Doç. Dr. Hakan Özoğlu
Azınlıkların vakıf malları iade ediliyor, ya çoğunlukların? Erdoğan hükümetinin azınlık vakıf mallarını geri vermesi bakalım “padoranın kutusu”nu açacak mı?… Biliyoruz ki 3 Mart 1924 tarihinde çok önemli yasaların geçtiği bir gündü. 429, 430 ve 431 sayılı yasalar yeni rejimin çizeceği yolun ilk habercileriydi. Bu üç yasanın hepimizin bildiği ortak yanı yeni rejimin devleti yeniden düzenleyip bütün gücü elinde toplama özelliğiydi. Artık 429 sayılı Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Vekaletinin İlgasına Dair Kanun sonucu bütün din işleri kadrosunu yeni hükümete bağlıyordu. 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ülkedeki bütün eğitim sistemini devletin tekeline alıyordu. 431 sayılı Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun ise hem halifeliği lağvediyor hem de hanedan üyelerini yurt dışına sürüyordu… Bir milyon dolar gibi büyük bir meblağı kapsayan vakıfların potansiyel değeri iddiası 1925 yılı bütçesinin tam oniki katı bir rakam.
****************
Doç. Dr. HAKAN ÖZOĞLU / Central Florida Üniversitesi Öğretim Üyesi
Azınlık vakıflarının mallarının iadesiyle ilgili karar üzerine, ABD arşivlerinde rastladığım ilginç başka bir belgeyi okuyucularla paylaşma gereği duydum. Bu belge, 1919-1927 yılları arasında Türkiye’de “Yüksek Komiser” rütbesi ile görev yapan ve “Türk dostu” olarak bilinen Amiral Mark Lamber Bristol’ün halifeliğin kaldırılışından iki gün sonra kaleme aldığı ama 12 Mart 1925’te Washington’a gönderdiği raporda Türkiye’deki vakıfların mülkiyetinin devlete geçmesi ve devletin din ile ilgili işleri kontrol altına almaları konusunda çarpıcı bir rapor. Bu raporu okuduktan sonra azınlıkların yanısıra çoğunlukların vakıflarının da ne olacağı sorusunun gündeme gelmesi gerektiğini düşündüm.
Bilindiği gibi Atatürk, vakıfların önemi konusunda 1922 ve 1923 yıllarında Meclis’ten konuşmalar yapmıştır. 1923 yılındaki konuşmasında “Geçen sene arz etmiştim. Bu sene de tekrara mecburum ki, vakıflar konusu mühimdir. Memleket ve milletin hakiki menfaati yönünden tetkik ve günün gereklerine uygun bir şekilde çözülmesi lâzımdır, çok gereklidir” demiştir. Gerekli düzenleme 3 Mart 1924 yılında 429 sayılı yasa ile halifeliğin kaldırıldığı gün yapılmıştır. Buna göre Şer’iyye ve Evkaf Vekaleti kaldırılıp yerine Başbakanlığa bağlı Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Peki, bu düzenleme ile devlet vakıfların gelirlerinden pay almaya ve ekonomik olarak zor durumda olan devlete bir gelir kaynağı sağlamaya başlamış mıdır? Bu kaynağın hacmi ne kadardır?
Bu konuya ABD arşivlerinde 867.00/1782 tarihli Amiral Bristol’den ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen bir rapor ışık tutabilir. Bristol 1924 Mart ayının ilk haftasında yapılan değişiklikleri şöyle rapor ediyor:
Vakıfların mülkiyeti devlete geçiyor. Türk otoritelerine göre bu evkaf mallarının toplam değeri ve potansiyel getirisi yaklaşık olarak iki milyar lira (yani o zamanın parası ile bir milyon dolardan biraz fazla). Anlaşıldığı kadarıyla bu şimdiye kadar kötü yönetilen vakıfların, devlete geçmesiyle birlikte değerleri daha da artacak. Vakıfların devlete intikali hakları daha da genişletilebilir ve bu da onların maddi değerini artırabilir.
Yeni Cumhuriyet’e gelir temin edildi
Bir milyon dolar gibi büyük bir meblağı kapsayan vakıfların potansiyel değeri iddiası 1925 yılı bütçesinin tam oniki katı bir rakam. Savaştan yeni çıkmış ve ekonomisi büyük kayıplara uğramış bir ülke için çok önemli bir gelir kaynağı. Burada bahsedilen vakıfların büyük çoğunluğu ise azınlık değil çoğunluk vakıfları.
Şimdi bu bilgileri okuyucular için anlamlı bir çerçeveye oturma açısından şunları söyleyebiliriz. Biliyoruz ki 3 Mart 1924 tarihinde çok önemli yasaların geçtiği bir gündü. 429, 430 ve 431 sayılı yasalar yeni rejimin çizeceği yolun ilk habercileriydi. Bu üç yasanın hepimizin bildiği ortak yanı yeni rejimin devleti yeniden düzenleyip bütün gücü elinde toplama özelliğiydi. Artık 429 sayılı Şeriye ve Evkaf ve Erkan-ı Harbiye-yi Umumiye Vekaletinin İlgasına Dair Kanun sonucu bütün din işleri kadrosunu yeni hükümete bağlıyordu. 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu ülkedeki bütün eğitim sistemini devletin tekeline alıyordu. 431 sayılı Hilafetin İlgasına ve Hanedan-ı Osmaninin Türkiye Cumhuriyeti Memaliki Haricine Çıkarılmasına Dair Kanun ise hem halifeliği lağvediyor hem de hanedan üyelerini yurt dışına sürüyordu.
Ya çoğunluklara ait vakıflar…
Bunlar bildiğimiz şeyler. Ama bu yasalarda pek dikkat etmediğimiz başka bir ortak özellik daha var. O da bu yasalar neticesi devletin kendisine hatırısayılır bir kaynak aktarımını yasal hale getirmesidir. Mesela, 430 sayılı kanunun ikinci maddesi “Şer’i ve Evkaf Vekaleti veyahut hususi vakıflar tarafından idare olunan bilcümle medrese ve mektepler Maarif Vekaleti’ne devir ve raptedilmiştir” der. Bu aslında bayağı üstükapalı olmasına rağmen bu okulların mülklerinin de devlete geçtiğine işaret eder. 431 sayılı kanunda bu daha açıktır. Yasanın 10. maddesi “Emlak-i Hakaniye namı altında olup evvelce millete devredilen emlak ile beraber mülga padişahlığa ait bilcümle emlak ve sabık Hazine-i Humayun, muhteviyatlariyle birlikte saray ve kasırlar ve mebani ve arazi millete intikal etmiştir,” yani kamulaştırılmıştır. Bunun yanında hanedan mensuplarına da mallarını bir sene içinde hükümetin gözetiminde ellerinden çıkarmalarını şart koşmuştur. Çıkaramayanların mallarına devlet el koyacaktı. Hemen sürgüne gönderilen ve Türkiye ile bağlantıları tamamen kesilen bu hanedan mensuplarının kaç tanesinin bunu becerebildiği iyi bir araştırma konusu olabilir. 429 sayılı kanun da “Türkiye Cumhuriyeti ülkesi içinde, tüm kutsal camiler ve mescitler ve tekkeler ve zaviyelerin yönetimine, imam, hatip, vaiz, müezzin ve kayyumların (vakıf yöneticisi) vesair hizmetlilerin atama ve azillerine Diyanet İşleri Başkanı yetkilidir,” der. 1925 yılında tekke ve zaviyeler de 677 sayılı kanun ile kapanır. Buradaki camiler içinde külliye formatında olan ve ticarethaneler içerenler de vardır. Elimde belge olmadığı için sadece tahmin edebilirim ki bu cami, tekke, zaviye gibi gayrimenkul ihtiva eden yerlerin hiç değilse bazılarının mülkiyetleri de devlete geçmiştir. İşte bu yasalar ile devlet kendine kaynak sağlama konusunda ilerleme kaydetmiştir. Fakat şimdiye kadar benim rastladığım hiçbir belge bu kaynağın ne kadar potansiyeli olduğu konusunda bize bir ipucu vermiyordu. O yüzden Amiral Bristol’un bu raporu önem taşıyor.
Gelelim Başbakan Erdoğan’ın azınlık vakıflarına yaptığı jeste. Acaba Cumhuriyet’in ilk yıllarında kamulaştırılmış vakıfların günümüz değerleri üzerinden bedellerini isteyen hak sahipleri çıkacak mı? Bu jest doğurabileceği sonuçlar açısından arı kovanına çomak sokmak olarak görülmeli mi? Benim bu sorulara bir cevabım yok.
Şeyhülislamlık ne olacak tartışması
Amiral Bristol’ün adı geçen raporda 1924 Mart ayında yazdıkları benim erken cumhuriyet dönemindeki laiklik fikri ve uygulaması konusunda da bir iki cümle söylememe ortam yaratıyor. Bristol şöyle devam ediyor: “Şeyhülislamın bakanlık seviyesindeki ofisinin kaldırılması ile birlikte devlet bütün din işlerine el koyuyor. Zaten hükümet bu yasanın geçmesinden kısa bir süre sonra hocaların çoğunun türban ve cübbe giymesini yasakladı. Cuma vaazlarında halife yerine cumhuriyete dua edilmesini onlara tembihledi. Din adamı konusundaki bütün atamaların devlet tarafından yapılacak olması devletin bu din adamlarını tamamen kontrol altına almak arzusu olarak görülebilir. Yakında gelecek olan Ramazan ayında da camilerde vaaz vereceklerin polisten izin alma zorunluluğu söylentileri ortalarda dolaşıyor.”
Bu paragrafta anlatılanlar yeni rejimin kendine haklı olarak bir rakip saydığı, Osmanlıdaki ulema/hoca sınıfına mensup (buna sufi şeyhlerini de ekleyebiriz) din adamlarını kontrol altına alma gayretlerinin bir devamı olarak görebiliriz. Mesela son dönem Osmanlıda şeyhülislam “bakanlık” seviyesinde bir makam iken hilafetin ilgası ile “başkanlık” (Diyanet İşleri Başkanlığı) seviyesine indirgeniyor. Bu kolay atlanan ama çok önemli bir fark. Bakanlık seviyesi o mevkiye hükümet programının belirlenmesinde oy hakkı verirken, başkanlık seviyesinin hükümet politikalarında bir söz hakkı yok. Başkanlık sadece belirlenen politikaları hayata geçirmekle yükümlü bir hiyerarşiye sahip. Yani devlet din politikalarını belirliyor.
Dini, devlete tabi kılma anlayışı
Din adamlarının giyim tarzları ve Cuma hutbelerinde verdikleri vaazların içerikleri gibi konular da devletin ilgi alanına giren konular olarak karşımızda duruyor. Bu aslında entellektüel anlamda laiklik kelimesinin Türkiye’de, “din işlerinin devlet işlerinden ayrılması” değil “devletin dini kontrol etmesi” olduğunu gösterir. Daha doğrusu din adamı kadrosunun devlet kademelerinden ayıklanması bunun sadece bir ayağıdır. Öteki ayağı ise din politikalarını devletin belirlemesidir ki günümüzde bunu AKP hükümeti de yapıyor. Zamanın entelektüelleri devletin dini kendi bünyesi içine almasının laiklik ruhuna tezat oluşturup oluşturmadığı konusunu hararetle tartışmışlardır. Kabul edilsin edilmesin din adamı kadrolarının bütün dinlerde politik güç potansiyeli oldukça yüksek. Erken cumhuriyet döneminde bu potansiyelin yeni rejime tehdit oluşturacağı kesindi. O yüzden laiklik kavramının özüne sadık kalmak adına güçlü bir potansiyeli devlet içinden çıkarıp kendi haline bırakmak pek tehlikeli görüldü. Bunun için din devletten ayrılmadı sadece tabi kılındı. Vakıfların kontrolünü de bu çerçevede görebiliriz. Erdoğan hükümetinin azınlık vakıflarını geri vermesi bakalım “padoranın kutusu”nu açacak mı?
Yorumlar kapatıldı.