İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Emir Bedirhan’ın Cizre-Bothan Direnişini Doğru Okumak -1-2-3-4

Sait Çetinoğlu
60’lı  yılların öğrenci liderlerinden Ahmet Kardam’ın, dedesi Emir Bedirhan’ın direniş yıllarına ilişkin incelemesiyle üzerinde birçok spekülasyonun dolaştığı dönemin üzerindeki sis perdesinin geniş arşiv belgelerine de dayanarak açılmasına ve aydınlatılmasına önayak olarak, Emir Bedirhan Olayını gerçek ve hak ettiği yere oturtmak istediğini söyleyebiliriz[1].

Kardam, Bedirhan direnişi hakkındaki ön kabullerden uzak,  öncelikle dönemin ayrıntılı bir tarihsel portresini çizerek Bedirhan’ın direnişini bu perspektif altında inceler. 19. yüzyıl Osmanlı İmpara­torluğunun arka fonu üzerine yerleştirerek aktarmaya çalıştım. Bunu yaparken, Bedirhan Bey’in Kürt tarihindeki yerini, direniş ve isyanının hedefini aydınlatmaya çalıştım. Bu konuda iki zıt görüş vardı. Birincisi, Bedirhan Bey’in “bağımsız bir Kürdistan” hedefiy­le hareket ettiğini; ikincisi ise, böyle bir hedefinin olmadığını, dire­niş ve isyanının “feodal bir Kürt beyinin Tanzimat’a karşı başkal­dırısı” olduğunu iddia ediyordu.
Çalışmaya başlarken, bu iki görüşten hangisinin doğru olduğu konusunda herhangi bir önyargım yoktu. Diyerek önkabullerden uzak incelemesini sürdürdüğünü ifade eder.
Bizde bu yazıda Bedirhani Hareketini incelerken tarihsel arka planı ile birlikte bir başka Kürt hareketi Şeyh Ubeydullah Hareketi ile birlikte ele almanın daha açıklayıcı olduğunu düşünüyoruz.  Burada bir başka önemli konuya da peşinen işaret etmemiz gerekir ki . Gerek bu dönem içinde ve öncesinde Kürtlerde farklılık düşüncesini geliştirmeye çabalayanlar (bunlardan öne çıkanları  Bidlis Emiri Şeref Han ve  tasavvur şairi Ahmed-i Hani’yi sayabiliriz) olmakla birlikte ulusal bilicin var olduğunu söylemek zorlamadır ve yanıltıcıdır. 
Bedirhan Hareketine Kürtlerin hassasiyeti fazladır. Bu Bedirhan Bey’in İsyanı ile birlikte olduğu kadar bu ailenin sürgünü ve aile bireylerinin hayat hikayesi de Kürtlerin hafızalarında oldukça önemli bir yer işgal eder. Bunda oğul Bedirhanilerin 1877 de ikinci isyan teşebbüsleri “1877 Rus-Osmanlı savaşı sonrasında amcalarım Osman Paşa ve Hüseyin Paşa Botan’a geçerek ayaklanma başlattılar. Ancak Sultan Abdülhamid bu başkaldırıyı bastırdı.”[2]Torun Abdurrezzak Bedirhan’ın 1.Savaş sırasında Batı Ermenistan ve Kürdistan’daki faaliyetleri ile aile bireylerinin kültürel faaliyetlerinden en önemlisi Emir Bedirhan’ın oğlu “Mikdat Midhat Bedirhan’ın çıkardığı Kürdistan gazetesinin, Kürt eşrafı tarafından okunduğu ve kültürel milliyetçiliği doğuşunda önemli rol oynadığı”[3] inkar edilemez. Ancak bu Kürt milliyetçiliği genel olarak Osmanlıcı olmayı sürdürür. Kürdistani düşüncenin gelişimi ve bu düşünceyi ifade eden Kürt aydınları, Kürt egemenleri ,  Osmanlıcı ve devletçi çevreden dışlandıkları gibi Mevlanzade Rıfat’ta olduğu gibi bu çevrelerle birlikte 1920’de Kürdistan’ı parçalayıcı güçler tarafından da tehlikeli görülmektedirler.
Bu konuda bir başka önemli nokta da ailenin bu isyan mirasını benimsediği ve sahip çıkmasıdır. Torun Abdurrezzak Kürt beylerine yazdığı mektupta ki sözleri ilginçtir: “Dedem nasıl sizin gerçek komutanınız idiyse, bende aynı esaslarla sizi Osmanlı egemenliği ve esaretinden kurtarmak istiyorum. Çünkü onların komutanlığı haklılığa karşıdır.”[4] Sözleriyle mirası devraldığını ifade ettiğini söylemek yanlış olmaz.
Duyarlılığın bir başka veçhesi ise Bedirhan Bey’in tutuklanarak sürgüne gönderilmesi, Kürdistan’ın ikinci kez fethine denk düşer.
Tarihsel olarak Kürt meselesinin kökenleri Osmanlı İmparatorluğunun dağılma dönemine kadar uzatılır ancak bizce sorunun temeli 1514 tarihli Osmanlı-Kürt ittifakının temelinde yatmaktadır.  Kürt sorunun Osmanlının dağılma döneminde dillendirildiği ve Kürtlerin imparatorluk boyunca belirli derece bir farklılık bilinci geliştirdikleri doğru olmakla birlikte, bir başka önemli nokta  bütünlük içinde yer alırken devletin gücünü yanlarında taşımak istemeleri ittifakı/ilişkinin önemli özelliklerindendir.
Kürt – Osmanlı İttifakının başlangıcı sayılan ve Kürtlerin statüsünün  belirlendiği Amasya antlaşmasının gerekçesi olarak kısaca ve özlü olarak söylenen “Şii yanlısı ayaklanmaların Osmanlılar kadar tehdit altında bıraktığı on altı [Bazılarına göre 23, bazılarına göre 25] Kürt emirliğinden meydana gelen koalisyon, 1514’te Osmanlı idaresiyle ittifak müzakerelerinde bulunup bir anlaşma yaparak özerkliklerini korudular. Bazıları resmen tanınan, bazıları da fiilen özerk olan Kürt yapılanmaları Osmanlı hükümranlığında 19.yüzyıl ortalarına kadar varlıklarını korumayı sürdürdüler.”[5] Sözlerindeki özet yargısının açılması ve açıklanması sorunun anlaşılmasında hayati önem taşımaktadır.
Osmanlının Kürt aşiretlerine bakışını süreç içinde incelediğimizde, devletin uzun bir ta­rihsel süreç içinde özellikle Kürt aşiretlere ilişkin tek bir politikasının oldu­ğunu düşünmek yanıltıcıdır. Bazı bölgelerde devletin tam bir hâkimiyetinin bulunduğu da iddia edilemez. Genel olarak Osmanlı devletinin aşiretlerle pragmatik bir ilişki kurduğu ve değişen siyasal koşullarda bu ilişkinin yeni­den gözden geçirildiği söylenebilir. Öte yandan aşiretleri, devlet karşısında müzakere gücü ya da becerisi olmayan ve sadece silahlı gücüyle kendi yaşam alanını kuran yapılar olarak görmek de doğru değildir. Osmanlı devleti kuru­luşunu izleyen dönemde hâkimiyetini hızla yaygınlaştırabilmek için göçebe aşiretlerin yüksek hareket kabiliyetlerinden ustaca yararlanmış ve toplumsal örgütlenmesini göçebe aşiretlerin sorunlarını çözebilecek biçimde esnetmiştir: Osmanlı devleti, tarihinin erken dönemlerinde bütün göçebeleri yerle­şik köylüler haline getirmeye hiç yeltenmemişti; tersine, hayvancılıkla uğra­şan göçebeleri korumak, göç yollarını düzenlemek, can ve mal güvenliklerini garantiye almak üzere özel kanunlar ve düzenlemeler çıkarılmıştı. Bazı du­rumlarda merkezi hükümet aşiretlerin sorunlarını çözmek üzere gezici bir kadı bile atayabiliyordu.[6]
Kürt aşiretlerinin durumu ise son derece özgündür ve devletin onlara yaklaşımı ayrıntılı olarak ele alınmalıdır:
Osmanlı-Kürt ilişkileri başından beri sorunludur. Bu sorunu Celadet ali Bedirhan Mustafa Kemal’e mektubunda şu sözlerle ifade edilmektedir: “Evet, Kürdistan Meselesi, ne zamanımızda ve ne de selefleriniz zamanında başlamış değildir. Türkiye’de Kürdistan Meselesi, Kürd ümerasının, ilk Osmanlı tarihi ‘heşt beheşt’ müellifi İdris-i bidlisi vasıtasıyla Yavuz Sultan Selim’e Sünni bir hükümdara biat ettikleri günden beri mevcuttur.”[7] Sorunun kaynağındaki hem biat ilişkisi işaret etmektedir. Bizce de biat ilişkisi sorunun kaynaklarından olmakla birlikte , asıl sorun ittifakın temelinin  pragmatik bir ilişkide yeşermesinden kaynaklanmaktadır.
Bu bakımdan bu ilişkinin/ittifakın kurulmasına bakılmasında fayda vardır. İttifak/ilişki Şerefnamede Osmanlı-Kürt ittifakı şöyle nakledilir:
“Emir Şeref öyle birkaç günde Bitlis beyliğine sahip olamaya­cağını ve Kızılbaş milletini oradan çıkartamayacağını anlayınca başka çare düşündü. Bu arada kâinatı fethetmeyi hedefleyen Sul­tan Selim Han, İran’a boyun eğdirmeye karar vermişti. Emir Şe­ref bunu öğrenince, Bitlis medresesinin arifi, müderris Hakîm İdris’e akıl danıştı. Bu şahıs, Hakikat yolunun şampiyonu, fani talihliler safının ilahi lütuf yolunu izleyen ön­deri, dinin temellerinin ve pratik sonuçlarının inşa edildiği ka­nunların müellifi, akli ve nakli ilimleri işleyen Eserlerin (Nüsha­lar) derleyicisi idi. Emir Şeref onun öğüdüne uyarak Osmanlı Kapısının mutlu eşiğine samimi bağlılığının ve sadakatinin gü­vencesini sunmaya karar verdi. Böylece, şerefli Ziyaüddin aile­sinin sadık taraftarlarının en iyisi ve bu yiğit haneye gönülden bağlı hizmetkârların en övülmeye değeri olan Gülhuki’li Muhammed Ağanın açtığı yolu izlemiş oluyordu. Bu projeye yirmi kadar Kürdistan emir ve beyini de dâhil etti ve bağlılık akdini Molla Hâkim İdris ve Muhammed Ağa aracılığıyla Sultan’ın Mutluluk Kapısına sundu. Dostlarının üstüne titreyen ve düş­manlarını yerle bir eden bu hükümdar, Kürdistan emirlerinin ta­lebine uygun olarak, Acemistan (İran) topraklarına egemen ol­mak amacıyla Ermenistan ve Azerbaycan üzerine yürüyüşe geç­ti.[Ermenistan’a yürüme sözüne okuyucunun dikkatini çekmek isterim-SÇ] Çaldıran‘da yapılan savaşta Şah İsmail’i yendi. Bu savaşta Emir Şeref, Kürdistan beylerinin bir bölümüyle birlikte galip sultanın muzaffer üzengisine bağlıydı. Diyarbekir valisi Han Muhammed (Ustaclu) bu savaşta ecel şerbetini için­ce, bu vilayetin yönetimi (iyâleti) Şah’ın divanınca kar­deşi Karahan’a tevcih edilmiş, Bitlis beyliği kardeşi İvaz bey’e, Cezire beyliği de kardeşi Ulaş Bey’e verilmişti. Sultan Selim’in sancağının muhafız alayı Tebriz’den Rum ülkesine (Küçük As­ya) hareket ettiği zaman, Hakîm İdris bu şerefli hükümdara şöy­le bir arzuhal sunmak onurunu kazandı:
Kürdistan emirleri, babadan kalma topraklarının kendileri­ne lütfedilmesini ve aralarından birinin Beylerbeyi olarak tayin edilmesini rica etmek suretiyle dünya hâkiminden ihsan ve iyilik dilenmeye cüret etmektedirler; bu rica kabul edildiği takdirde emirlerin hepsi tam bir ittifakla Karahan üzerine yürü­yüp onu Diyarbekir’den kovabilirler.” Cihan fatihi ona şu yanı­tı gönderdi: “Kürdistan emir ve beyleri aralarından kimi başko­mutan olmaya layık bulurlarsa iktidar ona verilecektir, böylece hepsinin gönüllü olarak boyun eğip emirlerine itaat etmeleri ve Kızılbaşları kovmak ve yok etmek için ellerinden geleni yapma­ları sağlanacaktır”. Hakîm İdris’in yanıtı şu oldu: “Aralarında benzer koşullarda doğal bir dayanışma mevcuttur  ve on­ların hiçbiri diğerlerinin önünde baş öpmez. Bununla birlikte amaçlanan şey Kızılbaş ulusunun birliğini dağılmaya zorlamak ve yığınını parçalamak ise bu planın uygulanmasını, tüm dünya­nın sığınağı olan maiyeti şahanenin hizmetkârlarından birine tevdi etmek gerekecektir; tâ ki Kürt emirleri ona boyun eğsinler ve bu iş çarçabuk başarılsın.
Bıyıklı Çavuş namıyla maruf Çavuşbaşı (1168) Muhammed Ağa, Diyarbekir’e mir-i miran (genel vali) ve Kürdistan ordusu­na serdar (başkomutan) tayin edildi ve o da bu bölgeye egemen olmak için yola çıktı.[8]
Bedirhan Beyin torunu Abdurrezzak Bedirhan da ilişkiyi kısa ama aşağı yukarı aynı kelimelerle açıklar ken tarihsel süreç içinde bu ittifakın sıkıntılarını da vurgularken : “Sultan Selim, Şah İsmail’e karşı savaşa giriştiğinde Şii Kürtler Şah İsmail’i destekledi, Sünni kürtler ise Sultan Selim’in saflarına destek verdi. Botan mirleri de Sünni oldukla­rından dolayı Sultan Selim’in halifeliğini kendilerine bir mer­ci olarak algılayıp mahiyetlerine girmeyi kabul ettiler. Böyle­ce Sultan da onların egemenliğini kabul etmiş olsun.Bu durum Sultan Abdül Mecîd tahta çıkana kadar devam etti. Botan’in mirleri benim dedem olan Bedirhaniler idi.Botan miri olan dedem Bedirhan bey idi. Kendi dönemin­de hemen hemen Kürdistan’in büyük kesimi onun denetimin­de idi. Salmaş, Urmiye Kürtleri bile onun yönetimi altında idi.Onun ünlenmesi ve nüfusunun genişlemesi ile kazandığı prestij Sultan Abdul Mecîd’i rahatsız etti. 1850 yılında Anatolyadaki askeri güçlerini Vezir Osman Paşa komutanlığında Mir Bedirhan’ın üzerine gönderdi.15 bin redif (düzenli-resmi) askeri güçle katıldıkları bu savaşa İstanbul’dan gelenler ise Ömer Paşa komutanlığında iştirak oldular. Büyük katliamın yaşandığı bu savaş sonrasın­da başarılı olan bu zat (Ömer Paşa) -Osmanlı askerlerinin ko­mutanlığına gelmiş oldu.Bu savaştan bir yıl sonra Botan’ın Mirini tutuklayıp İstan­bul’a götürdüler. Sonradan da oradan alıp Krete [Girit] adasına gön­derdiler.”[9]
Sureyya Bedirhan da bu ilişkiyi daha da ayrıntılandırır:
1514’te kudretli Sultan Selim ordusuyla Şii İran’ı hakimiyeti altına almaya ve Şah İsmail’i kontrol etmeye yönelik bir sefere çıktı. İran’a giden yolda ise yan bağımsız güçlü Kürt aşiretleri bulunuyordu. Kürtler bu dini ikilem karşısında zorlukla tarafsız kaldılar. Çünkü ya kendileriyle aynı mezhebe sahip Sünni Türkler ya da Şii İranlılar arasında seçim yapmalıydılar. Kaderlerini ortak mezhebe sahip Türklerin ellerine bıraktılar.Muzaffer Türk sultanı İran seferinden dönüş yolunda Kürt aşiret reisleri tarafından cömertçe ağırlandı. Bir yandan da endişelerine ve bağımsızlıklarına dair sözler verdi. Selim’in yiğitliğinden ve ali­cenaplığından oldukça etkilenen Kürtler politik ve askeri bağlılıklarını bildirdiler.Böylece 1514’te Türkiye ve 23 Kürt devleti arasında bir dostluk ve bağlılık andlaşması yapılması kararlaştırıldı. Bir Kürt olan İdris’in kaleme aldığı andlaşmayı Selim de onayladı ve imzaladı.
Andlaşmanın maddeleri şunlardır:
1 – Andlaşmayı imzalayan tüm Kürt devletleri tam bağımsız ola­caklardır.
2-  İster babadan oğula ister devlet kanunlarıyla geçmiş olup imparatorluk fermanıyla yasallaşsın andlaşma sonradan gelen sul­tan tarafından tanınacaktır.
3- Kürtler, Türkler’in tüm savaşlarına katılacaklardır.
4-  Türkiye, Kürt devletlerine yabancı saldırılara karşı yardım edecektir.
5-   Kürtler, Halife’nin hazinesine yapılan geleneksel dini hediyelere yardım edeceklerdir.[10]
Kardam da,  Kürt-Osmanlı ilişkilerinin temelindeki pragmatizme işaret eder: “Osmanlının, Safevîlerin Anadolu içlerine doğru yayılmasını durduracak bir tampona ihtiyacı vardı. Bu tampon ancak Kürtler olabilirdi. Kürt beyleriyle ittiak kurulabilirse, onlar İran karşısında sağlam bir set oluşturup Anadolu’daki Türkmen beylerinin Safevîlerle olan bağlarını kopartabilirlerdi. Safevîler Anadolu’da nasıl Türkmen boylarına dayanıyorlarsa, Osmanlı da, Safevîleri Osmanlı sınınndan Zagros dağlarının doğusuna sürebilmek için Kürt beylerine dayanabilirdi.Osmanlıyla yapılacak böyle bir ittifak Kürt beylerinin de işine geliyordu. Birbirleriyle rekabetleri yüzünden parça bölük ve sa­vunmasız olan aşiretler ve beyler, Safevîlerin baskıları karşısında kendilerini savunacak bir güce ihtiyaç duyuyorlardı, zira Safevîler de, tıpkı Akkoyunlular gibi, Kürt beyliklerini doğrudan kendi ata-dıklan şefler aracılığıyla yönetmeyi tercih ediyorlardı. Örneğin, Safevî devleti kurulduktan hemen sonra bağlılıklarını sunmak üzere Hoy kentinde bulunan Şah İsmail’in yanına giden 11 kadar Kürt beyinden çoğu hapsedilmiş ve bu beylerin yerine Safevîler kendi yöneticilerini atamışlardı. Oysa Sultan Selim Kürt beylerine bir tür özerklik vaat ediyordu. Hiç de önemsiz olmayan bir diğer nokta, mezhep faktörüydü. Safevîler Sünni olan Kürtlere zorla Şii­liği dayatıyordu; oysa Kürtler ile Osmanlı arasında böyle bir mez­hep çatışması söz konusu değildi.Sultan Selim ile Kürt beyleri arasındaki ittifakın koşulları 1514 tarihli Amasya Anlaşmasıyla belirlendi. Bu anlaşmanın Çaldıran Savaşından önce mi yoksa sonra mı yapıldığı belli değildir. Fakat savaş sonrasında yapılmış olsa bile, savaşa 16 Kürt beyi neredeyse Sultan Selim’in kendi askeri gücüne yakın bir güçle katılmış ol­duklarına göre, en azından ittifakın temel ilkeleri konusunda bir ön mutabakatın sağlanmış olması gerekir.
İlk etapta 25 kadar Kürt beyi ile Sultan Selim arasında yapılan Amasya Anlaşmasının (1514) mimarı Idris-i Bitlisi’dir.7 Bu anlaş­manın hükümleri şöyleydi:
•  Osmanlı Kürt beylerinin özerkliğini koruyacak; yönetim ve­raset yoluyla el değiştirecek ve padişah fermanıyla kesinleşecekti.
•  Kürtler bütün savaşlarda Osmanlı yanında yer alacaklar ve Osmanlı da Kürtleri dış saldırılara karşı koruyacaktı.
•  Kürt beyleri Osmanlının belirlediği vergileri ödemekle yü­kümlü olacaklardı.
Çaldıran Savaşının ardından, anlaşmanın mimarı Idris-i Bitlisi Kürt beyliklerini ayrı ayrı ziyaret ederek Amasya anlaşmasına ka­tilimi artırdığı gibi, onlardan topraklarındaki bütün Safevî kalıntı­larını temizlemelerini de istedi. Böylece anlaşmanın tabanı geniş­lerken Safevîlerin yerinden ettiği Kürt beyleri de geleneksel hâkimiyet bölgelerine tekrar kavuştular. Osmanlı-Iran sınırını kesin-leştiren 1639 tarihli Kasr-ı Şirin anlaşmasına kadar, Kürtler Amas­ya Anlaşmasının kendilerine biçtiği tamponluk işlevini yerine ge­tirdiler, kısa aralıklarla sürüp giden Osmanlı-Iran savaşlarmda Maku’dan Musul ve Bağdat’a kadar aşılması imkânsız bir “kaleler zinciri” oluşturup Osmanlı ordusuyla birlikte savaştılar.”[11]
Yine kardam’ın söylediği gibi Amasya anlaşmasının ürünü olan bu idari düzenleme, tam ve kısmen özerk olan Kürt beylikleri konusunda Osmanlıya iki im­kân sunuyordu. “Bunlardan birincisi, Kürdistan’ı geleneksel yöne­tici aileleri güçlendirerek kontrol etme imkânıydı. İkincisi ise, Kürdistan’ın yönetici ailelerini böylece kendisine bağımlı hale geti­rip, onlar eliyle tanımış olduğu özerkliği her fırsatta alabildiğine tırpanlayabilme imkânıydı.” (s 56)
Bu Atlaşmanın Kürtler bakımından önemi eski aristokrasiyi güçlendirdiği gibi bir bağımlılık ilişkisi yaratmasıdır: “Amasya anlaşmasına, tam ya da kısmen özerk beyliklerde, yöneticinin (beyin) soylu aile fertleri arasından seçilmesi koşulunun konmuş olması bu politika­nın en somut ifadelerinden biriydi. Osmanlı, bunun dışmda, ge­rekli gördüğü durumlarda bazı beyleri, onlara paşalık unvanı ve­rerek de güçlendiriyordu. Böylece, Osmanlı Kürdistan’a, Kürt soy­lularını (aristokrasisini) destekleyip güçlendirerek egemen olmaya çalışıyordu. Ama beyler (mirler) bu politika sayesinde bir yandan otoritelerini artinrken, öte yandan da iktidarlarını koruyabilmek için Osmanlıya aşın bağımlı hale geliyorlar, böylece Osmanlı, aşi­retlerin ve beyliklerin iç işlerine müdahale imkânlarını alabildiğine genişletiyordu. (s 57)
Martin van Bruinessen de bu pragmatik düşünceye ve bağımlılık ilişkisine vurgu yapar: “Kürdistan’ın en önemli ailelerinin tarihine yer veren Şerefe name’den, Idris tarafından atanan tüm mirlerin, yüzyıllar bo­yunca, kesintilerle bile olsa krallığa yaklaşan bir tarzda iktidar sahibi olmuş eski ailelerden gelme kişiler olduğu anlaşılmak­tadır. Oysa Akkoyunlu ve Safeviler, bu ailelerin gücünü kırma­ya yönelik bir politika sürdürmüştü. Ellerinden geldiğince bunların yerine kendi Türk valilerini geçirmişler, bu mümkün olmadığında daha düşük statüden Kürtleri atamışlardı. Ama Osmanlı fetihleri, eski aristokrasinin durumunu sağlamlaştır­dı. Sonradan görmeler, Osmanlı devletinden kaynaklanan ikti­darda pay sahibi olamıyordu.”[12]
Devletle Kürt aşiretlerin ilişkisi, en azından başlangıçta, bahsedilen pragmatik ilişkinin tipik bir örneğidir ve karşılıklı bir yararlanma politikası izlenmektedir: Osmanlı devleti Kürt­leri İran’a karşı bir tampon güç olarak kullanmakta ve Kızılbaş cemaatler­le mücadelesinde ve Ermenistan’ın fethinde  müttefik olarak görmektedir. Bu yüzden yalnızca askeri ve politik çıkarlara değil, dinsel bir ortaklığa da hitap etmeye elverişli bir söylem geliştirilmiştir. “En büyük ve en tehlikeli grup olarak görülen Kürtlerin statüsü da­ima duyarlı bir konuydu. Osmanlılar istimalet, yani gönül alma politikası uyguluyor[du]”[13]
Kürt aşiretleri İran’ın Osmanlı devletine saldırısının önünde demirden bir kale gibi durdukları sürece bu bölgede geniş bir hare­ket serbestisi ve muazzam bir servet de edinmişlerdir, imparatorluğun en büyük rakiplerinden biri olan İran’a karşı oynadıkları rol o kadar önemli­dir ki, IV. Murad bu yüzden aşiret sistemini meşrulaştıran fermanlar bile yayınlamıştır: “En büyük ve en tehlikeli grup olarak görülen Kürtlerin statü­sü daima duyarlı bir konuydu. Osmanlılar istimalet, yani gönül alma politi­kası uyguluyor, Sünni Kürtleri İran’a karşı tampon ve Kızılbaş cemaatleriyle yaptıkları uzun savaşlarda müttefik olarak kullanıyorlardı. Kürt reislerden bazıları doğu Anadolu’da büyük servetler ve muazzam güç elde etmek için Osmanlı devletiyle olan bağlarını kullanıyorlardı. Bu sayede, bölgedeki Os­manlı politikasını ve askeri harekâtı etkileyebiliyorlardı. 1632 ve 1633 yılla­rında Sultan IV. Murad Kürt aşiret reisliğinin babadan oğla geçişini pekiş­tiren bir dizi ferman yayınlayarak yerel askeri komutanlar ile idarecilerin Kürt aşiretlerini taciz ve suiistimal etmelerini yasakladı. Bunlardan birinde, Allah nasıl Zülkarneyn’e Yecüc Mecüclere karşı duvar inşa etmeyi ihsan eylediyse, aynı şekilde Kürdistan’a, imparatorluğun koruması altında, İran’ın iblis Yecüc’ünün fesatlıklarına karşı güçlü bir engel ve demirden bir kale gibi hareket etmeyi nasip ettiği belirtiliyordu. Başka bir fermanda, Kürt komu­tanların Osmanlı devletinin sadık ve vefalı duacıları olduğu, padişahın yüce atalarının soylu zamanlarından bu zamana taht adına takdire şayan çeşitli hizmetler verdikleri ve sayısız takdire şayan çaba gösterdikleri, dolayısıyla imparatorluğun onlara saygı ve itinayla davranılmasını sağlamaya mecbur olduğu yazılıydı.”[14]
16. yüzyılın başlarında Anadolu’daki nüfusun % 27’sinin tam veya yarı-göçebe olduğu ve bazı taşra kentlerinde bu oranın nüfusun yarısını oluş­turduğu düşünülecek olursa, Osmanlı devletinin ilk dönemlerinde aşiretleri kendi toplumsal örgütlenmesine dahil etmenin özgün bir yolunu bulmak zorunda olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Sultan IV. Murad’ın fermanları ve aşiretlere tanınan imtiyazlar ile geniş hareket serbestisi böyle bir tarihsel ve sosyal zeminde anlaşılabilir. Ancak 17. yüzyılın sonlarında daha belirli ve kesin toplumsal örgütlenme biçimleri yerleşmiş ve esnek sınırlarla belirsiz kimlikler devlet için sorun yaratmaya başlamıştır. 18. yüzyılın başlarından itibaren göçebe aşiretlerin göç yollarının sınırlanması ve belli ölçülerde de­netlenmesi, kırsal alanda köylülerin ve mallarının korunmaya çalışılması bir zorunluluk haline gelmeye başlamıştır.

Osmanlı devletinin göçebe ve yarı-göçebe aşiretlerle kurduğu pragmatik ilişki değişen biçimler almakla birlikte, daha yerleşik ve kayıtlı bir toplum­sal örgütlenme biçimi hâkim olduğu ölçüde aşiretlerin hareket alanı giderek daralmaktadır. 18. yüzyıl ise bazı bakımlardan bu eğilimin tersine çevrildi­ği, merkezin güç yitirip ayanın taşraya hâkim olduğu ve göçebe aşiretlerin de bu güç dengesinden azami biçimde yararlandığı bir dönem olmuştur. Bu durumda devlet aşiretlere parasal destek ve kendilerine gösterilen yerlerde kalmaları karşılığında genellikle daha verimli topraklar ve bürokrasinin üst kademelerine yükselme imtiyazı vaat etmektedir. Ancak 19. yüzyılın başın­dan itibaren merkezi devlet, kendi gücünü sınırlayan engelleri ortadan kal­dırmak için son derece kararlı davranmaya başlamıştır. Devletin aşiretlere ve kabilelere daha dolaysız yöntemlerle müdahale ettiği bu dönemde, belirli aşiretlerin devletin karar verdiği yerlere zorla yerleştirildiği, aşiret ve kabile­lerin bölündüğü, göç yollarının ve hareket serbestilerinin sınırlandığı görül­mektedir.[15] 19. yüzyılın ikinci yarısında aşiretlerin çok sıkı bir şekilde denetim altına alındıkları ve bu denetimi aşındırma çabalarının sık sık askeri güçle cezalandırıldığı anlaşılmaktadır: “1514’te Türkiye ve Kürt devletleri arasında yapılan andlaşmadan sonra, 150 yılı aşkın bir süre Kürtler, inançla Türkiye’ye karşı sorumluluklarını yerine getirdiler. Türkiye’nin saldırı ve savunma amaçlı tüm savaşlarında yer aldılar ve onbinlerce hayatı kurban ettiler. Fakat Türkler, her zamanki gibi sözlerine sadık kalmadılar. Yağma ve köleleştirme daima hareketlerinin asıl amacını oluşturdu. Hile ve kılıç kurdukları hakimiyetin araçlarıydı. Sultan Süleyman, 1683’te Viyana kapılarından döner dönmez Kürt devletleri arasında ihanet ve entrika kampanyası başlattı. Aralarını nifak ve düşmanlıkla bozdu. Üstelik bağımsızlıklarına açıkça müdahale etmeden, Süleyman keyfi olarak merkez karargâhı Diyarbakır’da bulunan, Kürt devletleri ve İstanbul arasında aracı olacak bir genel vali atadı. Böylece böl ve yönet taktiği olağan şekilde devam etti. Türk istilacılar aşama aşama; ama emin bir şekilde Kürt devletlerinin elinde bulunanları bahanelerine bitmez desteklerle hazırladılar ve oraları eyalet haline getirdiler. 19. yüzyıl ortalarıyla beraber Abdülmecit’in hükümdarlığı sırasında neredeyse tüm Kürt toprak­ları aşiret reislerinin teslim olmalarıyla, Türkler tarafından ilhak edildi ve aşiret reislerine küçük, sözde yönetimler kaldı. Kürt devletleri içinde en güçlüsü Cizre’nin yöneticisi Prens Bedirhan l847’de Türk sultanına bir bağımsızlık teşebbüsü olarak meydan okudu. 100 bin kişiden fazla Türk orduları, Bedirhan’ın elleriyle feci yenilgiler yaşadılar. Fakat kendi kuzeni(Yezdanşer)nin ihanetiyle öldü. Sonuçta Kürt bağımsızlığının son kalan yeri de Türklere teslim oldu. O zamandan beri Kürt halkı çobansız, bir çok parçaya ve uzlaşmaz gruplara bölünmüş bir halde zulme uğruyor, eziliyor ve Türkler’in ellerinde yanlışlıklara hizmet ediyor.”[16] Bu sözler bir anlamda Kürtlerin statüsünün inişli ve çıkışlılığını ve anlaşmaya rağmen belirsizliğine işaret eder. Burada okuyucuya mirasçı Prens’in çoban nitelemesine dikkat çekmek isterim.
Osmanlı-Kürt ittifakını  başlangıcına bu kadar uzun ve önemli bir yer vermemizi okuyucu yadırgayabilir ancak sonraki tüm ilişkiler gerek Osmanlı ile gerekse Kürtlerin birbirleriyle arasındaki  ilişkiler bu antlaşmanın ruhunu taşıyacak ve her zaman ve her dönem devletin gücünü yakından talep edecek, yapılan yardımlar ve hizmetler sıralanacaktır. İlginçtir ki yıllar sonra Bedirhani ailesinden Emir Celadet Bedirhan Mustafa Kemal’e yazdığı mektupta “İzmir kaldırımlarında şakırdayan ilk demirler Kürd süvarilerin nalları idi”[17] Aynı anlayışın günümüzde de sürdüğünü görmek mümkün Özgür Politika gazetesinde yayınlanan “Kürtlerle İttifak Kazandırır”[18] adlı makale bu zihniyetin günümüze uzanan tipik örneği olarak okunmalıdır. Bu bakımdan BDP yönetiminin 19 Mayıs 2011 tarihli açıklaması da ilginçtir.
Bir diğer Bedirhani Fizan’daki  sürgünden 1908’de dönüşü ile ilgili, yorumu gerektirmeyen sözleri ile  bölümü bitiriyoruz: “Jön-Türklerin eliyle Tiripol ve Fezzan Bulgar ve Erme­ni halkı rahat bir şekilde çıkıp bizim önümüze geçtiler… Evet. Bu tarihi anımız nedeniyle, biz ne kadar Osmanlı devletine eyvallah ettiysek te bize karşı şüphe ile yaklaştılar. Biz hiç bir zaman korkusuz yaşama şansına kavuşamadık. Sü­rekli haksızlık gördük ve insafsız baskılara maruz kaldık. Ölüm tehlikesini hep yanıbaşımızda hissederek yaşadık. On­lar bizi hep yabancı olarak saydılar, özellikle beni… İnancıma göre, bizim için Kürt Mirleri ve çocuklarına Türkiye gerçek vatan olamaz. Bizi öldürmek için içerde tu­tuklu tutulmamız için ya da mal-mülkümüzü talan etmek üze­re özel görevliler görevlendirildi… Biz ne kadar işimizi başarılı bir şekilde yapıp devletin çe­şitli kademelerinde yararlı işleri yaptıysakta, devlet bize gü­vensizliğini her adımda gösterdi.”[19]
Newroz 29 Eylül 2011 sayı 188

Emir Bedirhan’ın Cizre-Bohtan Direnişini Doğru Okumak -2
Sait Çetinoğlu

Bu yazı dizimizde Kürtlerin siyasi oluşumuna dikkat çekmek istediğimizden Bu sorunlu ilişki sürecine biraz daha odaklanmamız gerekir.
Amasya antlaşması sonrası sürece bakarsak doğası gereği süreç Kürtlerin aleyhine gelişir. Amasya antlaşması dolayısıyla Osmanlı-Kürt ilişkinin  pragmatik ve Kürtler açısından sorunlu olduğuna Kardam da katılmakta antlaşma sonucunu şu sözlerle yorumlamaktadır: “Amasya anlaşmasının ürünü olan bu idari düzenleme, tam ve kısmen özerk olan Kürt beylikleri konusunda Osmanlıya iki im­kân sunuyordu. Bunlardan birincisi, Kürdistan’ı geleneksel yöne­tici aileleri güçlendirerek kontrol etme imkânıydı, ikincisi ise, Kürdistan’ın yönetici ailelerini böylece kendisine bağımlı hale geti­rip, onlar eliyle tanımış olduğu özerkliği her fırsatta alabildiğine tırpanlayabilme imkânıydı.”[20]
Ayrıca bu antlaşma Kürtler arasında yıllara sari ve günümüze kadar gelen bir bağımlılık ilişkisi yaratmış ve bağımsız bir iradenin gelişmesini önlemiştir:  “Kürt mirleri Yavuz ve Kanuni döneminde yapılan antlaşmalar gereği pek çok sorunu kendi aralarında çözebilecek iken dahili husumetlerin çözümünü  dahi Dersaadet’e  taşımışlardır”[21]
Ehmedé Xani’nin Mem u Zin deki feryadı boşuna değildir:

“Ez mame di hikmeta Xwede da
Kurmanc di dewleta dine da
Aya bi çi weche mane mehrum
Bilcimle ji bo çi mane mehkum”

Ben Allah’ın hikmetine şaşakaldım
Kürtler dünya devletinden
Acep ne sebeple kalmışlar mahrum
Hepsi birden niçin olmuş mahkûm”
Ayrıca şu da unutulmamalıdır ki bu antlaşmayı zorlayan Osmanlıdır ve egemen kendine uygun koşulları oluşturmanın peşindedir. Koşulları üstün güçler dikte ettirmiştir. Karşılıklı iki eşit tarafın eşit iradesinden doğan bir antlaşma değildir. Hatta antlaşma bile sayılmamak gerekir. Üstün güç sorumlulukları belirlemiştir. Bu bakımdan bu özerkliği abartmamak ve yüceltmemek gerekir. Aslında gerçekte olanın Kürdistan’ın birinci fethi gerçekleştiği  anlaşılmalıdır: “Zaman zaman, Osmanlının Kürt beyliklerine tanıdığı özerkli­ğin 19. yüzyıla kadar pürüzsüz işleyen bir devr-i saadet  dönemi gibi sunulduğu oluyor ki, olgular bu yargıyı tekzip etmektedir. Özerklikleri bazen bağımsızlık sınırına varan büyük ve güçlü Kürt beyliklerinin varlığı Osmanlının arzulayabileceği bir durum ola­mazdı. Ama buna başlıca iki nedenle katlanmak zorundaydı. Bu nedenlerden birincisi, bölgenin İran’la sınırdaş olmasıydı. Kendile­rini güvende hissetmeyen Kürt beyleri her zaman aşiretleriyle bir­likte İran’a geçebilirler, hatta Osmanlıya baş kaldırarak yörelerinin İran toprağı olduğunu ilan edebilirlerdi. İkinci nedene ise, bölge­nin o günkü teknolojiyle doğrudan yönetilmeye imkân vermeye­cek kadar sarp dağlarla kaplı olmasıydı.”[22]
Bu özerklik özellikle 1834-1847 arası yoğun direniş ve savaş dönemi ve Osmanlı Devletinin Tanzi­mat’ın ilanıyla yürürlüğe koyduğu yeni politikalar neti­cesinde tamamen ortadan kalkmış, etkileri ise 1847’de bastırılan direniş sonrasında “Kürdistan’ın yeniden fet­hi” anısına ku­rulan Kürdistan Eyaletinin 1867’de Diyarbekir Eyaletine çevrilmesi ile bu dönem resmen son bulacaktır.
Bu bağımlı ilişki ve sürecin,  Kürtlerin siyasi yaşamının olgunlaşmasını engellediğini rahatlıkla söylemek mümkündür.
Siyasi birliğin ve olgunluğun olamayışı kolay yutulmasına ve istenildiğişekilde yoğrulmasına sebep olmuştur. Hagop Şahbazyan bu olguyu şu kelimelerle ifade eder: “Osmanlı İmparatorluğu fetihlerine adım adım başladı. İlk önce Erzurum’a, oradan da diğer bölgelere, kaleleri ve Ala-atin’in evini de yıkarak Kürt prensliklerine son verdi. Onlar artık soylarını suikast ve gizlilik içinde devam ettirdiler. Or­tam müsait olduğu zaman ortaya çıktılar. Yani Kürtler, hü­kümranlıkları bir yerde silinse dahi, bir başka yerde ufak ufak, birbirinden ayrı, olarak ortaya çıkıyorlardı.”[23]  Ve Hagopyan ekler: Sayısız akıncı beyleri Kürt soyları içinde türer. Birbirlerinin işini baltalamak işini ve çalışan halkın elinden kazancını almak için varlar.”[24] Osmanlı idaresinde Kürtlere tetikçilik görevi düşmüştür. Bu Hamidi dönemde Hamidiye alaylarıyla daha belirgin bir hal alacak, İT döneminde aşiret alaylarına,kimi yerde el-hamsin milis alaylarına dönüşerek Ermeni soykırımının tetikçiliğine yerine getireceklerdir.
Osmanlı-Kürt  antlaşmasının  sonuçları bölgenin otokton hakları için ölümcüldür: “Kürtler Anadolu yüksek platosu ile Toroslar’ın güneydeki etekleri arasındaki uzun kuzey-güney göçlerini yeniden başlatmışlar ve nihayetinde Ermenileri bu bölgelerden çıkartmakta anahtar rol oynamışlardı[r].”[25]
 Ayrıca bu olgunun  uluslararası arenadaki siyasi sonucu da Kürtlerin tecridi ve parçalanmasıdır. Müslüman Kürtlerin  Ezidilere, Nasturilere[26] ve Ermenilere karşı savaşları bu süreç boyunca Kürtlerin uluslararası destekten yoksun kalmalarına neden olduğu gibi Bedirhan Bey’in Nasturi soykırımı, 1920’lerde yeni dünya düzeni kurulurken, Kürtlerin dikkate alınmayarak Kürdistan’ın parçalanmasıyla sonuçlanmasına neden olacaktır.
Burada bir parantez açarak Bedirhan Bey’in Nasturi Soykırımına değinelim;Kürtlerin ve Kürdistan’ın kaderinde etkili nedenlerinden bir olan bu katliam biraz daha açılmasında yarar vardır. Katliam Süryani kaynaklarında şu satırlarla özetlenir[27]:
Özellikle 19. yüzyılda orta ve kuzey Mezopotamya’nın büyük bir bölümünde, mirlikler yönetimi geliştirildi. Osmanlı İmparatorluğu’nun vali ve askeri komutanlarına bağlı Kürt ve Süryani nüfusunu yöneten bu mirler, devlet için vergi ve asker toplamakla görevliydiler. Çünkü imparatorluğun memurları kırsal alanlara dağılmış aşiretlerden direkt vergi toplayamıyor, vergiler mir ve aşiret reisleri tarafından toplanıp devlete aktarılıyordu. 1820’lerde mir yönetim biçimi giderek kurumlaştı ve belli bir yerel-iktidar niteliğini kazandı. Değişik aşiret reisleri arasında ittifaklar kuruldu. Diyarbakır vilayetinde Cizre sancak beyi Bedirhan Bey önderliğinde Kürt aşiretlerinden bir yönetim gelişirken, Hakkari dağlarında Mar Şemun önderliğinde Süryani aşiretlerinin de otoritesi ve gücü gelişti. Bedirhan Bey’in ailesinin Osmanlı sultanlarıyla ilişkileri geçmişten beri çok iyiydi. Partik Mar Şemun ise son dönemlerde cizye vermemekle, sultanlara karşı itaatsizlikle itham ediliyordu.
1840 yılına kadar Hakkari ve etrafında yaşayan Doğu Süryaniler ile Kürt aşiretleri arasındaki ilişkiler iyiydi. 1842 yazında Amerikalı misyoner Dr. Grant, Doğu Süryanilerin Tiyari bölgesinde yer alan Aşita’da büyük bir misyoner merkezinin yapımına girişince, bölgedeki Kürt ağaları bu gelişmelerden rahatsız oldular. Bu yüzden Doğu Süryani aşireti Tiyari ile Hakkari Kürt Beyi Nurullah Bey arasındaki ilişkiler bozuldu. Tiyari aşireti Nurullah Bey’e itaat etmeyi reddederek, bir Kürt köyüne saldırdı ve onlarca insanını öldürdü. Bunun üzerine Nurullah Bey, Cizre beyi Bedirhan Bey’den yardım istedi. Bedirhan Bey durumu padişaha bildirdikten sonra denetimindeki Han Mahmud, Artuşi kabilesi, İsmail Paşa, Tatar Ağa ve Hakkari emirinin desteklerini alarak, onbin kişilik bir güçle Doğu Süryanilere yöneldi.
1843 baharında Bedirhan Bey’in güçleri ilk başta Diz bölgesini ele geçirdiler. Burada Patrik Mar Şemun’un kız kardeşini kaçırarak annesini öldürdüler. Mar Şemun’da Musul’a kaçarak İngiliz konsolosluğuna sığındı. İki buçuk gün süren bir çatışma sonucunda, Bedirhan Bey Doğu Süryanilerin gücünü dağıtarak, birçoğunu öldürdükten sonra, bölgedeki denetimi eline geçirdi. Doğu Süryanilerin bazıları Musul’a kaçarken geriye kalanları da Bedirhan Bey’e cizye ödemeyi ve itaat etmeyi kabul ettiler. Cizre’ye dönen Bedirhan Bey beraberinde birçok esir ve ganimet götürdü. Bedirhan Bey’in bu harekatı karşısında İngiltere ve Fransa elçi ve konsolosları aracılığıyla Osmanlı hükümetine memnuniyetsizliklerini bildirerek, özellikle esir alma olayını ayıpladılar ve Doğu Süryanilerin korunması konusunda baskı yaptılar. Osmanlı ise Bedirhan Bey’in devlete yaptığı hizmetlerinden dolayı Diyarbakır, Erzurum, Şam ve Musul valilerine emirler göndererek, Bedirhan Bey’e güvenlik desteği verilmesini istedi. Osmanlı yönetiminin aldığı esirleri geri vermesini istemesi üzerine Bedirhan Bey, Eylül 1843’te hemen hemen bütün esirleri serbest bıraktı. 19 Eylül 1846 tarihinde Bedirhan Bey tekrar etrafında topladığı birçok Kürt beyiyle ittifak yaparak. Doğu Süryanilerin Thuma ve Tiyari bölgelerine karşı saldırıya geçti. Osmanlılar Bedirhan Bey’in bu saldırısına da göz yumdular. Çal, Sinyancı ve Çobi kazaları savaş meydanına dönüştü. 1843 yılınkinden çok daha şiddetli olan bu saldırıda yaklaşık 20.000 Süryani öldürüldü. Patrik Mar Şemun Urmiye’ye kaçmak zorunda kaldı. Amerika, İngiltere ve Fransa bu katliamı protesto ederek, Osmanlılardan Bedirhan Bey’in cezalandırılmasını istediler. Bunun üzerine Osmanlı güçleri Bedirhan Bey’in üzerine giderek, onu esir aldılar ve Girit adasına sürgün ettiler. Bedirhan Bey’den sonra Hakkari bölgesinin yönetimi izzettin Şer’e verildi. Osmanlı yönetimi duyduğu güvensizlikten dolayı, beylikten aldığı İzzettin Şer, Kırım Savaşı esnasında Rusların tarafını tuttu. Kırımda Türk-Rus savaşı başlayınca İzzettin Şer 1854 yılında ayaklandı. Bu ayaklanmada Doğu Süryanilerle işbirliği sağlayan İzzettin Şer, Musul ve Bitlis’i ele geçirdi. İzzettin Şer ile birlikte hareket eden Doğu Süryaniler, 1877 yılına kadar önemli bir olayla karşılaşmadılar. Ayaklanmayı bastıran Osmanlı yetkilileri, Doğu Süryaniler ile ilişkilerini düzeltmek için yoğun olarak yaşadıkları bölgede bir kaza merkezini oluşturarak, kaymakamlık görevine de Patrik Mar Şemun’un yeğeni Davut’u getirdiler. Bu durum Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla değişti.
Nasturi Soykırımı Batı güçlerinin bölgedeki temsilcilerinin gözleri önünde cereyan etmiştir. Olayları günü gününe rapor ederler. Bu raporları yazanlardan bölgede kazılar yapan daha sonra elçi olarak gönderilen arkeolog Layard Katliamı “Aşita’nın üzerine ansızın çö­ken baskınla gelmişti ölüm. Orada yaşayanların büyük bir bölü­mü, köyün en küçük izini bile silmeyi kafasına koyan Kürt öfke­sinin kurbanı olmuştu”[28] sözleriyle özetler. Layard’ın raporları da değerli ve ünlüdür: “Burada, Bedirhan’ın 1843 yılında Tiyari bölgesine baskın ya­parak, soğukkanlılıkla bölge sakinlerinden 10.000 kişiyi aşiretine öldürttüğünü ve çok sayıda kadın ve çocuğu köle olarak satılmak üzere götürdüğünü, eklemem gerekiyor. Ama belki bu esirlerin büyük bir kısmının Sir Stratford Canning’in insan dostu olması ve soyluluğu sayesinde kurtulduğu herkes tarafından bilinmiyor. Can-ning Babiâli’ye başvurarak, hükümetin Kürdistan’a bir müfettiş göndermesini sağladı. Müfettiş, Bedirhan’ın ve diğer Kürt aşiret re­islerinin alıp götürdükleri esirlerin serbest bırakılmasını sağlamak için onlarla görüştü. Ayrıca Canning de bu Kürt beylerine önemli miktarda para verdi. (….) Bu köydeki perişanlığı ve ıssızlığı, hiçbir yeşertisi olmayan bir çöle benzediğini anlatarak okuyucuyu yormak istemiyorum. Köyde yeniden yapılan ilk bina olan ve enkazların arasından yavaş yavaş yükselen damsız bir kilisenin avlusundan atlarımızla geçtik (1846). Mezarların arasında halılarımızı yaydık. Malik ve diğer katliamdan kurtulanlar gündüzleri ağaçların altında otu­ruyorlar, geceleri ise Zab’ın kıyısında ağaçtan yaptıkları, içi kurumuş ot ve samanla döşenmiş yataklarında geçiriyorlardı.”[29]
Katiama tanık olanİngiliz misyoneri G.P. Badger de raporlarında Bedirhan Bey’in sebep olduğu yıkımı nakleder: “Patrik’in ikinci bir saldırıdan korkması doğruydu ve bu saldırı çok geçmeden gerçekleşti. Müttefik Kürt aşiretleri Tiyari’nin Diz yöresini bastılar. Zab suyunu geçerlerken kuvvetli bir savunmayla karşılaştılar, ama sayıları Kürtlerden az olan Nasturiler çok geç­meden geri çekildiler ve vahşi saldırganlar köyleri yaktılar, köy sakinlerini öldürdüler ve her tarafı yakıp yıktılar. Kürtlerin ne kadar barbar olduğunu aşağıda verdiğim gaddarlık örneği gös­termektedir: Mar Şamun’un yatalak annesi Diz’de esir edildi. En ağır işkencelerden geçirildikten sonra, gövdesi iki parçaya ay­rılarak Zab suyuna atıldı ve Kürtler “Oğluna onu nasıl bir kaderin beklediğini söyle” diye bağırıp, çığlıklar atıyorlardı.Bu ikinci saldırıda çok sayıda kadın ve çocuk esir alındı ve Ce­zire bin Ömer’de satılmak üzere gönderildi. Yollanan kadınların ve çocukların bir kısmı esir pazarında satıldı, bir kısmı da hatırı sa­yılır Müslümanlara armağan edildi. Erkeklere hiç acınmadı, ba­zıları kaçarak hayatlarını kurtarabildiler. Çoğu, geçit vermez dağ­lara kaçtılar, diğerleri Aşağı Pervari’ye kaçtı, ama onları kaçtıkları yerlerde de aynı akıbet bekliyordu.”[30]
Kardam da soykırım olduğundan kuşku duymadığı Katliamlara dikkat çeker, özellikle ikinci katliamı Sonun Başlangıcı başlığı altında inceler. İkinci Katliam her ne kadar Bedirhan Bey’in, Osmanlıya gözdağı vermek istemesinde kabak Asuri/Nasturi’lerin başına patladıysa da Osmanlı’nın Bedirhan üzerindeki hareketini hızlandır bu bakımdan ikinci katliam Bedirhan Bey’in sonunun başlangıcıdır. “Bedirhan Bey 1843 haziranının sonunda, kendi ifadesiyle, 9 bin kadar Kürt askeriyle Nasturilere karşı bir katliam düzenler. Bugü­nün kıstaslarıyla eksiksiz bir soykırım olan bu saldırıda, İngiliz kaynaklarına göre, yaklaşık 10 bin Nasturi katledilir, sağ kalanlar arasından esirler alınır. Binlerce Nasturi canlarını kurtarmak için yığınlar halinde Musul’a sığınır. O tarihte, 1839’daki Nizip savaşında uğradığı bozgunun yara­larını henüz saramamış olduğundan, Osmanlının bu katliamı ön­leyebilecek gücü yoktu.  O koşullarda, kontrol edemediği iki gücün-Kürtler ile Nasturilerin-birbirlerini kırmaları işine bile geliyordu…Nasturi katliamı kısa erimde, Bedirhan Bey’e Osmanlı karşı­sında önemli bir avantaj sağlar. Bu saldırıyla elde ettiği “başarı” ona Kürdistan’da, belki kendisinin bile beklemediği kadar büyük bir prestij kazandırır; diğer Kürt beyleri ve ulema üzerindeki otori­tesini pekiştirip perçinler. Ünü Osmanlı sınırlarının ötesine taşar. Osmanlının yüzyıllardır egemenliği altına alamadığı ve bulundu­ğu bölgede önemli bir güç odağı olan Nasturileri ezip itaat ettir­mesi, Erzurum valisi Halil Kâmili Paşa’nın işaret ettiği gibi, özel­likle İran nezdindeki ağırlığını artırır. Ama bunlar kalıcı, yürüte geldiği mücadeleyi başarıya ulaştırıcı kazanımlar değildir. Tersine, önce 1843’teki bu birinci katliam, ardından 1846 sonbaharında dü­zenlediği ikinci katliam 1847 yılındaki yenilgisinin belirleyici vesi­lesi olur. Hem birinci ve hem de ikinci katliamın ardından İngiltere ile Fransa’nın Bedirhan Bey’in derhal tasfiye edilmesi konusunda Osmanlı üzerindeki ağır baskıları Bâb-ı Âli’yi tersi durumda belki de çok daha uzun bir süre göze alamayacağı bir askeri operasyona girişmek zorunda bırakır. Nasturi katliamlarının sonucunda, Bedirhan Bey’in liderliğinde yürüyen Kürt direnişi bütün Hıristi­yan dünyasının hedef tahtası haline gelir. Bu durum, Lazarev’in deyimiyle, Kürt hareketinin zayıflatılması açısından, Bâb-ı Âli’nin eline arayıp da bulamadığı fırsatı verir.”[31]
Layard’ın ikinci Katliam ile ilgili satırları şöyledir. “Ben Musul’a döndükten birkaç gün sonra, Tayyar Paşa’nın felaketi önleme girişimlerine karşın, Bedirhan Bey Tiyari dağlarından geçe­rek yaptığı seferde, önüne gelen aşireti haraca bağlayarak, talan ede­rek Thuma’ya girdi. Meliklerin öncülüğünde savaşan Thuma bir süre direniş gösterdi ama sayıca üstünlük karşısında sonunda düştü. Kimse ayırt edilmeksizin yeni bir katliam daha yapıldı. Kadmlar şe­fin önüne getirildi ve büyük bir soğukkanlılıkla öldürüldüler. Kaç­maya çalışanların kafaları uçuruldu. Sayıları üç yüzü bulan kadın ve çocuklar, Baz’a kaçmaya çalışırken acımaksızın kılıçtan geçirildiler. En güzel köyler, bahçeleri ile birlikte yakılıp yıkıldı, kiliseler yerle bir edildi. Hemen hemen nüfusun yarısı bu çılgın Kürt beyinin Öfkesinin kurbanı oldu. Bunların arasında meliklerden birisi ve Kaşa Bodaka da vardı. Bu iyi yürekli papazla birlikte Nasturi ruhban sınıfının en bilgili adamı Kaşa Oraha ve bir zamanlar Keldani Papazlığı içinde hep varolan coşku ve ilimden pay almış son kişi olan Kaşa Kana da öldürülenler arasındaydı. (…) Bedirhan Bey Thuma’dan çekildikten sora, nasılsa sağ kalmış olan birkaç köylü harap olmuş köylerine döndüler ama bu sefer de onların seferden önce gizlenmiş para ve al­tınların yerini bildiklerini düşünen Nurullah Bey çöktü üzerlerine. Birçoğu uygulanan işkenceler altında can verdi”[32]
“Musul valisi Tayyar Paşa’nın bildirdiğine göre, Bedirhan Bey’in askerlerinin sayısı, 1843 katliamındaki kadar, yani 10.000 civarın­dadır. Fransa’nın Musul konsolosluğunun Dersaadet’e ulaşan bir yazısına göre, “Bedirhan Bey erkek, kadın ve çocuk 20.000’den faz­la insan katletmiştir.”17 Bu rakam üç yıl önceki katliamda öldürü­lenlerin iki katıdır.Katliamın hemen ilk günlerinde, 29 Eylül 1846 günü, Mar Şamun valiliğe haber vermeden Musul’dan kaçar ve iki hafta ka­dar sonra, “Amediye kazası dağlarında bulunan Bervvari aşireti ta­rafına firar ederken orada bulunan zaptiye askeri tarafından görü­lüp yakalanarak” Musul’a getirilir.[33]
Kürdistan bu trajediyi yaşarken diğer mir aileleri gibi Bedirhan Bey ailesi de bundan nasibini alacaktır[34]. Ancak Osmanlı’nın Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa ile Nizip’te tutuştuğu savaşın sonunda aldığı yenilgiyle Kürdistan’ın Fethi kesintiye uğrar. Osmanlı Kendini topladığında kaldığı yerden başlayacak, Kürdistan’da mir ailelerinin tamamını tepeleyip her şeylerine el konarak sürgüne gönderecektir. Mir aileleri için artık Kürdistan’a dönmek hayaldir. Bir kısmı rütbe alarak Osmanlıya hizmet ederler. Bu durumu Bedirhan Bey’in torunu nakleder: “Kürdistan’a dönmenin tüm imkanları, Bedirhan aile fert­lerinin elinden alınmış, tüm yollar kesilmiş, başlarına gelen­lerden sonra sürgün oldukları İstanbul’da eğitimlerini tamam­layıp Osmanlının devlet işlerinde memur ya da çeşitli kade­melerde yönetici olarak çalışmak durumunda kaldılar.”[35]
Burada şunu unutmamak gerekir ki bu fetih sürecinin en sadık yardımcıları Kürt mirlerinin bizzat kendileridir. Bedirhan Bey de bunlardan biridir. Osmanlı askeri danışmanı Moltke mektuplarında bunları ayrıntılı olarak anlatmaktadır. Said Bey Kalesinin kuşatmasında Bedirhan Bey De yer almaktadır: “Yanıma Kürt kılavuzlar alarak bu tepeye tırmandım. Ancak akşam geç ve son derece yorgun bir durumda Bedirhan Bey’in yanma döndüm. Bu beyin kara keçi kılından çadırı, köpürerek akan bir dağ deresinin kıyısına kurulmuştu. Büyük bir ateşte, küçük küçük doğranmış koyun eti parçaları kebap yapıldı.Karşımızda 40-50 kadar Kürt, uzun tüfekleri, kamaları, ta­bancaları ve bıçaklarıyla, üstlerinde kendilerine özgü ve çok ya­kışan ulusal giysileriyle ayakta duruyorlardı. İleri gelenleri yer­de bağdaş kurmuş oturuyordu. Çevremizde nöbet ateşleri alev alev yanıyordu.”[36]
Kürtlerin bu fetihe yardımcı olmaları kendilerine bir şey kazandırmamaktadır. Moltke bu aşağılamayı şu kelimelerle resmeder: “Kale kapısının altında yaralı kardeşini taşıyan bir Kürde rastladık. Zavallı bacağından vurulmuştu. Onu taşı­yan kardeşi gözleri dolu dolu olarak, kardeşinin yedi gündür bu acıyı çektiğini anlattı. Cerrahı çağırttım. Anlamsız bir şey istedi­ğini anlamıyor musun der gibi, her gelişinde sesini daha da yük­selterek Evet ama Kürt bu! dedi durdu.”[37]
Osmanlı Güçlü mirleri yanlarına alarak diğerlerini tepelemektedir.  Bunu yaparken yanındaki mirin birsonraki merhalede sıranın kendisine gelip gelmediğini düşündüğünü bilmiyoruz: “En önemli beyler, Reşit Paşa’nın yenilgiye uğrattığı Ravenduz Bey. Şimdi bizim yanımızda çarpışan Bedirhan Bey. Az ön­ce kalesi alev alev yanan Sait Bey. Babıâli’nin paşalığa yükseltti­ği, fakat bağlılığı kuşkulu olan Akkâlı İsmail Bey.”[38]
Kürt güçleriyle Kürtler tepelenmektedir ve Kürtlerin kıymeti harbiyesi yoktur. Sait Bey tepelendikten sonra Moltke sayım yapar: “Yaralı pek azdı, bunların büyük bir bölümü de Kürtlerdendi, bunlar da kayıptan sayılmıyordu. Şimdi bir yıkıntı yığınından başka yanı kalmayan küçük bir dağ hisarının ele geçirilmesi, padişah için önem verilecek bir şey değildir. Ama burası Babıâli’ye karşı direnme eyleminin merkez noktalarından biriydi. Sait Bey’in yola getirilmesinin bu bakımdan ne kadar önemli olduğu, şimdi hiç zaman geçirme­den, iki tam Redif taburu oluşturmak için asker toplamaya giri­lişi göstermektedir.[39]
Moltke, Garzan Harekatını da ayrıntılı anlatır. Osmanlı’nın önderliğinde Kürtler Ezidilerin üzerine köyleri yaka yaka “Allah, Allah” sesleriyle saldırmaktadırlar: “Köy hemen tutuşturuldu… Yürüyüşte birkaç köy daha tutuşturuldu… askerler oradan ganimetlerle döndüler… Kürtlerin sessiz acısı, kadınların umutsuz çığlıkları yürekleri parçalıyordu… inanılmayacak kadar tutak alındı… ganimet hırsları onların cesaretlerini kamçılayan büyük bir etken olmuştu. Çünkü düşmanları yezidiler yani şeytana tapanlardı.”[40]

Dış talan olanakları kalmayan Osmanlının iç fethi olarak anlaşılması gerekli bu merkeziyet adı altında Kürdistan’ın fethi ile Kürdistan’a istenilen koşullar oluşturulmuştur. “Bu koşullar altında ikmal tamamen Kürdistan’a yüklendi­ği için asker toplama, devlet güçleri tarafından köylere baskın yapmak biçiminde olmaktadır. Öyle köyler vardır ki, içinde genç ve çalışabilir insan kalmamıştır. İnsan bu adam avcılığını görme­li, bu elleri bağlı ve öfke dolu…  [B]u halkın ruhunda nasıl kendine karşı tam bir nefret uyan­dırdığını anlayabilsin. Günümüzdeki bu dertlere, gelecekte, ger­çekte çok olmayan Müslüman nüfusunun azalması, ulusal ser­vetin tükenmesi ve onların geldiği kaynakların tamamen kuru­ması da katılacaktır.”[41]

Kürdistan herhangi bir batı sömürgesinden farksızdır. Moltke durumu ayrıntılı bir şekilde resmeder. Kürdistan’da av vaktidir: “Nizamiye askerlerinin yarısını da yeni askerler oluşturuyordu. Ölüm oranı o kadar yüksekti ki, burada bulunduğumuz süre içinde piyadenin yarısını toprağa gömmüştük: Bütün bunların yerini doldurma işi şimdi Kürdistan’a yükleniyordu. Köylerde halk dağlara kaçıyordu. Yakala­nanlar, çoğu zaman çocuklar ve sakatlardı. Bunlar da elleri bağ­lı olarak getiriliyorlardı. Subayların dillerini bilmeyen bu Kürt askerler, tutsak işlemi görüyorlardı.”[42]

Bu bölüm sonunda rahatlıkla kısaca Tarihi Ermenistan veya bugünkü  Kürdistan Kürtlerin eliyle fethedilmiştir diyebiliriz. Ancak bu fetih de yıllara sari olacak Kemalist rejime uzanacaktır Hans-Lukas Kieser,  sürecin acılı kanlı yanına vurgu yaparak günümüze uzatır: “İslahat, yeniden düzenleme ve reformlar, 1830lu yıllar­dan beri Osmanlı İmparatorluğu’nun Kürt ve Ermeni bölgelerinde yaşadığı sorunlarla ilgili olarak hem Osmanlı Devleti, hem de Avrupa devletler topluluğu tarafından dile getirilen temel kavramlardı. Ancak barış gerçekleşmekten çok uzak­tı: Savaşlar, pogromlar, kültürel yıkım ve soykırım, bu bölge­ye uzun vadeli olarak damgasını vurmuştu. Barışı inşa etme İnşatları birkaç kez elden kaçırılmıştı. Katılımcı bir düzeni sağlamak için yapılan kaynaştırıcı girişimler, merkezî devlet İle yerel söz sahiplerinin iktidar paylaşımına gösterdikleri di­renişten, bölgedeki dinî ve ulusal toplulukların yüksek beklentilerinden ve genel emperyalist havadan ötürü başarısızlığa uğradı. Barışı sağlama ve uygarlaştırma adı altında Dersim bölgesindeki son Kürt-Alevi özerkliğinin kanlı bir şekilde or­tadan kaldırılması, Ermenistan’ın ve Kürdistan’ın yüz yıl önce başlatılan iç fethine 1938’de konulan son nokta oldu. Bu ta­rihten sonra Türkiye’nin başkenti doğrudan bu bölgeler üze­rinde hüküm sürmeye ve her türden etnik-kültürel çoğulcu­luğu baskı altında tutmaya başladı. Eski Yugoslavya için 2000 yılında harcanan uluslararası barış çabalarında geçerli olan et­nik birlikte yaşam kriterlerine göre, söz konusu iç fetih yüzyılı çok fazla kurban alan ve hiçbir şekilde refah getirmeyen bir başarısızlık tarihidir. Savaşlar arası dönemin otoriter dev­let, önderlik ve ulusal homojenlik gibi fikirlerini yansıtan ve bugüne kadar Türk tarihinin tablosuna damgasını vuran kri­terlere göre, 1938 yılında Kürdistan’ın askerî ve idari olarak tüm bölgeyi kapsayacak şekilde boyunduruk altına alınması uzun süreli, ama başarıyla sonuçlandırılmış devlet girişimi görünümü sunmaktadır.”[43]
Newroz 12 Ekim 2011 sayı 189






















[1] Ahmet Kardam, Cizre-Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan Yılları, Dipnot, 2011
[2] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, Peri Y. 2000,s 24
[3] Mahmut Bozarslan, Kürtler ve Türk Devleti, Türkiye Tarihi (1839-2010) Ed. Reşat Kasaba, Kitap Y. 2011, s 356
[4] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, Peri Y. 2000, s 68.
[5] Mahmut Bozarslan, Kürtler ve Türk Devleti, Türkiye Tarihi (1839-2010) Ed. Reşat Kasaba, Kitap Y. 2011, s 355-6
[6] Arsen Yarman, Palu-Harput !878, 1. Cilt Adalet Arayışı, Derlem Y. 2010, s 117 Reşat Kasaba 158
[7] Emir Celadet Ali Bedirxan, Bir Kürt aydınından Mustafa Kemal’e Mektub, Doz Y.2010, s 40.
[8] Şerafeddin Han, Şerefname, kürt Ulusunun Tarihi  II/I{4}, Çev.Rıza Katı Yaba Yayınları,2010, s 276-277
[9] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, Peri Y. 2000, s 21
[10] Prens Sureyya Bedirhan, Kürt Davası ve Hoybun, çev Dilara Zirek,  Med Y. 1994, s 32-33
[11] Ahmet Kardam, Cizre-Bothan Beyi Bedirhan, direniş ve isyan yılları. S 55-56
[12] Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh, Devlet, çev. Banu Yalkut, İletişim Y. 2006, s 218
[13] Reşat Kasaba, dünya İmparatorluk ve Toplum Kitap Yayınevi, 2005, s159.
[14] Arsen Yarman, Palu-Harput !878, 1. Cilt Adalet Arayışı, Derlem Y. 2010, s 117-118
[15] Arsen Yarman, Palu-Harput !878, 1. Cilt Adalet Arayışı, Derlem Y. 2010, s 118-119
[16] Prens Sureyya Bedirhan, Kürt Davası ve Hoybun, çev Dilara Zirek,  Med Y. 1994, s 32-33
[17] Emir Celadet Ali Bedirxan, Bir Kürt aydınından Mustafa Kemal’e Mektub, Doz Y.2010, s 49

[18] Mehmet Nuri Tiryaki, Kürtlerle ittifak kazandırır http://www.yeniozgurpolitika.com/index.php?rupel=nuce&id=1579

[19] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, s 18

[20] Ahmet kardam,56
[21] Sinan Hakan, Osmanlı arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri, Doz Y. 2007, s 20
[22] Ahmet Kardam 57
[23] Hagop Şahbazyan, Kürt-Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel,  Kalan Y. 2002, s 65
[24] Hagop Şahbazyan, Kürt-Ermeni Tarihi, s 66
[25] Reşat Kasaba, dünya, İmparatorluk ve Toplum, çev. Banu büyükal, kitap y. 2005,s 171
[26] [B]u dağlar 1843’te, Bedir Han Bey’in yaptığı eziyetler sıra­sında, onların çocuklarının kanlarıyla boyandı… Yaşamda kalabilen az sayıda Nasturi, dünyaya misyoner­ler göndererek etkinliklerini sürdürdüler. 1490’da, Patrik Şamun, Çin’e bir metropolit gönderdi. Patrik Eliya, 1502’de, Turna, Yab-Alaha, Denha ve Yakub adlı dört piskoposu Hindistan ve Çin’e gönderdi ve yine bu dö­nemde bunlar tek bir metropolitlik altında birleştiler.1842 ve 1843 yıllarında, Hakkari Emiri olan Bedir Han Bey,  Kürt güçleriyle birlikte, Timurlenk tarafından Kürdistan dağlarına sürülen Nasturiler’in torunlarına sal­dırdılar. Niyetleri yakıp yıkmak ve öldürmek ve hatta ola­naklı ise Hıristiyan halkı dağlardan kazımaktı. Vahşi istila­cılar, ulaşabildikleri her yeri yakıp yıktılar. Rastgele zu­lümler yapıldı. Kadınlar Emir’in önüne çıkarıldılar ve so­ğukkanlılıkla öldürüldüler. Kaçmaya çalışan 300 kadın ve çocuk yakalanıp öldürüldü. Şu olay, iğrenç barbarlığı göz önüne sermeye yetiyor. Patrik Mar Şamun’un yaşlı annesi onlar tarafından yakalandı. Üzerinde en iğrenç vahşeti uyguladıktan sonra vücudunu ikiye ayırıp Zab nehrine attılar, bir yandan bağırıyorlardı; “Git o uğursuz oğluna söyle, aynı yazgı onu da bekliyor. Yaklaşık 10 bin kişi katledildi. Çok sayıda kadın ve çocuk esir alındı ve bunların çoğu köle olarak satılmak ya da nüfuzlu Müslü­manlara armağan edilmek üzere Cizre’ye gönderildi. (Abraham Yohannan, Mezopotamyanın Kayıp Halkı Nasturiler, çev Meltem Deniz Beybun y. 2006, s 74-75)
[27] Mezopotamya Uygarlığında Süryani Halkı,Bethilbokörlag, Södertalje-Sweden 2008, s
[28] Austin Henry Layard, Ninova ve Kalıntıları, çev. Zafer Avşar, Avesta Y. 2000,s 135
[29] Gabrielle Yonan Asur Soykırımı, Unutulan Soykırım, Çev Erol Sever, Pencere Y. 1999, s 47-48
[30] Gabrielle Yonan Asur Soykırımı, Unutulan Soykırım, s44-45
[31] Ahmet Kardam  s 170-180
[32] Austin Henry Layard, Ninova ve Kalıntıları, çev. Zafer Avşar, Avesta Y. 2000,s 170-171
[33] Ahmet Kardam s 291
[34] 1838-1847 dönemine damgasını vu­ran Kürt Miri Han Mahmud 1866 yılında . Hakkârili Nurullah Bey ise 1861’de vefat etmiştir. Bedirhan Bey 1857’de affedilip Paşalık unvanı alımış, Cizreli Ezdin Şer Bey ise 1865’te affedilmiş, daha sonra o da Pa­şalık unvanı almıştır. Bu şekilde Han Mahmud gibi Kürt Mirlerinin ve­fatı ve diğerlerinin ise affedilip Osmanlı Ordusunun resmi yetkilileri haline gelmeleri ve bunun yanında 1847 direnişinin sonucu olarak ku­rulan Kürdistan Eyaletinin 1867’de Divarbekir Eyaletine çevrilmesi ile bu dönem resmen son bulmuştur.
[35] Abdurrezzak Bedirhan, Otobiyografya, s 22
[36] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından, 342
[37] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından, 342
[38] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,356
[39] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,356-357
[40] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,361-364
[41] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından, ed. Ö.Andaç Uğurlu, çev E. Karahan-N. Uğurlu, Örgün Y.2010, s 451-452
[42] Helmut von Moltke, Kürdistan Dağlarından,s 488
[43] Hans-Lukas Kiesr Iskalanmış Barış çev. Atilla Dirim, İletişim Y.2005, s 21-22



Emir Bedirhan’ın Cizre-Bohtan Direnişini Doğru Okumak -3
Sait Çetinoğlu

Şayet, bugüne kadar Saray, Kürtleri destekliyorsa, bu onları, Ana­dolu’daki Hristiyan unsurlara karşı kullanmak istediğindendir, fakat, Ermeniler katledildiği taktirde, Kürtler Türkiye Hükümeti neznindeki önemlerini kaybedeceklerdir


Kürt Hareketi içerisinde Emir Bedirhan Bey bir mittir ve Bedirhani ailesine karşı da büyük bir bağlılık vardır.[1] Bu yazı da bir anlamda Ahmet Kardam’ım Bedirhan incelemesinden hareketle Bedirhani hareketinin  hak ettiği yere oturtulması yönünde bir deneme çalışmasıdır.
Burada unutulmaması gereken bir nokta daha vardır ki Kürtlerin dinsel duygularının güçlü oluşu ve İslam halifesine  olan bağlılıkları. Bu bağlılık bir anlamda farkındalık duygusu gelişmeye başlayan ve gelişen Kürt kökenli önderlerinin direnişlerine sinmiştir. Halifeye boyun kıldan ince ve eğridir[2]. Halifenin askerlerine dolayısıyla Halifeye el kaldıramaz[3], yönünü başka yere çevirerek  güçlerini başka yerde denerler. Bu yönelme Bedirhan Bey’de Nasturiler olurken, Şeyh Ubeydullah hareketinde ise İran’a doğru olur. Bu bakımdan da Osmanlı tarafından bir isyan olarak görülmez bir asayiş ihlali olarak algılanırlar. Aşağıdaki metinlerde de  görüleceği gibi fesad olarak tanımlanır.
Kaldı ki Bedirhan Bey son ana kadar ortalıkta görülmez diğer Kürt reislerini öne sürer. Kendisi bir anlamda arabulucuk ile elini da güçlendireceği kanısındadır. Kardam, kitabında buna dair bir çok örnek vermiştir. Biz burada birine dikkat çekmek isteriz. Yukarıdaki yargımız 29 Haziran 1845 tarihli Seyid Bekir Sami’nin Sadarete yazdığı raporunda belirgindir:
“… Bende maslahat gereği Cizre Kaymakamı Bedirhan Bey ile tanışma fırsatı bulmuştum. Çıkan bu isyanda[4] Bedirhan Bey’in de katkısının olabileceğini düşündüğüm için mühürdarım olan Tosun Ağa’yı Bedirhan Bey’e göndermiştim. Şimdi Bedirhan Bey ve mühürdarım olan Tosun Ağa’dan gelen yazılardan anlaşılıyor ki Bedirhan Bey’in bu isyandan asla haberi yok. Çünkü Bedirhan Bey yemin billah ederek bundan haberinin olmadığını ve bu isyanın bertaraf edilmesi için elinden gelen bütün gayreti göstereceğine söz veriyor. Diğer Kürt beylerinin bu isyana destek olmamaları için özel bir adamını yollayarak kendilerine gerekli telkinlerde bulunmuştur.
Bedirhan Bey kendisine bir taltifname gönderilmesini talep etmektedir. Her ne kadar kendisinin sözlerine itimat etmek doğru değil ise de bu şartlarda kendisinden gerekli yardımı sağlamak amacıyla, tarafımdan bir taltifname gönderilmiş  ve kendisine İstanbul’dan ödüllendirileceği sözü verilmiştir… Bdirhan Bey de Padişahın rızasına uygun olarak bu yöredeki Kürt beylerinden Han Mahmud, Han Abdal ve Hakkari Bey’i Nasrullah Bey’i halktan gerekli desteği almamaları için gereken desteği vereceğine söz verdiğine göre bu işi halletmek daha kolay olacaktır. Bu durumda Bahri Paşa Van’a ulaştığında konuyu Bayezit Kaymakamı Behlül Paşa ile müzakere ederek Van halkının yazılı ve sözlü tehdit ve gözdağı verilerek uyarıldıkları zaman ve adı geçen Kürt Beylerinden de destek alamadıkları takdirde bu isyanı daha fazla sürdüremeyeceklerini ve dolayısıyla herhangi bir cebir kullanmaya da ihtiyaç yok, diye ümit ediyorum.”[5]
Yukarıda ki alıntıda ortaya konulan zihniyet bütün bir dönem boyunca cereyan eden Kürt Beylerinin direnişlerinin belirgin ve ortak karakteri olarak önümüze çıkmaktadır. Görüldüğü gibi Osmanlının endişesi yoktur. Güç kullanılmasına da gerek kalmayacağını ümit ettiğinin altı çizilmektedir. Nitekim Paşa  haklı çıkacak kendisine karşıt güçleri birbirleriyle karşı karşıya getirip birbirine kırdırarak etkisizleştirmesi kolay olacaktır.
Üstelik Bedirhan Bey’in direniş yılları Osmanlının bölgede en dağınık ve güçsüz olduğu, yenilgilerden yeni çıktığı yani belini henüz doğrultamadığı döneme denk gelmektedir. 1829’da Rusya’ya karşı hezimete uğramasının ardından, Mısır Ordularının Toros’ları aşarak Anadolu içlerine ilerlemesini Osmanlı ancak Büyük güçlerin yardımı ile durdurabilmişse de Mısır tehlikesini tam savuşturamamış, 1839’da da Nizip savaşında Mısır Güçlerini komuta eden İbrahim Paşa’nın ordusuna karşı ağır bir yenilgi almıştır. Bu son yenilgi ile Kürdistan’a karşı girdiği fetih hareketi kesintiye uğramış, Bedirhan Bey Osmanlının bu şaşkın anında bir güç denemesinde bulunmasına rağmen başaramamış teslim olarak sürgüne yollanmıştır.
Bütün bu savaşın Tarihi Ermenistan topraklarında geçtiği unutulmamalıdır. Ancak Ermenistan’daki yıkımın boyutları ayrı bir yazının konusu olması dolayısıyla burada değinmekle değinmekle yetiniyoruz.
Batıda ilerlemesi duran ve fetih olanakları ortadan kalkan Osmanlı için 300 yıldır egemenliği altındaki toprakları yeniden düzene sokmak hayati bir sorundur: “Osmanlı, Kürdistan’ın kendi sınırları içindeki bölümünün tamamını kendi egemenlik alanı ola­rak görmekte ve yönetimi merkezileştirme politikasının bir uzantı­sı olarak, orada 300 küsur yılı aşkın süredir şöyle ya da böyle süregiden özerk ve yarı özerk beylik düzenine son vermesi gerek­tiğini düşünmektedir. Bir başka deyişle, sorun, Rumeli veya Ana­dolu topraklarının herhangi bir bölgesindeki şu veya bu ayanın veya ayan ailesinin varlığına son verip o bölgede Osmanlı otorite­sinin yeniden kurulması değil, kendilerini askerleriyle ve beylikle­rinin hanedan aileleriyle özdeşleştirmiş bir halkın varlık koşullarının yok edilmesi, Kürdistan’ın tümüyle ve kesin olarak Osmanlı devletinin hâkimiyeti altına sokulması, yani Kürdistan coğrafyası­nın o bölümünün fethedilmesi sorunudur.” (s 71)
“Reşid Mehmed Paşa’nın 1835 baharında Garzan’daki Ezidilere saldırısıyla başlayan ve ancak 12 yıl sonra, 1847 temmuzunda Bedirhan Bey’in teslim olmasıyla nihai hedefine ulaşabilen Kürdis­tan’ın fethi iki aşamada tamamlanır. Birinci aşama, 1835’te başlayıp 24 Haziran 1839’daki Nizip savaşı ile son bulur. Osmanlı’nın Mısır valisi Mehmed Ali Paşa ordusu karşısında Nizip’te uğradığı hezimet onu 1839 yazından Kasım 1846’ya kadar, fetih harekâtına yedi yıl süreyle ara vermek zorunda bırakır. Tanzimat Fermanı’nın (1839) mimarı Mustafa Reşid Paşa’nın sadrazam olmasıyla fetih harekâtının ikinci aşaması Eylül 1846’da bu kez Bedirhan Bey’e karşı başlatılır ve 1847 temmuzunda tamamlanır. Böylece, Osmanlı Kürdistan’ındaki beylik düzenine geri dönülmemek üzere kesin olarak son verilir ve Kürdistan bir Osmanlı eyaleti haline getirilir.” (s 71-72) Osmanlı, Kürdistan’a yani Tarihi Ermenistan’a askeri gücünü bir kez daha kabul ettirmiştir. Ancak Osmanlı’nın Bölgeye ikinci gelişi ilkinden biraz daha farklı ve sistematiktir. Her ne kadar Osmanlı- Kürt ittifakı Sünni bir temelde yeşerdi ise de 1826 da Yeniçeri Ocağının kanlı tasfiyesinden sonra Devletin yeni karakteri daha resmi bir Sünni temelde şekillenecektir. Bu özellikle Hamid döneminde daha da görünür bir karakter alacak,  Hamid ile Kürtler arasında Hamidiye Alayları ile birlikte yeni bir antlaşma ile tarihi Ermenistan’ın fethi yeniden gündeme gelecektir. Osmanlının bu kez daha sistemli hareket etmektedir.
Bedirhan Beyin yükselişine bakarsak kısaca bir tedip hareketi sonunda Cizre’ye mütesellim olarak tayin edilerek, güçleri Osmanlı ordusuna yedeklenmesiyle başlar:
“Hafız Mehmed Paşa 1837 yazında, Sincar Ezidilerine karşı ke­sin olarak boyun eğdirme amaçlı bir sefer düzenlerken, komutası altındaki Kürd Mehmed Hamdi Paşa’yı da Cizre üzerine yürüyüp dağlara çekilmiş olan Bedirhan Bey’in direnişine son vermekle gö­revlendirir. Osmanlı ordusuyla baş edemeyeceğini anlamış olan Bedirhan Bey direnmeyip itaat etmeyi tercih eder ve, daha sonra, Hafız Mehmed Paşa tarafından Cizre-Bohtan beyliğine mütesellim (yönetici) atanır.”[6]Mütesellimlik yanında Bedirhan Bey’e binbaşılık rütbesi de verilecektir. Ayrıca Dersaadetten,  bir şeref madalyası ve bir miralay kılıcı ile de ödüllendirilecektir.
Osmanlı ordusuna yedeklenen Bedirhan güçleri Kürdistan’daki yeni fetih ve tepelemelerin aygıtına dönüşmüştür. Önceki bölümde de örneklediğimiz gibi Bedirhan güçleri fethin bir parçasıdır. “Sincar Ezidilerinin direnişini çok kanlı biçimde bastıran Hafız Mehmed Paşa çoğunluğunu yine onların oluşturduğu Tılefer’i de çok kan dökerek zapteder ve Mayıs 1838’de Hacı Behram miri Said Bey’in elindeki Gurkel kalesini Bedirhan Bey’in yardımıyla düşü­rür. Hemen ardından, Haziran-Temmuz 1838’de, Garzan bölge­sindeki Ezidileri kanlı bir saldırıyla zapturapt altına alır. Bu askeri operasyonların bir amacı da, Mısır valisi Mehmed Ali Paşa’yla ya­pılacak nihai hesaplaşma sırasında ortaya çıkabilecek olası Kürt direnişlerine imkân vermemektir.” (s 74)
 Kardam, Osmanlının Kürdistan üzerindeki seferinin bu kanlı eylemlere başarıya ulaştığını bu kazanımlarının Nizip bozgunu ile sıfıra indirgenmediğini kaydeder. Osmanlı Kürdistan’a girmiş, yerleşmiş ve yeni düzenini oluşturmuştur. “1835’te Reşid Mehmed Paşa’nm komutasında başlayıp, onun ölü­münden sonra 1838’e kadar Hafız Mehmed Paşa eliyle sürdürülen Kürdistan seferi sonucunda, Osmanlı ordusu Kürdistan’ın o güne kadar hiçbir ordunun giremediği bölgelerine girmiş olur. Başta So­ran beyliği olmak üzere, büyüklü küçüklü çok sayıda Kürt beyli­ğinin varlıklarına son verilir. Yine, büyüklü küçüklü birçok Kürt beyliğinin 16. yüzyıldan beri devam edegelen, veraset yoluyla yö­netilen “hükümet sancağı” statüsüne son verilir. Beyliklerin yöne­timleri yine çoğunlukla yönetici sülaleden birine verilmekle birlik­te, bu beyler Osmanlının atadığı “mütesellim” statüsüne indirge­nir.” (s 75)
Osmanlı artık Kürt Beylerine karşı operasyonları diğer Kürt Beylerine yaptırmaktadır. Nitekim Nizip Savaşı öncesindeki son Askeri harekata ordu katılmaz Müküs Beyi Han Mahmud’a karşı yapılan askeri harekat Bedirhan, Mir Sevdin ve Hakkari Beyi Nurullah eliyle yapıtırılır.
Kürdistan’da artık hiçbir şey eskisi gibi değildir. Nizip bozgunu Osmanlıyı sarsmış olsa da Kürdistan’da kurduğu yeni düzeni pek fazla etkilemiş olduğu söylenemez. Bu Bedirhan Bey’in  direniş sürecinde de açıkça görülmektedir. Bedirhan Bey sürekli alttan almakta zaman kazanmaya çalışmakta ve öne diğer Kürt beylerini sürmektedir. Bunun yanında Osmanlının yenilgisi “Osmanlı devletinin isyan eden bir vali (Mehmed Ali Paşa) karşısında ne kadar güçsüz olduğunu, bir valisinin isyanı karşısında bile, toprak bütünlüğünü sağlamak için yabancı devletlerin yardımına muhtaç olduğunu tüm Kürdistan’a gösterir.Nizip yenilgisinin özellikle Cizre-Bohtan beyi Bedirhan için ce­saretlendirici, ufuk açıcı sonuçları olduğu anlaşılıyor. ( s 76)
Bedirhan Bey Osmanlının sendelediği bu  ortamda fırsatları lehine çevirme yollarına başvurarak ittifaklar tesis etmeye başlar:  “Osmanlının Nizip bozgunuyla birlikte Bedirhan Bey’in yükselişi de başlar. Ni­zip yenilgisinin ardından, Hafız Mehmed Paşa ile kurduğu diplo­matik ilişkilerin kendisine kazandırdığı güçle, … (s 76)Diğer Kürt beyleri ile kurduğu ittifaklar saye­sinde, Bedirhan Bey kısa zamanda diğerlerinin arasından sıyrılarak, Kürdistan’ın en güçlü beyi ha­line gelir. Bu ittifaklar ayrıca Bedirhan bey çevresinde bir koruma kalkanı olarak kullanıldığını da söyleyebiliriz. Ayrıca Bedirhan Bey bölgedeki her güç gibi Devleti arkasına alarak güçlenmektedir. Devletle olduğu zaman güçlüdür. Bu aynı zamanda Samir Amin’in de dediği gibi kapitalizm öncesi haraççı toplumların karakteridir de. Devletle olduğun zaman her şey, devletle ayrı düştüğün zaman hiçbir şey!
Nizip Yenilgisi kendisine bir fırsat tanımasıyla birlikte, Bedirhan’ın Osmanlı tarafından güçlendirilmiş olduğunu da söylemek mümkündür; 1838 sonu veya 1839 başında Osmanlı  tüm ça­basını Nizip savaşı hazırlıkları üzerinde yoğunlaştırdığında, “hem asker toplamaya imkân tanıması ve hem de cephe gerisinde sorun yaşanmaması için, 1835’ten beri yürütülegelmiş operasyonlarla sindirilmiş Kürt beyliklerinin, Osmanlı desteği ile güçlendirilmiş ve daha da güç­lendirilecek olan Bedirhan Bey aracılığıyla kontrol altında tutul­ması önemliydi… Kürdistan’dan olabildiğince çok sayı­da Kürdün ordu için seferber edilebilmesi yaşamsal önem taşı­maktaydı. Osmanlı ordusunun çok önemli bir kısmını Kürdis­tan’dan toplanacak başıbozuk askerler oluşturacaktı. O nedenle, Diyarbekir eyaleti redif alayları miralayı Bedirhan Bey’i hoş tut­mak önemliydi.”  (s 76) Ancak bu geçici bir durumdur.Bedirhan Bey bu geçici durumu kalıcı sanarak güç denemesinde bulunmuştur.
Nizip savaşı sonrasında Osmanlı bölgede kontrolünü geçici olarak kaybettiğinde bölge geçici olarak Bedirhan Bey’e kalmış olur. Kardam bu durumu şöyle özetler: Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın, padişaha sunduğu 26 Tem­muz 1847 tarihli tezkeresinde, her ne kadar devletin elinde gibi gö­rünüyorsa da, aslında “birtakım zalim ve serkeşlerin” [siz bunu Bedirhan Bey ve müttefikleri olarak okuyun] elinde olan bir “Kürdistan”dan söz edilmektedir. (s 110)
Kardam’ın Bedirhan Bey’in Osmanlı ilişkileri ile ilgili Bedirhan tarifi direnişinin niteliğini açıklar mahiyette olduğu kadar Durduğu yeri de özetler :1847 haziranında Cizre’ye saldıran Anadolu Ordusu müşiri Osman Paşa’nın birlikleriyle savaşması dışında, o tarihe kadar Osmanlıya ait hiçbir kale­ye ve yere saldırmamış, tek bir Osmanlı askerine kılıç sallayıp ateş etmemiş olan… Müttefiklerinin direniş ve isyanlarını hep desteklemiş, hatta bizzat planlamış olduğu halde hep geri planda durmuş, kendisine yönelik iddiaları hep red­detmiş, Osmanlıyla diplomatik ilişkilerini korumaya sürekli özen göstermiş olan Bedirhan Bey… (s 113) Yumurta kapıya geldiği zaman silaha sarılmak Kürt direnişlerinin genel karakteridir. Herkes sıranın kendisine gelmeyeceğini düşünerek önceki tedibi seyreder ya da destekler bir tutum almaktadır. Kardam konunun Dersaadet’te  tartışıldığını ve Bedirhan bey’in direnişinin geçiştirilmesinin yollarının arandığını kaydeder: Dersaadet, Nizip bozgununun açtığı yaralar sarılmaya çalışılırken Kürdistan’da gereksiz yere sorun yaratılmasını is­tememekte ve yaratılmış olan sorunun Bedirhan Bey’in ikna edil­mesine bağlı ve bunun mümkün olduğunu düşünmektedir. Sad­razam, “içinden geçilmekte olan şu nazik zamanda, [Kürdistan’da] hiçbir şekilde bir ihtilale yol açılmamasını” istemektedir.
Kardam eklerde (BOA 155 [img039984] ) verdiği bir belgede yine Bedirhan Bey’in güzellikle yola getirilebileceği kaydedilmekte ve buna uygun hareket edilmesi tavsiye edilmektedir:
“Cizre tarafında bulunan Miralay Bedirhan Bey bi’t-taltîf celb olunduğu hâlde merkûm Han Mahmud ile müttehid olduğundan gaile-i mezkûrenin hüsn-i suretle indifâ’ı hâsıl olacağı cihetle mîr-i merkûmun imâl-i letâyifü’l-hiyel tarafına celbiyle istihsâl-i indifâ-ı gaileye himmet olunması hususunun Diyarbekir müşîri atûfetlü Vecihi Paşa hazretlerine dahi iş’âr ve merkûmların İranlu cânibine savuşamamaları esbâbının istihsâline gayret eylemesi keyfiyâtının…”

Bedirhan Bey’in ana stratejisinin ana noktaları olarak Kardam  şunları sıralar (s 121-22):
• İttifak halinde olduğu Kürt beylerinin direniş veya açık isyan­larını çeşitli biçimlerde desteklemek veya planlamak, ama Osman­lıya karşı hiçbir zaman açık bir direniş sergilememek, hele silaha asla davranmamak;
• Bu isyan ve direnişlerin destekçisi ya da planlayıcısı olmakla suçlandığında, bu suçlamayı kesin bir dille reddetmek ve bölge va­lileri ile yazışmalarında direniş veya isyan halinde olan müttefiki Kürt beyleri için “hain”, “asi”, “eşkıya”, vb. gibi sıfatlar kullanırken, padişah, sadrazam ve bağlı olduğu bölge valisine karşı sada­katini neredeyse “kölece” denebilecek aşın abartılı bir dille ifade etmek;
•  Böylece, gerekirse sahip olduğu askeri gücü kullanabileceği tehdidini kuşkusuz ima eden diplomasi kanallarını asla kapatma­mak;
•  Açık tutmaya özen gösterdiği kanallardan, her seferinde, sa­raya, hükümete ve bölge valilerine şu mesajı vermek: “Bölgedeki direniş ve isyanları kontrol altına almak, Kürdistan’da istikrar sağ­lamak istiyorsanız beni muhatap alıp yetkilendirin; ben yaşanan her sorunu çözebilirim.”
Kısaca Osmanlının sendelediği bir tarih aralığında Bedirhan Bey, Osmanlının Nizip bozgununun sonucu düştüğü zayıflığın ve çaresizliğin sürgit devamı varsayımı içinde, çevresine koruma çemberi olarak aldığı diğer Kürt Beyleri ile kendine bir iktidar yolu açmak istemektedir. Osmanlı Bedirhan Bey’i tatlılıkla eski çizgisine getirmeye, asiliğini geçiştirmeye çalışır. Yetmediğinde ise zora başvuracaktır. Burada da öncelikle – her Kürt direnişi ya da isyanında olduğu gibi- Bedirhan Bey’in Kürt Beylerinden oluşan koruma çemberi ortadan kaldırılır. En yakınlarını elde eden ve kendi yanına çeken devlet için, Bedirhan’ı teslim alıp sürgüne yollamak kolaydır. Küçük bir direniş sonucunda Bedirhan Bey yenilerek teslim olur.
Kardam, Bedirhan Bey’in direnişinin bir ay gibi olağanüstü kısa sürede çökmesini ve  yenilginin nedenini de tartışarak, yenilgiyi  sosyal ve siyasal gelişmemişliğe bağlarken; Bedirhan Bey’i efsaneleştirerek onu 19. yüzyılın sonu ile 20. yüzyılın başındaki örgütlü Kürt ulusal uyanışının başlıca referans noktalarından biri haline getiren, ken­dinden önceki ve sonraki Kürt isyanlarının tersine, askeri basanla­rı değil, başarılı bir siyasetçi olarak görülmemiş genişlikte bir Kürt ittifakı kurması, yönetim becerisiyle Cizre-Bohtan beyliğini yüksek bir refah düzeyine yükseltip ona “devlet” özellikleri kazandırması, Osmanlıyla kurduğu diplomatik ilişkilerle özerk/bağımsız bir Kürdistan hedefine doğru kaydettiği ilerlemedir.(s 372) sözleriyle Bedirhan Bey mitini tanımlamasına çekinceli yaklaşıyoruz. Bedirhan Bey Hareketi Kürt unsurları içinde barındırsa da dönem itibariyle gelişmişlik düzeyi bir farkındalık keşfedilse dahi milli bir bilinç yoktur ve milli bir harekat sayılmamalıdır. Bedirhan bu hareketi ile bir Kürt hareketi /Kürdi hareket planlamamıştır. O  sadece kendisine bir iktidar açmak istemiştir. Buna rağmen primordialist bir tarih anlayışı çerçevesindeki bir ihtiyaçtan doğan bir Bedirhan mitinin dolaşıma sokulduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür.
Kardam’ın yenilginin sonuçları olarak söylediği: Bedirhan Bey’in yenilgisi Osmanlı Kürdistan’ının tarihinin en önemli dönüm noktalarmdan biridir. Bu yenilgiyle birlikte Os­manlı Kürdistan’ındaki beylik düzenine son verilmiş, Kürdistan’ın Osmanlı tarafından fethi tamamlanmış, günümüzdeki “Kürt sorunu”nun temelleri atılmış, çok çeşitli etnik ve dinsel unsurlardan oluşan bu coğrafyanın kendi iç dinamikleriyle gelişme imkânlan yok edilmiştir.Sözlerine de maalesef  katılamıyoruz. Osmanlı Kürdistan’ı denen bölge Tarihi Ermenistan’dır. Başta da belirttiğimiz gibi Osmanlı-Kürt ittifakı tarihi Ermenistan’ın fethini amaçlamış ve gerçekleştirmiştir. Bu konudaki yargımızı Bedirhan Bey’in bir güç gösterisi olarak gerçekleştirdiği Nasturi Soykırımı’nın perçinlediğini söylemekte sakınca yoktur.
Şeyh Ubeydullah’ın  yıllar öncesinden söylediklerine kulak vermemizde ve onun sözlerini  bir kere daha düşünmemizde fayda vardır:
 1880 yılı temmuz ayı sonunda  Kürt liderle­ri Şemdinan’da toplanmıştır. Bu toplantı, Kürtlerin 19. yüzyıl ta­rihindeki en temsilli toplantısıdır. Toplantının amacı Ubeydullah tarafından  Kürt aşiretleri arasında birlik kurulması ve ayak­lanma için hazırlık yapılması olarak belirlemişti. Toplantı ol­dukça ateşli geçmiş ve Kürtler arasındaki çıkar farklılığını or­taya koymuştu. Türk iktidarı ile işbirliği halinde olan bazı aşiret reisleri daha toplantının başlangıcında Kürt birliğinin Ermeni ve diğer Hristiyanlara karşı kullanılması görüşünü ileri sürdüklerinde, Şeyh Ubeydullah onları uyararak bir gerçekliği ifade eder: Şayet, bugüne kadar Saray, Kürtleri destekliyorsa, bu onları, Ana­dolu’daki Hristiyan unsurlara karşı kullanmak istediğindendir, fakat, Ermeniler katledildiği taktirde, Kürtler Türkiye Hükümeti neznindeki önemlerini kaybedeceklerdir”[7]  Ubeydullah Nehri’nin sözlerinin altını bir kere daha çiziyoruz. Bu günkü gerçeklik de  tam da buna tekabül etmektedir.



Newroz, 20 Ekim 2010, sayı 190


[1] Günümüzün özgün Kürt yazarlarından Cemil Gündoğan “Bugünün Kürt aydınları, geçmişlerinde Kürt aydını aradıklarında  Bedirhan kardeşlerden başkasını pek görmezler” der Bedirhani ailesine bu bağlılığın sonuçlarından birinin de  diğer önemli kişiliklerin ve “ısrarla kendi topraklarında kalıp direniş örgütleyen çizginin” gölgelendiğinin altını çizer. Örnek olarak da Bu çizginin temsilcileri olarak da İhsan Nuri Paşa ve Koçgirili Alişer örneğini verir. Cemil Gündoğan, Dönemeç Yazıları Kürt Sorunu Üzerine Makaleler (1999-2011) Vate Y.2011, s 91.Biz Cemil Gündoğan’ın örneklerine, Şeyh Ubeydullah Hareketi ile Mevlanzade Rıfat Efendiyi de eklemek isteriz.  Bedirhan Bey Oğullarının da tümünün de aynı fikirde ve aynı yönde olduğu da söylenemez. Bu konuda Ahmet Kardam’ın  bu konuda verdiği örnekler  çarpıcıdır. (Ahmet Kardam, Cizre- Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan Yılları, Dipnot Y. 2011, s 30-32. Ancak Bedirhanilerin kendilerine Kürt hareketinin önderleri misyonunu biçtiklerini ve buna da hakkı olduklarına inandıklarını eklemekle yetinelim.  Ahmet Kardam’ın Cizre- Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan Yılları kitabından yapılacak alıntılar bundan böyle metinde sahife numaraları ile belirtilecektir.
[2] Diplomatik bir dil olduğunu kabul etsek dahi Bedirhan Beyin mektubunda geçen bu ifadelerin neresi nüanse edilebilir: Devlet her dağ başında benim gibi bin Bedirhan bulup hiçbirine çobanlık bile vermezken, benim miralaylık rütbesine nail olup padişah nişanına layık görülmem iyi hizmet edip tuttuğum yoldan Ötürüdür. Maazallah, nzaya karşı çıkacak olsam, padişahın bugüne kadar yediğim ekmeği gözüme durup fena olaca­ğım gün gibi meydandadır. Hal böyleyken, asiliğe kalkışanlara nasıl olur da yardım ederim? (…) Padişahın nişanına layık görülmüş ola­rak, bunun gereği ve borcu olarak, değil Han Mahmud haini, muha­lefet eden kardeşim bile olsa mutlaka bir yolunu bulup onu elde edip [ikna edip] ilgili yere sevk etmek görevimdir. (s 125)
[3] Soran ulemasının ilan ettiği Halife ordusuna karşı çıkmanın kafirlik olacağı fetvasının Mir Muhammed’in kuvvetlerinin etkinliğini kırmış hareketin yenilgisiyle sonuçlanmıştır. “Osmanlı ile mir Muhammed arasında sözü edilmeye değer herhangi bir çatışmadan söz edilmemektedir.” Ahmet Kardam, Bedirhan…, s 73
[4] Yazar -okuyucuya kolaylık olması bakımından olsa gerek- isyan kelimesini kullansa da orijinal metinde isyan yerine  fesad-ı mezküre kullanılmıştır. Bu alıntıdaki bütün isyan kelimeleri fesad-ı mezküre okunmalı/anlaşılmalıdır. Çalışmada belgelerin orjinalleri, transkribi ve bugünkü dile tercümesi bulunmaktadır.
[5] Kerem Soylu, Mesail-i Mühimme-i Kürdistan (Kürdistan’ın Önemli Meseleleri) Enstituya Kurdi, Amed 2004, s 267-269. Kerem Soylu’nun bu kapsamlı arşiv incelemesi ve deşifrasyonu ile son derece önemli belgelerin okuyucu ve araştırmacılar ile buluşması sağlanmıştır. Okuyucu bu sayede birinci el kaynaklara direkt olarak ulaşma olanağı elde etmektedir. Ahmet Kardam’ın da kitaba eklediği arşiv belgelerinin orjinalleri ile birlikte  bunların transkribi ile  de bu belgelerin günışığına çıkarak okuyucu ve araştırmacılara sunması ayrı bir takdire değer çalışmadır.

[7] Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras, Péri Yayınları, 1998, s 85

Emir Bedirhan’ın Cizre-Bohtan Direnişini Doğru Okumak -4
Bedirhan Hareketi sonrası evirilen yapı, direnişler ve Şeyh Ubeydullah Hareketi
Sait Çetinoğlu
Bu bölümde Nizip yenilgisinden sonra ortaya çıkan Bedirhan direnişinde olduğu gibi, Osmanlı’nın bir başka yenilgi sonrası ortaya çıkan Şeyh Ubeydullah Hareketine odaklanacağız.
Ancak Şeyh Ubeydullah Hareketinden önce Kırım Savaşı sırasında Kürdistan’da meydana gelen bir harekete kısa da olsa değinmekte fayda  vardır.[1]
Bu harekete değinen çeşitli araştırmacılar Yezdanşer /İzzeddin Şer[2] Hareketinin  Kürdistan’daki ilk halk hareketi olduğunda birleşirler. Bunu da Kürdistan’ın ikinci kez fethine karşı halkın tepkisinin dışavurumu olarak niteleyebiliriz.
Hareketin başında Osmanlıların, amcası Bedirhan Bey’e  ihanette ikna ettikleri Bohtan Beyi Yezdanşer’ bulunmaktadır. Vaad edildiği gibi Kürdistan’a genel vali yerine mütesellim olarak  tayin edilen Yezdanşer hayal kırıklığı içinde İstan­bul’dan ülkesine dönmüştür.  Bunu  kendisine ihanet olarak niteleyen Yezdanşer isyanla karşılık vermek ister. Yezdanşer, Kürdistan’da yeni ittifaklar kurduktan sonra, 1854 yılında ayaklanmayı başlatır. Harekete Hakkari’den başlayan Yezdanşer’in ayakalanması şaşırtıcı biçim­de büyür. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bundan, Fethin halkın sırtına yüklediği külfetlerin etkisinin, halkın huzursuzluğunun büyük olduğunu çıkarabiliriz. Yezdanşer Bohtan’ı ve Musul’u işgal ederek Bağdat kapılarına kadar dayanır. Bitlis ve Van’ın işgali sırasında çok kan dökülür. Yezdanşer, Osmanlı asker ve görevlilerine çok kayıp verdirir. Harekete Ezidi Kürtleri’nin yanı sıra Ermeniler, Süryaniler, bölge Rumları da Kürtlerin yanında yer alırlar.[3] Bu durum fethin bir milliyet ve din ayrımı yapmadan halk üzerindeki baskısını ve halkın fethe karşı tepkisini doğrulamaktadır. Hareket 1855 yılında Kürdistan’ın tamamına yakın bölgelerine yayılır. Kürtler, güneyden yayıla­rak Erzurum ve Van üzerine yürürler. Fakat silah kıtlığı çekiyor, askeri güç olarak da yetersiz kalıyorlardı.  Yezdanşer, bu sırada Rusya’ya haber göndererek birleşme ve yardımlaşma istediyse de bir cevap alamaz. Bundan son­ra Osmanlı hükümeti ve Yezdanşer arasında görüşmelerde, kendisine arabulucu rolü verilen İngiliz konsolosunun us­taca bir tertibi ile Yezdanşer görüşmede tutuklanıp İstanbul’a götürülür. Bundan sonra da hareket başsız kalarak dağılır ve bu halk hareketi başarısız kalır.[4] Bohtan Emirliği birliği Yezdanşer’in de sürgün edilmesiyle dağılır.
Yezdanşer direnişi esnasında sürgünde bulunan Man Mahmud ve Bedirhan Beylerin sıkı muhafaza edil­melerine özel bir gayret gösterilmiştir. “Kürdistan Valisi ve Anadolu Ordusu Müşirleri iki mirin firar edip mem­leketlerine dönmemeleri için her türlü tedbirin alınma­sını istemişlerdir. Dersaadet 14 M 1271 (24.09.1854) tarihli emirname ile Kürdistan’daki gelişmelerden dola­yı Girit ve Silistre Valilerinden olası firarlara karşı sür­gündeki mirler üzerindeki güvenlik tedbirlerinin arttı­rılmasını istemiştir. Emirnameyi alan valiler gerek Han Mahmud gerek Bedirhan Bey’e karşı her türlü önlemin alındığını Dersaadete bildirmişlerdir.[5]
Kürdistan’da mirlerin yenilgisi  ve emirliklerin dağıtılmasıyla birlikte, Osmanlı merkezi idaresinin yanında yeni bir iktidar odağı yükselir: Şeyhler. Bu, 1848 sonrası Kürdistan’da yeni bir dönemi işaret eder. Kürdistan şeyhler ve aşiret reislerine kalmıştır.
Naci Kutlay Kürt şeyhleri ve daha önemsiz aşiret reislerinin  sahne alışını Kürtlerin kaybettiği ve sultanın karşısında her şeye razı Kürt yöneticilerinin ortaya çıktığı bir sürece evirildiğine işaret eder:
19.Yüzyılın ikinci yarısında, yani Kürt Mirlikleri’nin ortadan kaldırılmasından son­ra, yerini, daha önemsiz aşiret reisleri ve şeyhlerin alışında, gelinen bu yeni dönemde, sosyal ya­şam ve Kürt istemlerinde büyük değişiklikler oldu. Kürt Mirleri’nin geleneksel bir konumları vardı. Komşu beylere ve Osmanlı Devleti’ne karşı nasıl bir tavır alacakları biliniyordu. En Önemlisi, bunların geniş yarı bağımsızlığa sahip oluşlarıydı. Oysa gelinen yeni dönemde, bu ye­ni küçük “ağa” ve “bey”ler güçsüzdüler ve devlete bağımlılıktan başka dayanakları yoktu. An­cak dini önderler, “1858 Arazi Kararnamesi”nden sonra elde ettikleri geniş topraklar ve göçen Ermenilerin el koydukları taşınır ve taşınmaz malları, onları bölgenin en nüfuzluları yapmıştı. Sultan’ın Panislamist görüşleri, bunların politik konumlarının güçlenmesine yardım ediyordu. Şimdi Kürdistan’da, eski mirlerin yerine, Sultana bağlı yeni Kürt yöneticileri vardı. Giderek, İs­lamlık daha çok öne çıktı. İmparatorluğun doğusundaki gayri Müslimlerin aleyhine ve Sultan’ın yararına olan bir sonuçtu bu…[6]
Bu yeni durum bölge halkları için ayrı bir yıkım anlamına gelmektedir. “Kürt şeyhleri ve aşiret reisleri artık eskisi gibi takip edilmediklerinden hayat Ermeniler için daha da çekilmez bir hale geliyordu. Kürt aşiretleri 1847 ve 1854 olaylarında kendileri­ne vurulan darbelerden uyanmışlardı. Diğer taraftan büyük Kürt beyliklerinin ortadan kaldırılması ve güçlü bir Osmanlı ordusunun Kürdistan’daki varlığı, Kürtler’in bağımsızlık ve egemenlik istek­lerini ertelettiriyor ve bunun yerini bir nevi kadere boyun eğiş alı­yordu. Kürtler kendi dar yöresel hâkimiyetleri ile yetiniyor ve ta­lana, soygunculuğa, iç kavgalara devam ediyorlardı. Milli birlik bilinci ise büsbütün unutuluyordu[7] Kürtler…  Ermeniler’e kar­şı öyle bir sömürü siyasetine başladılar ki, bu baskı 1848’de önce­kini aratacak güçlülükteydi.”[8]
Bu dönüşümün Bölgenin otokton haklar üzerindeki yıkıcı etkisi başka bir yazının konusu olmakla birlikte burada kısaca değinip geçelim:
“Daha önceleri Ermeniler’in yerleşik olduğu bütün Ermeni böl­gesi herhangi bir büyük Kürt beyinin idaresi altındaydı ve bundan dolayı Ermeniler diğer aşiretlerin baskısından korunuyorlardı. Kürt beyleri Ermenileri sömürüyor ve bu sömürü babadan oğula berdevam ediyordu. Halbuki bu yeni koşullarda Ermeniler Os­manlı idaresine bağlı ve onlarla vergi veren bir duruma geçince, Kürtler Ermeniler’i Osmanlı’ya bağlı, sömürülmesi olağan fakat şimdi başkasına tabi olan bir kitle olarak görmeye başladılar.”[9] Artık Ermeniler Batı Ermenistan’da artan bir güvensizlik ortamında yaşamaktadırlar.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı, Bedirhanilere yeni bir fırsat sunar. Ancak Kürdistan’daki Şeyhlere sahne verildiği bu dönemde bu fırsat geçici bir durumdur. Osmanlı, 1877-78 Osmanlı- Rus Savaşı’nı kaybedince,doğal olarak savaşın cereyan ettiği Batı Ermenistan’daki/Kürdistan’daki egemen­liği de sarsıntı geçirir. Bunun sonucu olacak, Bedirhan Bey ailesinden Osman ve Hüseyin Bey’ler, Cizre’de baş kaldırdılar. Başlangıçta, kısmi başarıları oldu, ama, kısa sürede kaybettiler. Erzu­rum’daki Rusya Konsolosu General Obrmiller’e göre, Osman ve Hüseyin Bey’ler, Sultan 2. Mahmut ve Sultan Abdülmecit döneminde dedeleri Bedirhan Bey’in kaybettiği yarı bağımsız Mirliği geri getirmek istiyorlardı.[10]
Savaş sonrasındaki bu geçici sarsıntı sırasında İkinci kuşak Bedirhanilerin sahneye çıkarak Emirliği canlandırmaya çalışmaları, Osmanlının sarsıntısı geçici olduğu gibi Bohtan Emirli­ğinin toparlanması da kısa ve geçici bir dönem olur. Ayrıca Bedirhaniler bu fırsatı da Osmanlı sayesinde ve Osmanlıya hizmetin sonucunda yakalamışlardır. Ancak fırsatı lehlerine çevirmeye ne kendi güçleri vardır nede reel-politik bu fırsatı gerçekleştirmeye müsaittir.  “Savaş sıra­sında Bedir Han’ın oğulları Osman ve Hüseyin, paşa unvanı alarak komutanlığa getirilmişlerdi. Komuta ettikleri birlikler de, anlaşılan ağırlıkla Kürtlerden oluşmaktaydı. Osmanlı ye­nilgisinin ardından, Kürt askerleriyle birlikte Botan’a dönen iki kardeş, emirliği yeniden kurmaya girişti. Yaşça daha büyük olan Osman Paşa, kendini mir ilan etti. Aşiretlerin çoğu, onu coşkuyla desteklemeye hazır görünüyordu. Daha sonraki dönemlere ait milliyetçi eğilimli kaynaklara göre Osman, se­kiz ay süreyle Çölemerik, Midyat, Mardin, Nizip, Zaho ve Amadiye arasında kalan geniş alana hükmetti. Gerçek bir hü­kümdar gibi, adına hutbe okuttu[11]. Kısa sürede toparlanan Bo­tan emirliği, ayaklanmayı bastırmaya gelen Osmanlı birlikleri karşısında direnmeyi başardı ve Osman Paşa ancak hileyle esir edildi. Ama Osman’ın yakalanmasından sonra emirlik birliğini tamamen yitirdi.”[12]
Kardam, Bedirhanilerin etkisizleştirildiği bu hilede Bedirhan Bey’in diğer oğullarının yer aldığını arşiv belgelerine dayanarak nakleder: 1879 yılında, Sultan Abdülhamid Bedirhan Bey’in diğer oğullarından bazılarını araya sokarak, ayaklanmanın liderleri Hüseyin Kenan ile Osman beylere anlaşmazlıkları görüşmeler yoluyla çözme önerisinde bulunuyor. Padişahın vaatlerine kanan Bedirhan Bey’in iki oğlu Osmanlıyla görüşmeye başlayınca, Osmanlı yönetimi Hüseyin Kenan Bey’i yakalamayı başarıyor. Mehmed  Salih  Bedirhan,  Sultan  Ab­dülhamid’e aracılık eden Bedirhanlardan birinin, Bedirhan Bey’in oğullarından Bahri Bey olduğunu söylemektedir. Peki, diğerleri kimlerdi? Sultan Abdülhamid’e elçilik eden bir diğer Bedirhan’m Necib Bey olabileceğini düşünüyorum. Nitekim, 17 Temmuz 1897 tarihinde Necib Bey’in ‘bir memuriyete kaydırılması’ isteniyor.Necib Bey’in sicilinde, 1879 yılında, 15.000 kuruş gibi oldukça yük­sek bir harcırahla ve özel bir görevle, birkaç aylığına Van’a gönde­rildiği belirtiliyor.10 Eylül 1897 tarihli bir başka arşiv belgesinde, ‘Kürdistan Havalisi Kuvve-i Askerisi Kumandanlığına Samim Paşa’nın tayin edilmesi ve maiyetine Bedirhan Paşazade Necib ve [isyana kardeşleriyle Abdülhamid arasında aracılık yapmış olan] Bahri Beylerin[13]’ verildiği belirtiliyor.[14]
Artık Bedirhan Bey ve sonrasındakilerin bağımsız monarşiler kurma çabaları sona ermiş Kürdistan yeni bir yapıya evirilmiştir.
Şimdiye kadar Bedirhan Bey Hareketi ile ilgili söylediklerimizi kısaca özetlersek:
Bedirhan Bey’in direnişine bir Kürt isyanı denebilir ama ulusal uyanışın eseri değildir.Bir halk hareketi olduğu da kuşkuludur. Bölgedeki iktidar boşluğunu Bedirhan Bey doldurmayı denemiş ve başarılı olamamıştır. Bedirhan Bey’in Bağımsız Kürdistan emeli olduğuna dair bir konuşması ve yazışmasına rastlayamadık. Bu konudaki söylenceleri de doğası gereği kuşkulu bulup itibar etmedik.[15] Bize göre O kendisi için ya da bir başka deyişle Hanedanı için bir iktidar peşindedir.
Bağımsız Kürdistan’ı, Kürtlerin birliğini ve ulusal talepleri  dillendirmek Şeyh Ubeydullah’a nasip olacaktır. Kürt araştırmacı Celilé Celil, Doktora tezinin konusu da olan  Şeyh Ubeydullah ayaklanmasıyla ilgili incelenmesinde[16], Şeyh Ubeydullah Hareketine odaklanıp, ayaklanma ile ilgili önemli bilgi ve belgeleri paylaşarak ayaklanmanın önemini gün ışığına çıkarır. Şeyh Ubeydullah etkin bir dini önderdir. İyi bir medrese eğitimi görmüş ve döneminin Nakşibendi tarikat şeyleri arasında ilk akla gelenlerdendir.
Hans-Lukas Kieser de Şeyh Ubeydullah Hareketi ile ilgili olarak “Doğu Vilayetlerindeki Ermeni azınlığa koruma ve reformlar vaat eden 1878 Berlin Kongresi’nin ardından ilk defa- Ubeydullah İsminde- bir şeyh tarafından ve ilk defa Kürtler tarafından ulusal taleplere benzeyen bir şeyler barındıran bir kürt isyanı patlak verdi”[17] sözleriyle  Ubeydullah hareketinin öncekilerle olan farklılığının altını çizer.
Minorski de Kürler ile ilgili incelenmesinde hareketin ulusal karakterini vurgular: “1880 yılında Şeyh Ubeydullah hareketi oldu. Bu ihtilalin başındaki Şeyh Ubeydullah’ın Kürdistan üzerinde geniş etkinliği vardı. 1878 savaşında Şeyh, Osmanlılara yardım da etmişti. Osmanlı yönetimini beğenmeyen Şeyh’in gerçek amacı bağımsızlık ilan etmek, ulusal bir hükümet kurmaktı.”[18]
Celil, ayaklanma ile ilgili Nehri’de düzenlenen toplantıda 5 şeyh, 21 halife, 42 mirza ve 68 bey’in hazır  bulunduğunu  belirterek, bu toplantıda  en geniş temsilin  gerçekleştiğini ifade eder. Celil, Toplantıyı yorumlarken Şeyh Ubeydullah’taki  Bağımsız Kürdistan fikrinin altını çizer. “Nehri’deki [ayaklanmayı] kararlaştırıcı son toplantıda Şeyh, Kürtler üzerindeki iktidar hakkını, kısa­ca, Türk sultanlarının bir zamanlar, hilafet unvanına konarak dini iktidar hakkı altında, tüm iktidarını Kürtler üzerine zorla dayatmış olmalarıyla açıklıyordu. Ubeydullah, bağımsız bir Kürdistan kurulmasının zorunluluğuna değinerek doğal ola­rak, boyunduruk altında tutanlara karşı ayaklanma çağrısı yaptı. Amansız Türklere daha fazla sabredemeyiz, onların boyunduruğunda kaldığımız yeter! Kurtulmamız lazım! diye sesleniyordu. Kürtlerin düşmanları arasında Türk hükümeti­nin yanı sıra, İran hükümetini de gösteriyor, Bu iki hüküme­t, bizim gelişmemize engel olan sülüklerdir diyordu.”[19]
Toplantıda hareketin stratejisini çizer Bağımsız Kürdistan hareketi iki aşamalı bir plan dahilinde gerçekleştirilecektir: “Daha sonra, Ubeydullah ayaklanma için yeni planını açıklamıştı. O, bu dönemde, hareketin geliştirileceği yer ola­rak İran’ı gösteriyor[20], akıllılığın uygun anın elden kaçırılma­ması olduğunu söylüyordu, uygun an ise, İran’ın içinde bu­lunduğu siyasi ve ekonomik durumdu. O, görüşüne gerekçe olarak şunu diyordu; Şu anda Farslar tüm kuvvetleriyle Türkmenlere karşı savaşıyorlar: bu şimdi, İran’a girmemiz için en uygun dönem olduğu anlamına geliyor. Farslar, Türk­menistan’la savaş halinde olmasalar dahi, onlardan korkma­mamız gerekir. Çünkü, İran ancak, yüz bin asker toplayabilir, bunun yarısı da zalim hükümet tarafından ezilen Kürt soy­daşlarımızdır. Kürtlerin, Türk egemenliğinden kurtarılması sorununun hareketin ikinci aşamasında çözülmesi gerekiyor­du.”(s 86)
Batı Ermenistanda/Kürdistandaki şeyhlerin öne sürülmesi ve yetkilendirilmesi sürecinin bir parçası olan Şeyh’e Hac  dönüşü Osmanlı tarafından yetkilendirilip görevlendirilmiştir. Araştırmacı M. Kalman, “Osmanlılar, Kürtleri yenilgiye uğrattıktan sonra bölgedeki yöneticileri değiştirerek Şeyh Ubeydullah’ın ailesine yetki verilir.[21]” Diyerek yeni süreci şekillendirecek bir yönetici olarak Kürdistan’a gönderildiğini kaydeder.
Şeyh bu yeni dönemde kariyerine Osmanlı-Rus savaşında başlamıştır. Celil, Şeyh’in bu savaşta rol almasını dini ve politik gerekçelere bağlar.  Osmanlı 1877’de Rusya ile savaşa başlarken, ordusu savaşa  hazırlıklı değildir. Asker, teçhizat ve cephane yetersizliği his­settmektedir. “Ordu komutanıFaik Paşa, Van’da, 6000 kişilik ordu yerine, sadece 370 yarı giyili asker,çoğunluğu atsız olan bir topçu süvari bölüğü ve bir dağ bataryası bulmuş ol­duğunu yazıyor. 1877 yılında durum biraz değişmişti. Büyük bir etkiye sahip Kürt önderi Ubeydullah’ın savaşa ka­tılmayı kabul etmesi, pek çok Kürt’ün Türkiye tarafında sava­şa girmesi demekti. Erzurum Konsolosu İvanov’un Bothan Kürtleri üzerine notlarında yazmış olduğu gibi, ne Ubeydullah’ın kendisi, ne dedesi Şeyh Hüseyin, ne babası Şeyh Taha Ruslara karşı hiç bir zaman düşman olmamışlardı, tam aksi­ne, bunlar, Türkiye’ye karşı daima muhalif olmuş, hükümete karşı ayaklanmış olan Mezopotamya hükümdarlarını sürekli savunma ve koruma altına almışlardır. O halde, Ubey­dullah’ın Ruslara karşı savaşa girme rızasını nasıl izah etmek gerekir? (s 40-41) Sözleriyle  sorduğu soruyu Celil,  Şeyhin bu  tavrının dini görevler yanında siyasi gerekçeler taşıdığının  büyük bir ihtimalini öne çıkararak cevaplar:
İmparatorluğun doğu kesimindeki halk üzerinde Rus et­kisinin güçlenmesine izin vermemek için Türkiye, “gazavat” inancı için cihad-i mukkades ilan etti. En büyük Müslüman tarikatlarından birinin başı olan Şeyh Ubeydullah’ın[22], doğal olarak, bu çağrıya cevap vermesi gerekiyordu. Çok geçmeden kendisine sadık müridleriyle birlikte, askeri hareketlerin baş­ladığı cephe hattına yakın, kuzeye geçti. Bu tavrının siyasi gerekçeler taşıdığı büyük bir ihtimaldi;
Etkinlik alanlarını genişletmek, gelecekteki Türk aleyh­tarı planlarında kullanabilmek üzere şimdiden Kürt müfreze­lerinin başına geçmek, Rusya ile Türkiye arasındaki savaştan bu planlar doğrultusunda yararlanmak… (s 41)
Osmanlı Ordusunun talan düzenine göre örgütlendiğini ve bu bütün Osmanlı- Rus Savaşının genel karakteri olarak belirir.[23] Bu Savaşın Ermenistan topraklarında geçmesi de ayrı bir trajik boyuta işaret eder.  Şeyh Savaşta başarılı olamayarak geri çekilir.   
Türk iktidarı bilinçli olarak, orduyu doğ­rudan ahalinin soyulması, direniş gösterenlerin tehdit ve cezalandırılması için kullanıyordu. Bu amaç doğrultusunda, düzenli olmayan askeri kuvvetleri ve bilhassa Kürt müfreze­lerini de kullanmaya çalışıyordu… Ayrıca, düzensiz birlikler, Rusların yan ve ileri müf­reze kollarına yapılan ani saldırılarda da kullanılıyorlardı. Ancak, Kürtler pek askeri hareketlere katılma yanlısı değiller­di. Bu nedenle, daha savaşın ilk günlerinde, Kürtler yönetici­leri şeyhlere karşı itaatsizlik göstermiş, ilk uygun fırsatın el­lerine geçmesiyle silah ve askeri teçhizatla birlikte savaş meydanını terk etmeye başlamışlardı.17 Temmuz 1877 tarihinde Faik Paşa’nın Muhtar Paşa’ya göndermiş olduğu telgrafta. Şeyh Ubeydullah’a bağlı Kürtle­rin iaşe yetersizliği ve maaşların ödenmemesinden ötürü çeki­lip gitmeye niyetli olduklarına dair endişeyi dile getiriyordu. Onlar, eski silahlarını bırakıp yerine yenilerini alarak gidiyorlardı. Çok geçmeden Kürtler tüm müfrezeleri terk etmişlerdi… Bu durum, Ubeydullah’ı kuşatmayı kaldırarak, kendi başına Bargir’e geri dönmeye zorlamıştı. Kürtlerin Türklerden yana çarpışmayı doğrudan reddetme olayları çoktu. Bunlar arasında Rus ordusuna girmek isteyenlerin sayısı da az değildi.  Kafkas Cephesindeki çarpışmaları bizzat gören İngiliz Komutan’ı Norman, 1877-1878 Rus-Türk Savaşı üzerine yapmış olduğu çalışmasında; Kürtlerin savaşta pasif davranmalarıyla Türklerin umduklarını boşa çıkarmış olduk­larını yazıyor.( S 42-43)
Seyh, Savaş sonrası Hac ziyareti için mekkeye gider. Dönüşte İstanbul’da birtakım görüşmeler yaparak Şemdinan’a döner.
Garo Sasuni, Şeyh Ubeydullah hareketine odaklanarak hareketin nedenleri ve sonuçlarını irdelediği incelemesinde; Şeyh’in İstanbul’daki temasları sırasında Abdülhamid  tarafından görevlendirildiğinin altını çizer.[24]: Şeyh Ubeydullah hareketinin nedenini ve içeriğini birkaç cüm­le ile aydınlatmaya çalışalım.
Mekke dönüşü 1880’de İstanbul’da Sultan Hamid tarafından büyük bir ihtişamla kabul edilir. Sultan ona birçok hediyelerle bir­likte talimatlar verir. Tahta çıktıktan sonra Sultan Hamid bir Pan­islamizm siyaseti benimsemişti ve Halifeliği de kullanarak gücü­nü o ideolojiye yöneltmişti. Bu görüş açısından Şeyh Ubeydullah hunhar Sultan’ın elinde, aynı zamanda üç amacını gerçekleştire­bilmesi bakımından önemli bir vesile idi.
1 – Sultan, Kürtler’i ayaklandırarak Ermeni vilayetlerini hara­beye çevirmek suretiyle öncelikle Kürtler’e karşı yönelik olan reformları suya düşürmek amacındaydı. Bu reformlara karşıydı, çünkü, başı boş Kürtler’in önüne geçilecek ve böylece ülkenin içinde Ermeni ve diğer Hıristiyan unsurlar hakim duruma gelecek­lerdi. Sultan Şeyh’e geniş bir Kürt birliğinin teşkil edilmesini öne­rir, Ermenistan’ın Kürdistan olarak adlandırılmasına karar verir ve Ubeydullah’a Kürt kuvvetleriyle Ermeni bölgelerine sefer ederek, Ermeni ve Süryaniler’i kılıçtan geçirme hakkını tanır ve bu konu­da ona emir verir.
2 – Sultan’ın amaçlarından ikincisi de aynı derecede önemliy­di. Çünkü, Sultan Kürt beyleri hesabına şeyhleri güçlendirerek bir dini İslam devleti yaratmak istiyordu ve bu gayretkeşliğinde İslam dini sayesinde bütün Kürtler Halife Sultan’a bağlanacaklardı. Ab-dulhamid’in bu gerici amaçlarını gerçekleştirmesinde Kürt düzen­siz birlikleri kaçınılmaz bir güçtü. Eski Sultanların elinde olan ve sonradan kaldırılan Yeniçeriler’in yerine Abdulhamid, Kürt dü­zensiz kuvvetlerini kullanmak istiyordu. Böylelikle Şeyhlik, bir taraftan bağımsızlıkları için mücadele eden Hıristiyan ulusları, özellikle Ermeniler’i ezmek için ve öte yandan da devlet hayatın­da despot Halifeye dini bir destek olma yönünde bir vasıta haline geliyordu.
3 – Üçüncü amaç ise kolaylıkla anlaşılabileceği gibi, özellikle bir Şeyhlik düzeni önderliğinde olacak bir hareketle dini ideolojik fanatizmi canlandırmak ve halklar arası çarpışmalar yaratmaktı. Sultan, bu isteği altında çok gizli ve uzak mesafeli bir amacı gü­düyordu. Şöyle ki, Kürtler’i ulusal bilinçlilikten yoksun bırakıp, onları ulusal bağımsızlık savaşından uzaklaştırmak ve onları yalnız bir dini toplum haline getirerek yavaş yavaş Türkleştirmekti.
Sasuni, Abdülhamid’in planını net kelimelerle ifade ederek Şeyh Ubeydullah’ın bu planın bir parçası olmayarak kendi planını uyguladığını söyler: “Bu olayda açık bir şekilde görülüyor ki Şeyhliği güçlendirerek Sultan Hamid Ermeni Ulusu’nu kırdırtmayı, reform planlarına en­gel olmayı ve bir İslam-Kürt birliği yaratmayı, Ermenistan’ı da Kürdistan haline getirerek birleşmiş bir güç olan Kürtler’i İran top­raklarına karşı yöneltmeyi planlıyordu. Şeyh Ubeydullah bu kadar uzağı rahatça görebildiğinden onun bütün gizli planlarını anlayabildi. Kürt hareketlerinin geçmiş tarihi tecrübeleri (1835 – 1848) halen hafızalardan silinmemişti. Bundan dolayı Osmanlı idaresinin hilekârlığı artık yutulmuyordu.”[25]
Celil, ayaklanmanın büyük bir alanı kaplayan muazzam boyut­larıyla dikkatleri üzerine çekerek, Ubeydullah’ın Türk ve İran iktidarlarının adaletsizliğine ve sosyal baskısına  karşı bağımsızlık için savaştıklarının altını çizer. Ayaklanmanın boyutları, yalnız Türk ve İran hükü­metlerini değil, aynı zamanda İngiltere, Rusya. Avusturya ve başka devletleri de tedirgin etmiştir.(s 6) Derken hareketin genişliği ve dayandığı geniş tabanın uluslar arası güçlerin tedirginliğini vurgular.
Ayaklanma hakkında basına yansıyan bilgilerin aynı şe­kilde gayet çelişkili olduğunu belirtmek gerekir. O dönemin gazetelerinin büyük çoğunluğunun, Kürt Ayaklanmasına karşı oldukça düşmanca bir tavır takınmış olduğunu, ayaklan­mayı Kürt liderleri tarafından örgütlenmiş soyguncu bir hare­ket olarak göstermeye çalıştıklarını göz önünde bulundurmak gerekir.(s 8) The Times muhabirine göre, Kürtlerin büyük başarıları, Kürt halkının Ubeydullah’ı kurtarıcı biri olarak görmesinden kaynaklanıyordu. (S 96)
Osmanlı’da  olayları ve Kürtlerin elde ettikleri başarıları endişeyle izlemektedir. Bir yandan Ubeydullah’ı düşmanı İran’a yöneltmeye çalışırken, diğer yandan, Kürt hareketi başlar başlamaz, Saray, ordu­sunu tam savaş hazırlığında tutmaya başlamıştır. 4. Kolordu kurmaylığı ağustos ayı başında derhal redifin seferber edilmesi emrini veren bir telgraf almıştır.(s 99)
Dönemin emperyal gücü olan İngilizler harekete ilgi göstermez, Ubeydullah’ın çağrılarını dikkate almazlar. İngiltere temsilcisi Konsolos Abbot Şeyh ‘in hareketinin haklılığını teslim etmesine rağmen Asurilerin harekete katılmalarını engellemeye çalışır. Güncesinde hareketi tasvir ederken hareketin ulusal karakterini vurgu yapar:
ingiliz konsolosu Abbot güncesinde şunları yazıyor; “Şeyh, Türkiye ve İran’daki bazı aşiretler tarafından düzenlenen eşkiya saldırılarını durdurmak niyetindedir. O, bu iki hüküme­tin, bu saldırıları durdurma, sınırın iki tarafında düzeni sağ­lama, Hıristiyan ve Müslümanlara eşit haklar tanıma, eğitim, okul ve dini tapınak yerleri inşa etme durumundan uzak ol­dukları görüşündedir. O’nun istediği tek şey Avrupa devletle­rinin manevi desteğidir…Şeyh kendisine bir şans tanınmasını istiyordu. Kürdistan’ı kurmayı ve orada güçlü bir hükümet oluşturmayı başa­ramadığı takdirde, bütün Avrupa kamuoyu önünde bu duru­mun sonucuna katlanmaya hazır olduğunu belirtiyordu. (s  97)
Abbot, Şeyh’in kendisine  elçi olarak gönderdiği halifesine, İngiltere’nin Kürtlerle İranlılar arasındaki düşmanlığa ilgi duymadığını göstermek istemiştir. Ancak yine de Abbot,  Metropolit Mar-Yozef Komutanlığı altında 300 dağlı Asurinin, Kürtlerin tarafına geçtiklerini öğrenen Abbot, Asurilerin, özellikle, Urmiye Gölü çevresinde yaşayanların olası katılmalarına engel olma­ya çalışmıştır. Bu amaçla Abbot,  Küçük Kiliseye giderek, halka İngiltere’nin Hıristiyan nüfusun durumuyla ilgilenmeye devam ettiğini bu nedenle, Kürt hareketinden uzak durmaları gerektiğini söyler.(s 98)
Şeyh Ubeydullah sefere başla­madan önce oğlu Abdülkadir ile bir fetva çıkara­rak bütün “Kürtler’e, Ermeniler’i ve Süryaniler’i kırmamalarını ve onlara dokunmamalarını nasihat etti. Gerçekten de Azerbaycan saferi esnasında İranlılar ve onlara ta­raftar Tatarlar,  insafsızca kırıma uğratıldıkları halde, genellikle Hı­rıstiyanlara dokunulmadı. Ancak oğlu  Şeyh Sıddık’ın ordusu ise geç­tiği bütün yerlerde istisnasız haşarat meydana getirdi. Öyleki, yüz­lerce hatta binlerce Ermeni ve Süryani bu sefer yüzünden öldürül­dü. Şeyh Sıddık’ın gaddarlığı ve dini tutuculuğu Sultan Hamid ta­rafından aranan niteliklerdi.”[26]
Şeyh’in, masum halka, özellikle, Hıristiyanlara ve Av­rupalılara karşı hoşgörüsü, daha hareketin başlarında görülmektedir. Şeyh, Hıristiyan nüfusun güvencesini sağlamak için her türlü tedbiri alır. Şeyhin emri üzerine, onları diğerlerinden ayırt edebilmek ve böylelikle güvencelerini daha rahat sağlayabil­mek için yüzlerce açık mavi nişan yapılarak bunlar Hıristiyanların evlerine asılmıştı.
Ubeydullah, halkın, kurtuluş mücadelesine inanması için, ayaklanmış Kürtlerin, kurtarılmış bölgelerde keyfi uygulama­larda, soygun ve talanda bulunmalarını kesinlikle yasaklamış­tır. Standart adlı İngiliz gazetesinin haberlerinden birinde, Şeyh’in, savunmasız halka karşı insancıl olmayan tavırların­dan dolayı otuz Kürdü kurşuna dizdiğini yazmaktadır. (s 98)
Şeyh Ubeydullah hareketinin anlamı mukayese edilmez bir şekilde çok önem taşır. Bedirhan’ın  yenilgisinin ardından Kürt siyasi hayatı bir düşüş devresine girerek, yavaş yavaş önemli Kürt aşiret beyliklerinin ortadan kaldırılması ile bağımsız­lık anlayışı kaybolmuştu. Çünkü, önemli Kürt merkezleri ortadan kaybolmuştu. Şeyh Ubeydullah nüfuzundan ve Sultan Hamid’in himayesinden faydalanarak, bütün Kürtler’i (Zaza ve Kızılbaşlar hariç) bayrağı altında toplayarak bir “Kürt Birliği” oluşturabilmişti. Şeyh dini fonksiyonunun üzerine aşiret reisliği ve beylik unvan­larının bahşettiği hakları da üstlenmişti. Çünkü, bütün aşiret reisle­ri silahlı kuvvetleri ile birlikte onun emri altına girmek için yanına gelmişlerdi. Bundan başka birbirine düşman aşiretleri barıştırabilmiş, onlara Kürdistan’ın bağımsızlığı idealini aşılamış ve Kürt­ler’in Osmanlı idaresine karşı beslemiş oldukları güvensizliği ve düşmanlık hislerini tekrar canlandırmıştı. Ve de etkili Kürt çevre­lerine, o dönemde Osmanlı idaresinin Ermeniler’i katlettirme tali­matlarını dinlettirmemeye muvaffak olmuştur. Sasuni , Şunu itiraf etmek gerekir ki Şeyh Ubeydullah’ın yarattığı birlik mevcud olmasaydı ve eğer Şeyh, Ermeni kırımlarından el çekin fetvasını çıkarmamış olsaydı, 1880 yılında 1895 katliamlarından çok daha büyük felaketler doğabilecekti.[27]Sözleriyle Şeyh hareketinin  Bölgenin otokton halklarına karşı siyasetinin altını çizer. Bunda Şeyh’in diplomatik yazışmalarını yürüten  Simon Çilingiryan’ın[28] rolünden öte Şeyhin düşünce yapısı etkili olduğunu söyleyebiliriz.
Bazil Nikitin,  Kürtler adlı eserinde Osmanlı yöneticilerinin 1880’de Ubeydullah’a Ermenileri öldürmesi için teklifte bulunduklarını ama Şeyh’in bunu kabul etmediğini yazmaktadır: Şeyh Ubeydullah, Padişahın kendilerini Ermenilere karşı kullanma isteği karşısında yaptıkları bir toplantıda şöyle der;
“…. çok eski zamanlardan beri Ermenlier ve Kürtler bu topraklarda komşu olarak ya­şamaktadırlar. Şayet biz bugün onları kırarsak, yarında Türkler bizi kıracaklardır. Ben zannediyorum ki, Kürtler bunu sezinlerler ve tahmin etmiyorum ki bu cellatlığı yapmak isteyecek olan herhangi bir Kürt bulunsun.” Ama ne yazık ki Kürtler bölgelere göre deği­şik tavırlar gösterilen Ermeni katliamlarına katılırlar. Birçok bölgede cellatlık yaparlar.
Osmanlılar, Ermeni reformlarının uygulanmasını istemiyorlardı. Haliyle oyalamaya, hatta Kürtleri Ermeniler üzerine kışkırtarak bir oldu-bittiye getirmek istemekteydiler. Fazla değil, birkaç yıl sonra oluşturulacak olan Hamidiye Alayları, Ermenistan’ı Ermeni-sizleştirmek -yani esasta Türkleştirme- isteğinin sonucuydu.[29]
Şeyh Ubeydullah Hareketi sürecinde  “Kürtler’in birliği” meselesi, politik yeni bir evrenin başlangı­cı oldu. Sultan Hamit, Ermenistan’ın coğrafik adını örgütlü bir şekilde değiştirip “Kürdistan” yapmak istiyordu. Şeyh Ubeydullah’a Ermenistan’a akınlar düzenlemesini ve taş üs­tüne taş bırakmaması için davet etti. Fakat olaylar öyle bir gelişti ki, ordular Ermenistan’a yürüyeceklerine İran üzerine yürüdüler. Eğer dışardan engellenmeseydi Urmiye’ye, ora­dan da Tebriz’e kadar yürüyeceklerdi. Kürt-İran savaşına Ubeydullah’ın oğlu Şeyh AbdülKadir de katıldı. Kürt kay­naklarına göre Şeyh Abdül-Kadir’in 55.000, Şeyh Ubeydullah’ın ise 40.000 askeri vardı. [30]
Avrupa devletlerinin baskısı altında Osmanlı Devleti Şeyh Ubeydullah’a karşı bir orduyu harekete geçirdi. Aynı zamanda Rus birlikleri İran sınır boyuna yığınak yaptıklarından Şeyh’in or­dusu, İran ve Osmanlı iki ateşi arasında kaldı. Şeyh Ubeydullah’ın orduları hızını yavaşlatarak yavaş yavaş geriye çekilmeye başladı­lar ve aşiretler kendi dağlarına tekrar döndüler. Ubeydullah’a ge­lince, o maiyetiyle beraber Şemdinan’a çekildi ve Osmanlı idare­sine teslim olmak zorunda kaldı. Sasuni 163 Sultan Hamit’in Ermeni ırkını yok etme politikası başarı ile sonuçlanmamıştı. Şeyh Ubeydul­lah,  Hamid’in  isteklerini yerine getirmediği ve emirlerine  karşı geldiği için tutuklanarak Mekke’ye sürgü­ne gönderildi. Şeyh Ubeydullah, Mekke’den tekrar bir direniş örgütlemek üzere doğduğu yere, Şemdinli’ye geldi.  Fakat yakalanarak ailesi ve oğlu ile birlik­te tekrar Mekke’ye yollandı. Şeyh Ubeydullah öldü ve Mekke’ye gömüldü. Oğlu ve ai­lesi sultanın emri ile İstanbul’a getirilip sürgüne yollandılar.
Şeyh Ubeydullah’tan sonra Kürt birliği anlayışı az sayıda entellektüele aktarılabilmiştir. Diğer Kürt aşiret reisleri ve Kürt şeyhlerine gelince, onlar Ubeydullah’ın ölümünden sonra Kürt birliğini koruyacak siyasi bağımsızlık hareketini yürütemediler, tam aksine yavaş yavaş Sul­tan Hamid’e birer vasıta haline gelerek tamamen Osmanlı idaresi­nin hilekâr ağına kapıldılar ve Devrimci Ermeni Devrici Hare­ketine[31] (bu hareketin henüz yeni bir hız alma döneminde) tam bir bela kesildiler.[32]
1880 olaylarından sonra Ermeni- Kürt çelişkisi zincirlerinden boşalarak sert bir düşmanlık durumunu alır. Bu tarihten sonra Sultan Hamid’in yeni konseptinde Ermenilere yönelmiş Türk-Kürt cephesi, belanın çok ötesine geçerek, süreç, 1. Savaş sırasında Almanlar ve Jön Türklerin yönetiminde Soykırımla sonuçlandırılacaktır.

[1] Zira Ubeydullah bu direnişlerden ders alarak strateji oluşturarak hareketini örgütler.
[2] Süryani kaynaklarında ve çeşitli kaynaklarda  İzzeddin Şer olarak geçmesine karşın biz genel olarak Kürtlerce kabul gören Yezdanşer’i kullanmayı tercih ediyoruz.
[3] Rus araştırmacılardan A. Katsov ve V. F. Minorski’nin  kitaplarında, XIX. yüzyıldaki Kürt ayak­lanmalarına belli bir yer verilmiştir. Bu araştırmacılar, genel olarak, Kürt hareketleri hakkında doğru değerlendirmelerde bulunmuşlardır. Örneğin, Minorski “Kürtler” adlı araştırmasında ilk kez olarak, Yezdanşer Ayaklanmasını “Çağdaş halk ayaklan­ması”  olarak görmüştür. Minorski, 1880 Şeyh Ubey-dullah Ayaklanmasını da aynı şekilde değerlendirmektedir. (Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras, Péri Yayınları, 1998 s 11)
[4] Minorski, Kürtler, Komal Y. Ocak 1977, s 27. Erkal Yavi, Kürdistan Ütopyası 1. Dosya, Yazıcı Y. 2006. S 37
[5] Sinan Hakan Osmanlı Arşiv Belgelerinde Kürtler ve Kürt Direnişleri (1817-1867), Doz Y. 2007, s 298
[6] Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Péri Y. 2002, s 49
[7] Bazı Kürt aşiret reisleri arasındaki düşmanlıkları kullanarak, hediye ve vaatlerle, bazı beyleri kendi taraflarına çekmeyi başarmışlardı. Türk iktidarının çatışmaları körükle­me siyaseti, sonuçsuz kalmamıştı. Erzurum’daki Rus Konso-losu’nun İstanbul’daki Rus Elçisi’ne göndermiş olduğu mek­tupta, Erzurum Müşir’i Semih Paşa’nın “oradaki Kürtleri, hükümetten sakınan ve himaye ve bağışlar peşinde olan iki ayrı partiye bölmeyi başardığını” hatırlatmaktadır. (Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras, Péri Yayınları, 1998 s 35)
[8] Garo Sasuni Kürt Ulusal Hareketleri ve 15. Yy’dan Günümüze Ermeni-Kürt İlişkileri, çev. Bedros Zartaryan, Mamo Yetkin, Med Y. 1990, s 142-143
[9] Garo Sasuni Kürt Ulusal Hareketleri… s 143
[10] Naci Kutlay, 21. Yüzyıla Girerken Kürtler, Péri Y. 2002, s 49
[11] Osman Paşa emirlerini, Osman İbn-i Bedir Han, Miri Bohdan adında imzalardı. Hagop Şahbazyan, Kürt –Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002, s71
[12] Martin van Bruinessen, Ağa, şeyh, Devlet, çev Banu Yalkut, İletişim,2006, s 278-79
[13] Bedirhan Bey’in oğulların­dan bazılarının 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nde Osmanlı ordusu için asker toplanmasına yardımcı oldukları, O tarihlerde İstanköy mutasarrıfı olan Bedirhan Oğlu Necip Bey asker toplama işinde görevlendirilerek Kürdistan’a yollandığı, hatta bazılarının (örneğin Ahmed Bedri, Hüseyin Kenan ve Ali Şamil beylerin) savaşa bile katıldıkları bilinmektedir. Ahmet Kardam, Cizre Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan yılları, Dipnot y. 2011, s 30.
[14] Ahmet Kardam, Cizre Bothan Beyi Bedirhan Direniş ve İsyan yılları, Dipnot y. 2011, s 31-32
[15] Söylencelerin temel alınması bir çok katilin ulusal kahraman ilan edilmesi demektir.
[16] Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması, Çev. M. Aras, Péri Yayınları, 1998
[17] Hans – Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, çv. Atilla Dirim, İletişim,2005, s 32
[18] Minorski, Kürtler,  s 27-28
[19] Celilé Celil, 1880 Şeyh Ubeydullah Nehri Kürt Ayaklanması… s 86 Bundan sonra Celil’in incelemesi metinde sahife numarası olarak verilecektir.
[20] Ubeydullah’ın bu başkaldırısının ilkin İran’a yönelmesi, Osmanlıların isteği doğrultusunda ha­rekete geçtiği iddialarına yol açar. Şeyh Ubeydullah, İran’da şii yönetimine öncelikle karşıydı. İran’ın Rus-İran savaş­larında, zor durumda kalması nedeniyle ilkönce İran Kürdistanı’nda başarılı olacağı inancıyla mücadelesini  buradan başla­tarak birçok Kürt bölgesini denetimi altına alır. Bunda İslami düşüncenin baskın oluşunun da etkisi olduğunu, Şeyh İran Kürdistan’ında güçlendiğinde Halifeye silah çekmeden zayıf ve  savaşta sarsılmış Osmanlıya isteğini kabul ettireceğini düşündüğünü sanıyoruz.
[21] M. Kalman, Batı- Ermenistan (Kürt İlişkileri) ve Jenosid, Zel Yayıncılık, 1994, s 48
[22] Ermeni Kaynakları da Şeyh Ubeydullah hareketine geniş bir yer verirler: Şeyh Ubeydullah, eski Şıhların soyundandı. 600 senelik Geylanizade soyunun devamı idi. Bu ırk geleneklerine sahip çıkarak büyüklüğünü ve etkisi­ni korumuştu. Bunun etkisiyle Şeyh Ubeydullah Rus-Türk- İran savaşına çağırılmıştı. Ruslara karşı 50.000 Kürt’le sava­şa katılmıştı. İran savaşına çağırılmıştı. Ruslara karşı 50.000 Kürt’le sava­şa katılmıştı. Savaştan yenik çıkan Türkiye yaralarını sarmak için çare­ler aramaktaydı. Fakat Sultan Hamit, din-siyaset olgusuna başvurarak bu yarayı daha da deşmek istiyordu. Kürt Şeyhler bu vesileyle birer siyasetçi oluyorlardı. Memlekette örgütlenerek bir ırkı diğer ırktan üstün tutarak yok etmeğe gidiyorlardı. Hagop Şahbazyan Kürt –Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002,s 114-115
[23] 1. Savaşta bu politika çok daha belirgindir. Ordu aç bırakılmış hedef olarak gösterilen yerleri zapt ettiğinde ganimetle karnını doyuracağı emredilmiştir. Savaşla ilgili birçok anıda bu duruma özellikle dikkat çekilmektedir.
[24] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … s 159-160
[25] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … s 165
[26] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … s 164
[27] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … s 166
[28] Bazı kaynaklar Çilingiryan’ı Şeyhin dış işleri bakanı olarak göstermektedir.AVPR F Posolistvo v Kosntnantinopole, 1881, d, 1567,1,2. Aktaran Sasuni, Kürt Ulusal Hareketleri… s 99
[29] Aktaran M. Kalman, Batı- Ermenistan (Kürt İlişkileri) ve Jenosid, Zel Yayıncılık, 1994, s 50
[30] Hagop Şahbazyan Kürt –Ermeni Tarihi, çev. Ferit M. Yüksel, Kalan Y. 2002, s 114-115
[31] Kürt Ulusal Hareketi söndürüldüğünde aynı coğrafyada Ermeni Devrici Hareketi yeşeriyordu.
[32] Garo Sasuni, Kürt ulusal Hareketleri … 167

Yorumlar kapatıldı.