlendirmesini savunur. AB’nin son çerçeve kararı ışığında artık soykırımı inkarın, cezai suç olarak tanımlanması gerektiği eğiliminin giderek ağırlık kazanacağından söz edebiliriz.
Çerçeve kararda altı çizilen önemli bir husus, “soykırımı inkar” suçu ile, ilgili ülkenin kamu güvenliği arasındaki ilişkidir. Kamu güvenliği hangi durumlarda tehdit altındadır? Bu konuda iki noktanın altı çizilir: ya kamu güvenliğini tehdit eden bir eylemlilik halinin varlığı, ya da inkar politikaları ile doğrudan hedef seçilmiş bir grubun varlığı ve inkarın bu gruba yönelik kin ve nefret duygularını körükleyen bir biçimde gündeme getirilmesi.
Fransa’da konu tartışılırken, zaten ileri sürülen önemli bir argüman, soykırımı inkarın Fransa kamu güvenliği açısından bir tehdit oluşturduğudur. Bir grup hukukçu, Türk hükümetlerince dolaylı olarak da desteklenen kişi veya kuruluşların Fransa’daki Ermeni soykırım anıtlarına saldırmalarının, Fransız Ermeni vatandaşlarına yönelik kin ve nefret duyguları yayan siyasi eylemlerde bulunmalarının kamu güvenliği açısından tehdit oluşturduğunu savunmaktadır. Konuya bu açından yaklaştığınızda, Almanya’da, Holocaust’u inkar eden Neo Nazilerin, Türklere yönelik saldırı ve eylemleri ile Ermeni soykırımını inkar eden Türk Hükümetinin, bazen doğrudan ajanlarını da yollayarak, Ermenilere ve onların anıtlarına yönelik saldırıları arasında bir bağ kurmanın çok yabana atılır bir düşünce olmadığını görmemiz gerekir.
Şüphesiz buna katılmayabilir ve 1915’e ilişkin karşı karşıya olduğumuz problemlerin niteliği nedeniyle, inkarın hala düşünce özgürlüğü çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini savunabilirsiniz. Ama en azından lüzumsuz çığırtkanlık yapmak yerine, “ırkçılık ve nefret suçu” kapsamında ele alınan, soykırım, insanlık suçu ve savaş suçlarının inkarının nasıl engellenmesi gerekti konusunun ciddi bir sorun olduğunu kabul etmeniz gerekir.
Son bir nokta da, dışardan Türkiye’ye baskının, Türkiye’de olumsuz sonuçlar yarattığı meselesidir. Dış baskı nedeniyle ortamın sertleştiği ve sorunun çözülme ihtimali olsa bile, ortadan kalktığı savunuluyor. Gerçekten de AKP’nin Fransa’ya yönelik gösterdiği tepkilerden sonra, “tükürdüğünü yalaması” zor. Ama burada görülmesi gereken basit gerçekler şunlardır: a) AKP’nin, Ermeni Soykırımı konusunda, dış baskıya kızdığı için vazgeçip devre dışı bıraktığı bir çözüme sahip olduğunu düşünmek saflıktır; böyle bir çözüme sahip olan bu baskıyı, kendi çözüm planı doğrultusunda kullanır, histerik saldırıya geçmez; b) Türkiye 1915’i, dışardan hatırlatma olmadan maalesef gündemine zor alır; c) Türkiye, 100 yıldır sorunu “kulağının üstüne yatma” politikası izleyerek ve onu bunu tehdit ederek aşmaya çalışmaktadır. 2015 için de düşündüğü, oyalama, “mış gibi yaparak” bu yılı en az zarar ile atlatma stratejisidir. Dış baskılardan rahatsız olmasının, kendisine 1915’i hatırlatanlardan nefret etmesinin nedeni budur.
Meseleyi anlamak için, Türkiye’nin 1915’i inkar politikalarını, Güney Afrika Irkçı rejimi ile kıyaslamanız gerekir. Nasıl ki, ırk farkı temeline oturmuş bu rejim kurumlarıyla bir sistem, ve bir zihniyet ise; soykırımı inkar da böyledir. Türkiye, 1915’i inkar ederek, esas olarak 1915’i yaratan kurumları, ilişki ve zihniyet dünyasını yeniden üretmektedir. Bu sadece soykırımı mümkün kılmış bir rejimi, kurum ve zihniyetiyle savunmak ile sınırlı değildir. Bunun da ötesinde, hem yurt içinde hem yurt dışında, bu duruma muhalefet edenlere yönelik saldırgan bir siyasetin sürdürülmesi anlamına gelir. Hrant Dink’in gerçek katilleri bu nedenle bulunmuyor. Avrupa’da, Ermenilere ve anıtlarına yönelik saldırılar bunu için düzenleniyor. Amerika’da, bana ve diğer aydınlara karşı sistemli kin ve nefret kampanyaları bu nedenle organize ediliyor.
Görülmesi gereken basit gerçek, AB’nin, “ırkçılık ve nefret suçları” kapsamında soykırımları, insanlık suçlarını ve savaş suçlarını inkarın nasıl engelleneceği gibi ciddi hukuki ve siyasi bir sorunu önüne aldığıdır. Ve bu suçları inkar ile mücadele edilmesi gerektiği inancı giderek artmaktadır. Nasıl ki vaktiyle, işkence suçu diye bir suç yoktu ve yaratıldı ise, savaş suçu diye bir suç yoktu ve yaratıldı ise; şimdi de “soykırımı inkar suçu” diye bir suç kategorisi ortaya çıkmaktadır. Ve sorun bu suçun hangi kapsamda ele alınması ve hangi araçlarla savaşılması gerektiği ile ilgilidir.
Bu nedenle, Türkiye soykırımı inkarı kurum, ilişki ve zihniyet dünyası ile sürdürmeye devam ettiği müddetçe dış baskılara maruz kalır. Bu anlamda, Libya ve Suriye’nin başına gelenler, soykırımı inkar kapsamında –baskının içeriği değişik olsa da– Türkiye’nin de başına gelir. Birilerinin, “kötü niyet” nedeniyle –Fransa’nın seçim hesabı; yükselen Türkiye’nin önünün kesilmek istenmesi vb.– bu durumu kullanmak isteyeceklerinden de şüphe yoktur. Ama hangi durumda böyle olmamış ki? Şimdi hepimizin, insanlığın büyük kazanımı olarak gördüğü, başımız sıkışınca başvurduğumuz uluslararası hukuk kurumlarının temelinin “Emperyalist Batı” tarafından atıldığını bilmiyor muyuz? Savaş suçlarının sınırlandırılmasına ilişkin ilk antlaşmalar yapıldığında, bu “emperyalist” devletlerin, kendi sömürgelerinde işledikleri savaş suçlarını, bu antlaşmaların kapsamı dışında bıraktıklarını bilmiyor muyuz?
Özetle, Türkiye, 1915 konusundaki dış baskılara hezeyan dolu tepkiler vermek yerine, “evini düzeltmek” zorundadır. Liberal, ilerici, demokrat çevrelerin ise, Hükümet önderliğinde oluşturulan “ulusal cephe” korosuna katılmak yerine, bu inkar rejiminin nasıl çözüleceği konusunda kafa yormalarında fayda vardır. Soykırımı inkar, sadece tarihe ilişkin değil, bugüne ilişkin de sonuçları olan ciddi bir suçtur. Hrant Dink davası bunu yeteri kadar kanıtlamıyor mu? Bu suça karşı çapı küçük de olsa ciddi bir muhalefet oluștu. Şimdi doğru olan, bu muhalefetin, mevcut dış muhalefet ile birlikte nasıl ortak hareket edebileceği konusunda kafa yorması değil midir? Ama bunun için liberal çevrelerde bile bir öcü olarak görülen ve bir küfür olarak kullanılan “Ermeni diyasporası” anlayışının kökten değişmesi gerekir. Bu çerçevede, “1915’in, sorunun kaynağı olan Türkiye’ye geri getirilmesi gerekir” tarzında düşünen dostlarımın son derece yanıldıklarını söylemek isterim. Soykırımları inkar ve inkarcılarla mücadele, ne sadece onların ne de Ermeni diyasporasının ișidir. Soykırım, İnsanlık Suçu ve Savaş Suçlarını inkarla mücadele tüm insanlığın ortak sorunudur.

Yorumlar kapatıldı.