İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Anlat Haçik Usta neymiş şu İstanbul’un balıkları!”-Yaşayan son Ermeni balıkçı

Semra Dursun-Elif Gür-MİHA
Balık sezonun açılmasıyla birlikte Euractiv.com.tr, MİHA öğrencilerinin çeşitli balık pazarlarında yaptığı özel haber ve röportajlarla konuyu bir hafta boyunca dizi olarak sayfalarına taşıdı. Şimdi Kumkapı Balıkçılar Çarşısı’nın şu anda bilinen en yaşlı balıkçısı Haçik Bücülyan’ın anlattıklarına kulak vereceğiz. İstanbul’da belki de son kalan Ermeni balkçı Haçik Usta’nın deniz ve balık aüzerine anlattıkları, şimdi belki bir masal gibi geliyor. Bir de huzurevinden izin alıp Kumkapı’da bir sigara tellendirse…

Euractiv.com.tr
Semra Dursun – Elif Gür (MİHA)-Fotoğraf: Elif Gür (MİHA)
“Koca Kumkapı’da benden yaşlı bir adam yok. Ne güzel benim arkadaşlarım vardı sizden iyi olmasın, hepsi gitti bir bir. Yani dünyada hiç doğmamışlar gibi. Bir ben varım en eski. Esnafından tut, balıkçısına kadar be!”
Haçik Bücülyan, 1921 yılında İstanbul’da doğmuş bir Ermeni; doğma büyüme Kumkapılı.  90 senelik ömrü balıkla, denizle iç içe geçmiş. Kumkapı’da eski balıkçılıkla ilgili kiminle konuşsanız söz dönüp dolaşıp Balıkçı Haçik’e geldi. Haçik aşağı, Haçik yukarı.
Kumkapılı balıkçılardan Haçik’in hikâyelerini dinlediğimde Sait Faik’in öyküleri ve öykülerinde geçen kahramanları zihnimde bir film şeridi gibi aktı, durdu.  Balıkçı Haçik, Sait Faik’in ‘Ermeni Balıkçı ile Topal Martı’ öyküsünün başkahramanı balıkçı Varbet ve ‘Sinağrit Baba’ öyküsündeki balıkçı Hasis’den pek farklı değildi.
Kumkapı’nın hatırı sayılır denizcilerinden Haçik Bücülyan şimdilerde Yedikule Surp Pırgiç Ermeni hastanesi bünyesinde oluşturulmuş huzurevinde kalıyor. Bizi Haçik ustaya Kumkapı balıkçıları arasında Oltacı Leylek olarak tanınan olta balıkçısı Süleyman Erdoğan götürüyor.
İki karyola, üç sandalye, bir televizyon. Haçik Bücülyan’ın Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Hintliyan Taş Erkek Huzurevi servisinde bulunan küçük odasında bizi ilk bunlar karşılıyor. Odada iki kişi kalıyorlar. Bembeyaz çarşafların içindeki Haçik usta bizi görünce toparlanmaya çalışıyor. “Bildiğiniz gibi yaşlılığın sonu bu.” İnce, uzun ve dinç görünümlü balıkçıya baktığımda, Sait Faik’in öykülerinde anlattığı balıkçı tasvirleri gözümün önünde canlanıyor.
“Bir balıkçı ne kadar ihtiyar olursa olsun, derisi ne kadar buruşuk bulunursa bulunsun her zaman kafası genç, dinç; boynu sağlam ve diktir.”
Bize göre yavaş fakat yaşına göre hızlı hareketlerle yatağının kenarına oturuyor. Kalem gibi ince uzun parmaklarını dizinin üstüne dikkatlice yerleştiriyor. Yüzü onlarca çizginin altında genç ve dinç görünüyor. Kaşlarını kaldırıp karşısında bizi görünce, ince yüzünü zarif bir gülümseme yalayıveriyor. Bu öyle bir gülümseme ki birkaç saniyelik de olsa karşımızda doksan yaşındaki balıkçı gidiyor, yerini yirmili yaşlarında bir delikanlı alıyor. Sebebi ziyaretimizi Oltacı Süleyman’dan öğrenince başlıyor anlatmaya.
“Ben yaklaşık kırk sene balıkçılık yaptım. Ondan evvel mesleğim şapkacılıktı benim. Ufak bir teknemiz vardı keyfe keder geziyorduk. Sonra bu işin ilmini öğrenince dükkânı kapadık, balıkçı olduk. Şimdi ölçüsüz aletler, büyük aletler bozdu denizin düzenini kardeşcağızım.” Konuşmanın başında anlıyoruz balıkçının bir başladı mı susmayacağını. Zaten Kumkapı’da sohbetinin nam saldığını duymuştuk.
“Bak denizci Sülüman sana da söluyum, bu işi Mario baba bokladı. Ne zaman ki naylon ağ girdi, bu ipin ucu kaçtı.  Bu naylonu buraya o soktu,  Mario baba. Hem spor malzemesi satardı hem de balık malzemesi satardı. Yeri Bahçekapı’daydı. Bunlar Japonya’dan bir ağ getirdiler, dağıttılar balıkçıya denesin deyi.  Naylon ağ, fevkalade balık tuttular bunlarla tabi.”
Haçik usta bir yandan anlatıyor diğer yandan da içinde dalgalar, fırtınalar, sakin denizler ve bizim bilmediğimiz balıkların bulunduğu bir dünyada olduğunu belli edermişçesine içten içe gülümsüyordu. Bazen de konuşurken yüzünü karanlık bir gölge kaplıyordu. Ama bu gölge saniyeler içinde kayboluyor, balıkçı konuşmasını hiçbir kesintiye uğratmadan sürdürüyordu.
“Nasıl oltacılardan İrfan filan ne yapıyor?”
“Ne yapsın Samatya’da dernekte devamlı kâğıtçı.”
“Ne yapsın oturacak yumuşak yer arar, hayatından beri öle zaten.”
 Eşten dosttan sohbet aralarında aldığı haberler bir anda kısa bir sessizliğe neden oluyor. Bu birkaç kez oldu ve hepsinin sonunda Balıkçı Süleyman’a hilekâr bir gülümseme atarak: “Bak sana ne anlatacağım Sülüman…” diyerek başlıyor anılarını sıralamaya.
“Biz eski oltacılar olarak çok bereketli günler gördük. İlk büyük palamutçuluk omur diye de tabir ettiğimiz Beykoz’un üstünde, Amerikalıların benzin depolarının önünde oldu. Yugoslav gemisi yandı, o sene bir torik, bir palamutçuluk vardı ki gece bakkalı da denizciydi, çakalı da. Çok tutuldu, çok. İyi kazandık. Ama paranın ne olduğunu hiçbir zaman anlamadık. Ben tüccar değilim ki para ile oynayayım. Denizden geldi ya pul yaptık. ”
Haçik usta Marmara denizini öyle bir anlatıyor ki insanın aklına tüm avcılarda olduğu gibi balıkçıların da abartabileceği geliyor: “Yüz çift palamut tutuğumuz olurdu tek sandalda. Tut korkma, parmağına güven. Bir büyük palamutçuluk da Haliç’te oldu. Bir postada bizim ada üstü dediğimiz Kumkapı’da ama gayet çok.”
Balıkçılık yanı sıra, zoka yapımındaki ustalığı ile de meşhurmuş Balıkçı Haçik. Onun kadar iyi zoka yapanın olmadığını Kumkapı’da duymuştuk.
“Çok kısa sürede yapardım zokayı. Kalıbı çıkacak balığa bakar, çok geçmeden hazırlardım. Bazen gece uyurken kapı çalar, zoka istemeye gelirlerdi. İstanbul’un her yerinden bana gelirlerdi. Suyun üstünde balıkçılıkta sayılı kimselerdeniz. Arkadaşlarla bazı bir araya gelince ‘şu şudur’ diyoruz. Şu arkadaşım kaç sefer takımı satıyordu bak yüzü burada. Bıkmışıdı yorgunluktan, yoksulluktan. ‘Sülüman yerine koyamazsın dedim, bunu satma dedim’  sattırmadım.”
Anlatılanlara göre Balıkçı Haçik’in yaşlı annesi dışında kimsesi yokmuş. Annesi ölünce uzun süre yalnız yaşamış. Yaş ilerleyince yaşlılıktan korkup huzurevine yerleşmiş. Yaklaşık 3 yıldır burada kalıyormuş:
“Aşağı yukarı 87 yaşında buraya geldim. 3 sene oluyor. Mart 2’de üç sene oluyor geldiğim, Sülüman. Burası iyi yer temiz pak. Lakin şu izin işi olmasa.”
Balıkçı Haçik’in yaşlılık dışında hiçbir sağlık sorunu yok. Yürümesi, oturması, kalkması, konuşması yaşına göre  iyi.  Tek sorunu yaşlılık. Vücudu dinç ve sağlıklı. Fakat hastane yönetimi birinci dereceden akrabası bulunmadığından hastane dışına çıkmasına izin vermiyormuş.
“Bizim çocuklar çok istediler ama bizim müdür keçi gibi inatçıdır. Deli değil ama inatçı bir kadın. Gittim çok izin istedim. ‘Müdürüm’ dedim ‘burası benim doğup büyüdüğüm yerdir, şurası.  Kumkapı’da bir cigara yaksam yarıya gelmeden burada olurum’ dedim ama dinlemedi. İnatçı, otoriter bir kadın. Üç kere kaçmaya niyetlendim Sülüman ama dur bakalım dedim. Dışarıda bana bakmayacaklarından değil ya. Bir ara kendime bir güvensizlik geldi. Korktum. Evim duruyor hala. Kiracım hakikatli kadındır, yediği ekmeği inkâr etmez. Yeni otomatik makine aldım, kırık camları değiştirdim ama işte. Burası da iyidir hani. Yatakları temiz. Sıcak. Ah şu izin işini bir halletsek.”
İzin konusu konuşulmaya başlayınca yüzünü bir kararsızlık kaplıyor. Kumkapı’ya olan özlemini, bağlılığını, iyilikleri, kötülükleri, kurnazlıkları, arkadaşlıkları, Kör Agop’u uzun uzun anlatıyor. “ Bazı geceler uyuyamıyorum. Eski günleri düşünüyorum. Düşünürken de yorulup dalıyorum.”
Söz dönüp dolaşıp yine balıklara geliyor. Bizim şimdilerde hayal dahi edemeyeceğimiz büyüklükte istavritler, bir gecede yüzlercesi yakalanan lüferler, kalkan, torik hepsini yüzünde çocuksu bir gülümsemeyle eski bir dostunu anlatır gibi tek tek anlatıyor.
Bir ara bir sessizlik sarıyor etrafı. Beyaz kalıp sabunu kokulu odanın içinde ince bir balık kokusu geziniyor; koku sabah kedilere hamsi taşıyan balıkçı Süleyman’dan geliyor. “Bir hamsi kaç paralık şeydir Sülüman ?”
“Ben de onu soracaktım usta izin verirler mi, balık getirmeye?”
“Sen bir kâğıda üç dört istavrit kızart soğut getir, yeter ki balık getir. Hiç kimsecikler bir şey diyemez…”
Sonra geldiğimiz gibi Surp Pırpiç’in sabun kokan koridorlarından kadim semt Yedikule’nin güngörmüş sokaklarına çıkıyoruz. Balıkçının biri arabasına hamsi kasalarını yerleştirmiş, “haydi yerli hamsi, yetişen alıııır,’ diye bas bas bağırıyor.

Yorumlar kapatıldı.