İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Koş benim aslan oğlum!

TÛBA Kabacaoğlu / Aksiyon
Çocuk ve ergen psikoloğu Prof. Dr. Haluk Yavuzer, 67 yıllık hayatını son kitabında özetledi…1950’li yıllarda İstanbul’daki birçok semt gibi Balat ve Fener de çok kültürlü bir yapıya sahip. Müslüman, Musevi ve Rumlar sorunsuz, kardeşçe yaşıyor. Yavuzer’in göbekli, sevimli mahalle bakkalının adı Mösyö Jak. Kapalıçarşı’da kolonya, losyon satan, güler yüzlü komşuları Mösyö Leon. ‘Mahalle iğnecisi’ diye ün salmış kalın gözlüklü Madam Ester. Hepsi Molla Aşkı Mahallesi’nin önemli birer parçası. Fakat tarih 6 Eylül 1955’i gösterdiğinde bu güzel tablo hayli zarar görüyor. Küçük Haluk, büyük bir kaygıyla kara kara düşünmeye, olup bitenlere anlam vermeye çalışıyor…   Haluk Hoca 6-7 Eylül olaylarını 11 yaşındaki bir çocuk gözüyle anlatıyor kitabında. İstanbul’un tıpkı demirci atölyesi gibi çınladığını, gökyüzünün alevlerin etkisiyle kırmızıya döndüğünü belirtiyor: “Yarın gayrimüslim komşularımızın yüzüne nasıl bakarım dedim. Gece boyunca gözüme uyku girmedi. Misafirperverlik özelliğimize ters düşen bu hunharca eylem bize çok prestij kaybettirdi. Oysa onlar ülkemizin usta terzileri, ünlü pastacıları, gurmeleri ve çeşitli zanaat ustalarıydı. Sonraki yıllarda okuduk olayların gerçek yüzünü. Daha da üzüldük tabii.”Yavuzer, 6-7 Eylül olaylarını Türkiye için ‘milat’ gibi görüyor. Çünkü o güne kadar herkesin gayrimüslimlerle ‘insanlık’ ortak paydasında buluştuğunu, bu üzücü olaylardan sonra artık gruplaşmaların, kutuplaşmaların başladığını, zamanla da toplumun birbirini dinlemez, anlayamaz hâle geldiği kanaatini taşıyor. Hatta Türk toplumunun içinde bulunduğu vahameti anlatırken artık Müslüman-gayrimüslim ayrımı şöyle dursun kıyafetlere göre bile insanların yargılandığını düşünüyor.

Aksiyon Sayı: 867 / Tarih : 18-07-2011 
Çocuk ve ergen psikoloğu Prof. Dr. Haluk Yavuzer, 67 yıllık hayatını son kitabında özetledi. Eseri benzerlerinden farklı kılan, geçmişle günümüz arasında mukayeseli bir köprü kurması, yaşadıklarını referans göstererek günümüz anne-babalarını uyarması. 
          
‘Babam karakolda komiserdi. Sepetli, üç tekerlekli, oldukça fiyakalı bir motosikleti vardı. Onunla zaman zaman beni de gezdirirdi. Beş yaşlarındaydım, gezilerimizden birine hırsız da katılmıştı. Babam motosikletin arka selesine beni, sepetine de hırsızı oturttu. Hep birlikte bizim eve gittik. Babam anneme yemeğe geldiğimizi söylerken hırsızın kelepçesini çıkardı. Ardından üçümüz kuru fasulye ve pilavdan oluşan öğle yemeğimizi yedik. Hırsız yemeği bitince ‘Komiser Bey’ diyerek ellerini uzattı ve kelepçesinin takılmasını bekledi. Sonra yine hep birlikte karakoldaki nezarethanenin yolunu tuttuk. Hırsızın yüzündeki saygı, memnuniyet ifadesi ile babamın her zamanki olumlu, kararlı simasını hiç unutamıyorum.” Bu yaşanmış hikâyenin sahibi Prof. Dr. Haluk Yavuzer.
Kendisi yazdığı kitaplarla 540 bin aileye ulaşmış, çocuk ve ergen psikoloğu olarak 9 binden fazla vaka görmüş, Türkiye’de ‘çocuk ve suç’ konulu ilk ciddi bilimsel araştırmayı yapmış, 46 yıllık meslek hayatında yüzlerce psikolog, akademisyen yetiştirmiş, pedagojinin ‘p’sinin konuşulmadığı tarihlerde ‘Ana-Baba Okulu’, ‘Evlilik Okulu’ isimli programlarla ilçe ilçe dolaşarak ebeveynleri, gençleri bilinçlendirmiş, Vakko, Ülker gibi şirketlerde önemli görevler üstlenmiş biri.
Yeni çıkan ‘Taş sektirirken anıların suyunda’ ismini verdiği son kitabı da 67 yıllık hayatının kısa bir özeti. Bu eseri benzerlerinden farklı kılan ise, geçmişle günümüz arasında sürekli mukayeseli bir köprü kurması ve ara ara da kendi yaşadıklarını referans göstererek tüm anne-babaları uyarması.
Yavuzer’in hikâyesi İstanbul Fatih’teki Molla Aşkı Mahallesi’nde başlıyor. 1950’li yılların hayat şartlarını kendi gerçeklerinden yola çıkarak analiz eden yazar; bugünlere nasıl geldiğini içtenlikle anlatıyor. Biz de Haluk Hoca’ya günümüz anne babalarının yaptığı hataları, çocukların nasıl doyumsuz hâle getirildiğini, mahalle kültürüyle birlikte yok olan hasletlerimizi sorduk. O da tecrübelerini kendi çocukluğundan, anne-babasından yola çıkarak, bir geçmişe bir ‘şimdi’ye dönerek anlattı…
Yavuzer, İstanbul’daki küçücük evlerinde 1944 yılında dünyaya geliyor. Bir elbiseyi ters yüz ederek, pençeli ayakkabılar giyerek hayatına devam ediyor. Uçurtmasını kendisi, bazı oyuncaklarını da annesi yapıyor. Yaşadıkları tüm maddi sıkıntılara rağmen babası birçok meslektaşının aksine rüşvete tevessül etmiyor. Hayat felsefesini “Doğruda aç, eğride tok yoktur” felsefesi üzerine kuruyor. Küçük oğlu Haluk da her daim onun çizgisinden gittiğini hatta iki çocuğuna da bu önemli mirası bıraktığını anlatıyor: “Sosyal ahlak çok önemli. Dinle, inançla da bağlantısı var. Bu tarz tutumları özümsemek, insanın ailesinde başlar. Laf değil, eylemdir önemli olan. Ana-babanızı söyledikleriyle çelişmiyor, ilkeli hareket ediyor görürseniz örnek alırsınız. Ama ebeveynlerin yaşam biçimi birbirinden farklı, söylemleri tutarsızsa bu sağlıksız model bazı problemleri beraberinde getirir.” Yavuzer’e göre, günümüz anne-babalarının çoğu çocuklarına verdiği sözü tutmuyor. Bir şeyden vazgeçirmek için yalana ya da yapamayacakları vaatlere başvuruyor. Sonuçta hedefine ulaşmak için her türlü hileli yolu deneyen, çevresini umursamayan bireyler ortaya çıkıyor. Hâlbuki ebeveynlerin yapması gereken en önemli görev her şart altında tutarlı davranmak, evlatlarına yapılması uygun ya da uygun bulunmayan davranışları net bir duruşla kazandırmak…
Modern hayatın ‘zorunlu’ gibi duran şartları bizleri apartman dairelerine, sitelere mahkûm etti. 40 ailenin yaşadığı bir mekanda insanlar birbirini tanımaz, hatırını sormaz hâle geldi. Çocuklarımız tanımadığı insanlardan korkar, kaçar oldu. Eğlenceleri bisiklet binmekle sınırlı kaldı. Çok şanslı gibi görünseler de aslında 1-0 yenik başladılar hayata.
Prof. Dr. Haluk Yavuz’er kitabında çocukluk ve gençlik yıllarını anlatırken ‘aile’ diye nitelendirdiği Molla Aşkı Mahallesi’ne uzunca yer veriyor. Çünkü orada farklı zenginliklerden, birikimlerden ve emeklerden zevk almayı, imeceyi, dayanışmayı, yardımlaşmayı öğrenmiş. O döneme bizi götürürken; tavuklarından aldıkları yumurtaları, bahçelerindeki meyveleri önce komşularıyla paylaştıklarını, aynı muameleyi kendilerinin de gördüğünü, tüm mahallelinin sevinç ve tasada birleştiğini, annesinin tam bir psikolog gibi dertli hanımları saatlerce dinleyip problemlerine çözüm bulduğunu, komşu balık kızartsa ‘kokusu gelmiştir’ diyerek onlara getirdiğini, annelerin sadece kendilerinin değil, tüm mahallelinin çocuklarına sahip çıktığını anlatıyor. Molla Aşkı’nın ilk üniversitelisi de Tevfik Bey’in oğlu Haluk’tur. Hastaneye giden mahalleli reçetesini okutmaya muhakkak ona getirir. Tembel çocuklara ders anlatmak, ödevlerini yapmak da yine ona kalır. Haluk Hoca böyle bir ortamda çocuğun güvenle büyüdüğünü, diğerkâmlığı, empatiyi, ‘biz bilinci’ni, sinerjiyi, etkili iletişimi, dayanışma yoluyla sorunların üstesinden gelmeyi öğrendiğini düşünüyor. Asıl kritik soru bugünün çocuklarının bunca anlamlı ve önemli değeri nasıl kavrayacağı oluyor: “Bu kadar derinlikli değerlerin verilebilmesi artık mümkün değil. Tüm bireylerin aynı duyguyu hissetmesi lazım. Önceden insanlar arasında birlik vardı. Herkes kıyafetini Sümerbank’tan alır, yamalı kıyafet, pençeli ayakkabı giyerdi. Şimdiki gibi ‘Aaa bak şuna’ diye biri diğerine tepki verse mutluluk sıkıntısı yaşanırdı.” Yeri gelmişken Haluk Hoca ailesinde yaşanan bir olayı örnek teşkil etmesi açısından anlatıyor: “Oğlum özel okulda okuyordu. Bir gün ‘Baba biz fakir miyiz? Arkadaşlarım kış aylarında kayağa gidiyor’ deyince ‘Değiliz ama kayağa gidecek kadar da zenginlemedik’ dedim. Birkaç gün sonra kitap telif parası geldi, Uludağ’a çıktık. Net ifade ettim: ‘Her zaman buraya gelemeyiz. Senin arkadaşların tatilde İsviçre’ye de gidecek. İmkânımız sınırlı.’ O zaman oğlum bizim sosyo-ekonomik konumumuzun farkına vardı. Bir daha da böyle bir diyalog geçmedi aramızda.” Prof. Yavuzer bugünün anne-babasının durumunu böyle açık ve net ifade etmediğini, borç alarak, çabalayarak, ‘arkadaşlarının yanında küçük küçük düşmesin’ diyerek kayağa götürdüğünü, markalı kıyafetler giydirdiğini, bunu da başkaları tarafından eleştirilirim kaygısıyla yaptıklarını belirtiyor. Böylesi bir tutumun mahalle hayatında asla söz konusu olmayacağının da altını çiziyor.
Bir çocuk neyle mutlu olur?
Her ebeveyn çocuğunu mutlu etmek, hayatta dimdik kalabilmesi için her türlü donanımı kazandırmak istiyor. Fakat çoğu zaman neyi nasıl yapacağını bilememek bir dizi sorunu beraberinde getiriyor. Evlatlarımızı mutlu etmek için (belki de kendimizi) en iyi kıyafetleri, oda takımlarını, oyuncakları alıyoruz. Ama bir bakıyoruz ki çocuğumuz yine mutsuz, memnuniyetsiz. Hâlbuki Yavuzer’in sadece birkaç oyuncağı, birkaç yamalı kıyafeti var. Her isteğini de alabilmesi çok zor. Çünkü bir memur ailesinin o dönemlerde ayın sonunu getirmesi zaten mümkün değil. Buna rağmen Haluk Hoca “Varlıklı değildik ama evimizde huzur, mutluluk, neşe vardı. Perşembe akşamları radyo tiyatrosunu birlikte dinliyor, yarışma programını hiç kaçırmadan takip ediyorduk. Neresinden bakarsam bakayım çok mutlu, hayatından memnun bir çocuktum.” diyor. O günün şartlarını bugün yaşatmak mümkün olmadığına göre “Bir çocuk ‘aslında’ neyle mutlu olur?” sorusuna cevap aramak gerekiyor… 
“Aile içinde mutluluk karşılığındaki değer önemlidir. Mutluluğu sağlıklı olmak, birliktelik, hoşnutluk, neşeye bağlıyor, bu değer yargısı çevrenizdekiler için de böyleyse o zaman ‘mutlu çocuk’luk geçiriyorsunuz. O yıllarda yaşadığımız her şey bizim geleceğimize şekil veriyor. Ve mutluluk her zaman madde değil, mana yüklü bir ortamda oluşuyor.” diyen Haluk Hoca anne-babaları her fırsatta uyardığını söylüyor. Ona göre; günümüz çocukları için bir kalemin, oyuncağın bozulmasının önemi yok. ‘Annem-babam yine alır!’ düşüncesi hâkim. Üstelik her şeye hiçbir emek harcamadan, beklemeden, istediği anda sahipler. Bu da onları duygusal doyumsuzluğa, mutsuzluğa itiyor. Tatminsiz insanlar doyumu marjinal noktalarda arıyor, cinsel sapmalar, madde bağımlılığı, suç ortaya çıkıyor. Tam tersi bir ruh hâliyle yetişen bireyler de aldığı her şeyin keyfini çıkarıyor, mutluluğun sırrını yudum yudum özümsüyor, kendileri gibi mutlu bireylerin yetişmesini de sağlıyor. Peki, “Duygusal doyumun önündeki en büyük engel nedir?” dediğimizde Haluk Hoca hepimizin cüzdanında birkaç tane bulunan kredi kartlarını işaret ediyor. Malum vatandaş parası yoksa da alışverişini yapıyor, her istediğini alıyor. Önceki yılların aksine aileler bütçe hesabı da tutmuyor, birilerinden borç almak, isteklerini ertelemek durumunda kalmıyor. Sürekli yeni bir şeylerin hayatına girmesi doyumsuzluğu beraberinde getiriyor. Yavuzer, bir anısıyla bu konuyu özetliyor: “1975’te üniversitede araştırma görevlisiydim. Doktora sonrası çalışmalarım için Londra’ya gitmiştim. Okula giderken her gün Bone China çay fincanlarının satıldığı dükkanın öründen geçerdim. Onları 3-5 dakika seyreder, bir gün alacağımı hayal ederdim. Türkiye’deki asistanlık maaşımla geçinmekte zorlanıyordum. Nitekim yıl sonu indiriminden faydalanarak yarı fiyatına aldım onları. Hâlen kullandığım bu fincanların değerini ve yaşadığım doyumu anlatmaya gerek yok sanırım.”
    1950’li yıllarda İstanbul’daki birçok semt gibi Balat ve Fener de çok kültürlü bir yapıya sahip. Müslüman, Musevi ve Rumlar sorunsuz, kardeşçe yaşıyor. Yavuzer’in göbekli, sevimli mahalle bakkalının adı Mösyö Jak. Kapalıçarşı’da kolonya, losyon satan, güler yüzlü komşuları Mösyö Leon. ‘Mahalle iğnecisi’ diye ün salmış kalın gözlüklü Madam Ester. Hepsi Molla Aşkı Mahallesi’nin önemli birer parçası. Fakat tarih 6 Eylül 1955’i gösterdiğinde bu güzel tablo hayli zarar görüyor. Küçük Haluk, büyük bir kaygıyla kara kara düşünmeye, olup bitenlere anlam vermeye çalışıyor…  
6-7 Eylül olayları bir milattı
Haluk Hoca 6-7 Eylül olaylarını 11 yaşındaki bir çocuk gözüyle anlatıyor kitabında. İstanbul’un tıpkı demirci atölyesi gibi çınladığını, gökyüzünün alevlerin etkisiyle kırmızıya döndüğünü belirtiyor: “Yarın gayrimüslim komşularımızın yüzüne nasıl bakarım dedim. Gece boyunca gözüme uyku girmedi. Misafirperverlik özelliğimize ters düşen bu hunharca eylem bize çok prestij kaybettirdi. Oysa onlar ülkemizin usta terzileri, ünlü pastacıları, gurmeleri ve çeşitli zanaat ustalarıydı. Sonraki yıllarda okuduk olayların gerçek yüzünü. Daha da üzüldük tabii.”
Yavuzer, 6-7 Eylül olaylarını Türkiye için ‘milat’ gibi görüyor. Çünkü o güne kadar herkesin gayrimüslimlerle ‘insanlık’ ortak paydasında buluştuğunu, bu üzücü olaylardan sonra artık gruplaşmaların, kutuplaşmaların başladığını, zamanla da toplumun birbirini dinlemez, anlayamaz hâle geldiği kanaatini taşıyor. Hatta Türk toplumunun içinde bulunduğu vahameti anlatırken artık Müslüman-gayrimüslim ayrımı şöyle dursun kıyafetlere göre bile insanların yargılandığını düşünüyor. Birbirine benzemeyene hemen ‘öteki’ dendiği içinde de üzüldüğünü anlatıyor: “Marjinal düşünüşler toplumsal erozyonun bir parçası. Sorunun temelinde insanların karşı tarafı dinlemeye bile tahammül, tenezzül etmemesi, doğrudan dışlama ve yok sayma var. Büyük tehlike bu. Mahallemin güzelliklerinin kaybolduğunu görüyorum. Birilerinin bu topluma ‘insanlık’ ortak paydasında buluşmayı hatırlatması lazım. Başörtülü bir öğrencim bölüm birinciliğini elde etti bu sene. Çok sevindim. Kıyafetine bakıp okula, derse almasaydık ne olacaktı ki? Kim, ne kazanacaktı bundan?”
Prof. Dr. Haluk Yavuzer’in son kitabı kısıtlı imkânlarla, çalışarak, didinerek, inançlarından, kültürel değerlerinden taviz vermeden bir kişinin nerelere gelebileceğini anlatması açısından çok önemli. Bu vesileyle günümüz anne-babalarının hatalarını, eksikliklerini görmesi de mümkün. Eski İstanbul’u, Türkiye’nin geçirdiği hızlı değişim ve gelişimi dinlemeyi sevenler için de oldukça keyifli…
 
“Bana hiç ‘Çok çalış oğlum’ demedi”Haluk Yavuzer ilk 23 Nisan törenine balon ve kafası at, gövdesi sopa şeklindeki oyuncağıyla katılır. Zaman zaman balonundan sıkılınca kortejin yanında yürüyen annesinden tahta atını alarak yürüyüşe devam eder. Bir ara sınıfın gerisinde kalır. Tam valinin önünden geçerken tribünden bir ses işitir: “Koş benim aslan oğlum!” Haluk Hoca, hayatı boyunca ne zaman güce, hızlanmaya, çalışmaya ihtiyaç hissetse bu cümle onu şimdi söylenmişçesine motive eder, aldığı enerjiyle her türlü zorluğu aşar. Geçmiş yıllarını anlatmaya bu küçük hikâyeyle başlayan Yavuzer, günümüz babalarını da uyarıyor: “Bugünün babası da çocuğuyla birlikte destekleyici, başarılarından mutlu olan, gurur duyan bir yaklaşım içine girerse; çocuk hem akademik hem de sosyal, duygusal açıdan olumlu etkilenir. Babam bana hiçbir zaman ‘çok çalış’ demedi ama her zaman beni destekledi. Ne zaman umutsuzluğa kapılsam onu arkamda gördüm. Artık babalar çocuklarına fazla zaman ayıramıyor, çocuğun iç dünyasına giremiyor. Manevi ihtiyaçlarının farkına varamıyor.”
 “Başarabildiklerime şükretmeyi öğrendim” “Önde tek dişi bulunan bir hanım pazar akşamları camdan görünürdü. O, Sacit’in annesiydi. Arkasına marul ve kırmızı turp alır, oğlu da ‘Haluk Abi, Haluk Abi’ diyerek şirinlik yapardı. Sacit kronik tembeldi. Ödev yapmıyordu hiç. Ben de ortaokuldayım. Ertesi gün okula gideceğim, hazırlıklarım var. Annem: ‘Aman yavrum, sakın surat etme, incitme. Onun babası yok. 5 dakikada yaparsın.’ derdi. Ben de annemi kırmaz, her hafta aynı tabloyu yaşardık. Sacit bir kez bile ödevini kendi yapmadı ama ben böyle böyle insanlara yardım etmeyi öğrendim. Annem ve babam iyiliksever, paylaşımcı, başkasının mutluluğunu önde tutan insanlardı. Hep ‘Senden zor durumdaki kişilere yardım et, kimseyi geri çevirme. Rütbeye konuma bakma, tahsile paraya aldanma, herkese ‘insan’ diye değer ver. Kendinden yüksektekileri örnek alma, altındakilere bak’ derdi. Bir de yapamadıklarım için hayıflanmak yerine başarabildiklerime şükretmeyi öğrendim onlardan. En keyifli çaylarımı asistanlık, doçentlik yıllarımda görevlilerin odasında içtim, onların sorunlarıyla her zaman yakından ilgilendim. Hâlâ da bu duyarlılığımı koruyor, çocuklarıma, öğrencilerime de bunları aktarıyorum.”
  
18.07.2011
TÛBA KABACAOĞLU 
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-29982-kos-benim-aslan-oglum.html

Yorumlar kapatıldı.