İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Suçun ve özrün sonsuzluğu

Talin Suciyan / Azadalik
Öncelikle özür dilemek, olanı olmamış yapmaz. Yani hiç kimse özür diledi, pişmanlık ifade etti diye suçtan kurtulmaz, arınmaz. Hele ki söz konusu olan, soykırım gibi planlı, örgütlü bir insan topluluğunu yok etmeyi amaçlamış ve amacına ulaşmış suçlarsa… Özür, bir durumun geri döndürülememesinden duyulan nedamet ve bundan doğan sorumlulukla ilgilidir. Yani özür dileyen aslında, sonsuz bir yola çıkar, çünkü felaket sonsuzdur. İster Dersimlilerden, ister Ermenilerden, ister Süryanilerden, ister Rumlardan, ister sistematik işkence kurbanlarından, ister Alevilerden, ister Kürtlerden, kimden isterseniz özür dileyin; usulünce dilenmiş özür bir son değil, inkârın toplumda ve devlette yeniden kök salmasını engellemek için çıkılan sonsuz bir yolun başlangıcıdır ancak. Çünkü Türkiye, bir daha asla 1915 öncesindeki topluma sahip olmayacaktır.

**************
Aydınlar, Ermeni diyasporasına sahip çıkabildiği oranda yöneticilere özür dilemenin anlamını öğretebilir.
TALİN Suciyan
Geçen hafta Başbakan Erdoğan’ın Dersim ile ilgili sözleri anaakım medyada son derece olumlu karşılanırken, haftasonuna doğru daha eleştirel yaklaşımları içeren yazılar da okuyabildik. Ayşe Hür’ün ve Prof. Taner Akçam’ın Taraf Gazetesi’nde yayımlanan yazıları, özellikle Başbakan için ‘özür literatürüne giriş’ niteliğindeydi. Her iki yazıyla da ilgili tartışılacak noktalar elbette ki var, ancak bu yazının amacı farklı.
Öncelikle özür dilemek, olanı olmamış yapmaz. Yani hiç kimse özür diledi, pişmanlık ifade etti diye suçtan kurtulmaz, arınmaz. Hele ki söz konusu olan, soykırım gibi planlı, örgütlü bir insan topluluğunu yok etmeyi amaçlamış ve amacına ulaşmış suçlarsa… Özür, bir durumun geri döndürülememesinden duyulan nedamet ve bundan doğan sorumlulukla ilgilidir. Yani özür dileyen aslında, sonsuz bir yola çıkar, çünkü felaket sonsuzdur. İster Dersimlilerden, ister Ermenilerden, ister Süryanilerden, ister Rumlardan, ister sistematik işkence kurbanlarından, ister Alevilerden, ister Kürtlerden, kimden isterseniz özür dileyin; usulünce dilenmiş özür bir son değil, inkârın toplumda ve devlette yeniden kök salmasını engellemek için çıkılan sonsuz bir yolun başlangıcıdır ancak. Çünkü Türkiye, bir daha asla 1915 öncesindeki topluma sahip olmayacaktır. Almanya’nın bir daha asla Holokost’un yaşanmadığı bir Almanya olamayacağı gibi… Çünkü Almanya’nın ve Yahudilerin katledildiği, bugün Almanya dışında kalan her yerin her karışında Yahudilerin emeği ve canı vardır. Türkiye’nin her karışında 1915’te katledilen Ermenilerin, Süryanilerin emeği ve canı olduğu gibi… Özür, bu sonsuz felaketin geri döndürülemezliğinin bilincinde olmakla ilgilidir ve bu yüzden de sonsuz bir yolun başlangıcıdır. Yoksa iki kelimeyle, muhalefetle kavga ederken araya sıkıştırılan şey özür olmaz, Taner Akçam’ın dediği gibi ayıp olur!
Türkiye’de böyle suçlar söz konusu olduğunda hep inkâr mekanizması devreye girmiştir. Onun için Erdoğan’ın sarfettiği iki kelime ‘önemli bir adım’, ‘bir dönüm noktası’, ‘bundan önce benzeri görülmemiş bir adım’ olarak görülür. Bunları düşünenlerin ya da söyleyenlerin gözden kaçırdığı ise bu tezahüratın bilfiil kendisinin, inkârın ne kadar derin biçimde kurumsallaşmış ve normalleşmiş olduğunu kanıtladığıdır. Yıldırım Türker’in ‘O Yüzler Hâlâ Gülüyor’ başlıklı yazısı, aslında bu zulmü hatırlatır; çünkü inkâr zulümdür. Sorumluluğun inkârı, mağdurların sürekli olarak mağduriyetlerinin katlanması demektir. Ermeni diyasporası bu yüzden Kılıçdaroğlu’nun aklına gelmiştir, çünkü aslında hem Kılıçdaroğlu’nun hem de Erdoğan’ın ‘zihin haritasına’ kazınmış bir inkâr suçu vardır ki bu inkâr, her ikisinin de içinden geldiği ortak tarihtir. O yüzden Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın Dersim ile ilgili sözleri üzerine, “Bu ülkenin başbakanının zihin haritası, Ermeni diyasporasının zihin haritasıyla aynıdır” diyerek en hassas noktaya dokunmuştur ve bu hassasiyet, Başbakan’da hiç zaman kaybetmeden “Beni Ermeni diyasporasına benzetenin alnını karışlarım” şeklinde karşılığını bulmuştur.
Geçmiş aslında hiç geçmemiş
Bugün hâlâ bütün Anadolu’da gizli saklı da olsa Ermenilerin yaşıyor olması, bize tarihsel olarak bir şeyi anlatıyor. Ermeniler, soykırımdan (eğer soykırım, hep yapıldığı gibi iki tarih arasına sıkıştırılabilecek bir şeyse) sonra da şu ya da bu şekilde yaşadıkları yerlerde kalmaya devam etmeye çalıştı. Örneğin, 1965 nüfus sayımına göre anadili Ermenice olanlar, Kastamonu’da 849, Bolu’da 488, Hatay’da 376, Sinop’ta 228, Sivas’ta 217, Amasya’da 216, Malatya’da 148, Diyarbakır’da 132, Yozgat’ta 118 [1] kişiydi. Bugün ise buralarda neredeyse hiç Ermeni yok. Ne Başbakan ne de Kılıçdaroğlu, Ermenilerin bu şehirlerden neden İstanbul’a gelmek zorunda kaldıkları sorusunu sorma gereği duymuştur. Çünkü Cumhuriyet’in Anadolu’da tek tük kalmış Ermenilerin yakasını bırakmamış olmasından daha doğal birşey olamaz onlara göre. Binbir türlü baskıyla, tehditle, iskân politikasıyla, ölülerinin üzerinde hayatlarını devam ettirmeye çalışan insanların yersiz yurtsuzlaştırılmaya devam etmesiyle, bugün İstanbul’da oluşmuş Ermeni toplumu, bal gibi diyasporadır; Cumhuriyet’in inkâr politikasının yarattığı diyaspora!*
Bütün bunlar bir yana, bir hakaret, bir küfür olarak kullanılmaya devam eden ‘Ermeni diyasporası’na sahip çıkmak, koskoca ülkede yine Ermenilere kaldı. Çünkü Ermeni diyasporası, sadece Kılıçdaroğlu ile Erdoğan’ın zihin haritasında kırmızıyla işaretli değil, bütün bir toplumun ve onun aydınlarının nezdinde de kırmızıyla işaretli. Hak arayan Ermeniler, ‘suçludur, milliyetçidir, kin ve nefretle doludur’. Kılıçdaroğlu ve Erdoğan, toplumun geniş kesimlerini de temsil eder. Bu ülkenin aydınları, Ermeni diyasporasına ve onların hak taleplerine sahip çıkabildiği oranda, kendilerini yönetenlere özür dilemenin anlamını öğretebilir. Çünkü unutmamak gerekir ki inkârı tek sahiplenen devlet değil, yüzyıla yakın zamandır toplumun geniş kesimleri ve aydınlarıdır. Hak talep edenlerin hangi duygulara sahip oldukları değil, hak taleplerinin meşruluğudur önemli olan. Aradan geçen zaman hiçbir şeyi değiştirmez, çünkü gördüğümüz gibi, olanların üzerinden 73 ve 96 yıl geçmişken, geçmiş aslında hiç geçmemiştir.
[1] Peter Alford Andrews ve Rüdiger Benninghaus, Ethnic Groups in Republic of Turkey .Wiesbaden 1989
* İtiraz eden seslere ek: Diyaspora olmak durumu insanın yaşadığı devletin sınırları dışında olması değil, köklerinden zorla sökülmüş olmasıdır. Kendine memleket bildiği yerden başka bir yerde yaşamaya mecbur edilmiş insan diyasporadadır. Hagop Mntsuri’nin, Türkçe’ye de çevrilmiş (Silva Kuyumciyan tarafından) “İstanbul Anıları” kitabında, İstanbul’da rehin olduğunu yazması tam da bununla ilgidir. Ayrıca, devletlerin sınırları diyasporayı tanımlamak için tek kriter olamaz, çünkü sonuç olarak, devletin sınırları değişip durur. Herhalde Hatay örneği bunu açıklamaya yeter.
http://azadalik.wordpress.com/2011/12/03/sucun-ve-ozrun-sonsuzlugu/

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetayV3&Date=06.12.2011&ArticleID=1071633&CategoryID=132

Yorumlar kapatıldı.