Sait Çetinoğlu
Fikret Hoca kapitalizm ile derdi olanlar için, kapitalist barbarlıktan çıkış manifestosu niteliğindeki, Yeni Paradigmayı Oluşturmak- Kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve aciliyeti üzerine bir deneme adlı kapsamlı eseri [[1]] kapitalist barbarlıktan çıkışı önüne koyanlar için bir rehber değerindedir.
İnsanlığın sorununu ortaya koyarken çıkış yolunu da gösteren/öneren eser beş bölümden oluşmaktadır:
-Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne Çıkma Retoriği: Ufukta bir Çizgi
-İlerleme, Modernleşme, Çağdaşlaşma, Büyüme, Kalkınma, sürdürülebilir Kalkınma: Bu yol Nereye Çıkıyor?
-Vaadedilen ve Gerçekleşen: Muasır Medeniyet Suç İşlemeye Devam Ediyor
-Geçerli Paradigma ve Aktörler: Veya Kim Nerede Duruyor?
-Yeni Paradigmayı Oluşturmak: Alternatif Mümkün
Bu beş bölümde sorunlar tanımlanır ve köklü eleştiriler yapılırken köklü çözümler ortaya konmakta, insanlığa yeni bir perspektif sunulmaktadır.
Fikret hoca eserinde T.C. özelini olduğu kadar, global kapitalizmi sorgulayarak insanlığa bir çıkış yolunu gösterir. Bunun için başta insanlığı kuşatan manipülasyondan kurtulması ve ayağa kalması, kaderini eline alması gerekir: [S]öylemler, ezilenleri/sömürülenleri, kaybedenler cephesini, başka türlü ifade etmek istersek, yeryüzünün lânetlilerini aldatmayı amaçlayan yalanlardan, ideolojik manipülasyonlardan başka bir şey değil…Eğer olup-bitenlerde insanların, insan toplumlarının bir dahli varsa ki, kesinlikle var, o zaman bu ‘başka türlü yapmanın’, ‘başka türlü yaşamanın’, ‘insana, topluma, doğaya dair farklı bir bakışın ve yaklaşımın’ mümkün olduğu anlamına da gelecektir. Bu da ancak yurttaş bilincine sahip ‘çoğunluğun’ kendi kaderinin efendisi olduğu durumda mümkündür… Komünal toplumun çözülüşünden itibaren insanlığın en temel taleplerinden biri olan özgürlük yani İnsanların kendi kaderine sahip olması ve çizmesi duygusudur. İnsanlar ancak, kendi hayatları üzerinde kendileri iktidar sahibi iseler özgür olabilirler. Özgürlük dürtüsü en derin ihtiyaçlarımızdan ve özgür toplum vizyonu en eski rüyalarımızdan biridir. Fikret Hoca çoktandır unutulan bu temel duyguya ve rüyaya çağrı yaparak, özgürlük manifestosunu okuyucularıyla paylaşıyor. İnsanın en temel eğilim ve duygularından birine seslenerek kendi kaderini çizmeye ve ütopyasını kurmaya, İnsanlığı içine düştüğü yanılsamalardan kurtularak düşünmeye davet ediyor: Düşünmek hayır demeyi bilmektir.
Fikret Hoca, insanlığın önündeki temel sorunu net olarak özetler. İnsanlığı bekleyen iki şey vardır: Ya geçerli paradigmadan, kapitalizmden vakitlice çıkılacak; ya da insanlığın bir geleceği olmayacak…
Fikret Hoca, İçinde bulunulan durumdan çıkışın anlaşılabilmesi için rejimin temel niteliğinin anlaşılması gerektiğinin yıllarca altını çizdiği gibi bu eserinde de bu konuya geniş bir yer ayrılmıştır.
Cumhuriyet rejimi gerçek niteliğini gizlemeye, eskiyi yepyeni bir şeymiş gibi göstermeye mecburdu. Bu amaçla başlıca üç araç devreye sokulacaktı: Birincisi, tarihi 19 Mayıs 1919’dan başlatıp, Ebedî Şefin ve bürokratik egemen elitin ihtiyacına cevap veren, tahrifat, yalan ve yok saymaya dayalı bir resmî tarih versiyonu üretmek; İkincisi, Mustafa Kemal’i putlaştırmak, Kemalizm denileni tabulaştırmak; Üçüncüsü de kitlelerin bilincine nüfuz edip gönüllü kabullenme yaratması asla mümkün olmayan bağnaz bir resmi ideolojiyi topluma dayatmak… Söz konusu bağnaz resmi ideolojiyi dayatmanın iki yolundan biri okul ve eğitim sistemi diğeri de modern cumhuriyetin “modern” kanunları, mahkemeleri, hapishaneleri, sansür, oto-sansür ve ideolojik linç olacaktı.
Rejim varlığını geri ve gerici hakim sınıf ittifakına borçludur. Bu gerici sınıfların ve sermayenin temelinde bu coğrafyadan donuna varıncaya kadar soyularak, tarihsel topraklarından kazınan Ermeni, Rum ve Süryani zenginliğinin gaspı bulunmaktadır. Her sermayenin temelinde kan ve gözyaşı olduğu gibi egemen sermaye ve egemen ittifakın temelini de bunların kanı ve gözyaşları oluşturmaktadır. 1909 Kilikya’daki kitlesel Ermeni katliamının provokatörü ve organizatörü İtidal Gazetesi sahibi İhsan Fikri[2]’nin oğlu Cavit Oral 1948 yılında Çukurovanın en büyük toprak ağalarından biri olarak tarım bakanlığına getirilmekte oluşu boşuna değildir.
Rejimin dilini, hegemonyasını, araçlarını-kurumlarını, kavramlarını ve aktörlerini mercek altına alarak irdeleyerek, realiteyi ortaya koyar, dünya ölçeğinde geçerli rejim kolektif emperyalizmin anlaşılmasını mümkün kılar: [K]apitalizm hiyerarşik bir sistemdir. Bir kutupta zenginlik üretebilmesinin koşulu, karşı kutupta yoksulluk ve sefalet üretmektir. Başka türlü ifade edersek, kapitalist üretim tarzı bir sömürü metabolizmasıdır. Mülksüzleştirerek sermaye birikimi yaratan bir sistemdir… Öyleyse kapitalist üretim tarzının mantığı, işleyişi ve tezahürleri üzerinde durmak gerekecek. Bir bütün olarak alındığında, kapitalist dünya sistemi hiyerarşiktir ama hiyerarşinin unsurları, bileşenleri olan, hiyerarşinin farklı yerlerindeki her ulusal kapitalist sosyal formasyonun herbiri de bizzat hiyerarşik bir yapı ve işleyişe sahiptir. Dünya ölçeğindeki hiyerarşinin benzeri ulusal düzeylerde de söz konusudur… Bu durumu kabullendirip- dayatmanın yolu gizlemekten geçiyor, gizlemek için de milliyetçilik, vatanseverlik, milli çıkar, ulusal yarar, yabancı düşmanlığı [zenofobi], vb. söylemler devreye sokuluyor. Oysa,’ ulusal’ egemenlerin çıkarı, kolonyalist-emperyalist ülkelerin egemenlerinin çıkarıyla ortaktır. Dünya ölçeğindeki ülkeler arasında asıl geçerli olan bir küresel egemenler koalisyonudur. Ya da asıl çelişki veya karşıtlık, yeryüzünün egemenleriyle yeryüzünün ezilen-sömürülenleri arasındadır.
Kalkınmanın bir yanılsama olduğunu örnekleriyle göz önüne sererek, Kapitalizmden kurtulmadan bağımsızlığının kazanılmasının ve kolonyalizmden kurtuluşun mümkün olmadığının altını çizer: Bu duruma dokunulmadan kazanılan bir ‘bağımsızlık’, yönetimin yerli unsurlara devredilmesi, sömürgeciliğin tasfiye edilmesi değil, sadece görüntüsünün değişmesi anlamına gelebilirdi… Dolayısıyla sömürgeciliğin tasfiyesi, sosyal yapıda bir devrim olmadan mümkün değildir. Elbette ideolojik, zihinsel-entellektüel bir devrim ve kopuş da gereklidir… Yarı-sömürge statüsündeki ülkelere gelince, orada da mülkiyet ilişkilerine dokunulmadığı sürece ve sömürgeci-emperyalist ülkelerle önceden kurulmuş eşitsiz ekonomik-ticaret-yatırım ilişkileri eskide olduğu gibi kaldıkça, yarı-sömürgecilik statüsünün değişmesi mümkün değildi.
Anti-emparyalist söyleme itirazını dile getirerek bu söylemin sakatlığını ortaya koyar: Sadece siyasal plandaki bir değişiklik, kolonyalist yöneticinin yerini yerli unsurların alması, geçerli ilişkiler bütününü dönüştürmek, taşı yerinden oynatmak için yeterli olabilir miydi?. Hosea Jaffe: “Anti-emperyalist literatür genel olarak Batı sömürgeciliğini [colonialisme occidental] mahkûm ediyor ama Batı sömürgeleştirmesini [colonisation occidentale] değil derken, bu ayrıma gönderme yapıyor. Oysa, sömürgeciliğin gerçekten tasfiye edilmesi öncelikle paradigma değişikliğini gerektiriyordu.
Geçerli Paradigmanın aktörlerini ve bunların en önemli aparatlarından Demokrasi yanılsamasına vurgu yaparak temsili demokrasiyi ve AB’den demokrasi beklentisini deşifre eder: “Yegane amacı ve varlık nedeni, kârı, dolayısıyla sermayeyi büyütmek olan kapitalist-emperyalist bir birliğin demokratiklik iddiasının hiçbir kıymet-i harbiyesi olamaz, nitekim yoktur. Fanatik piyasacılıkla malûl ve liberal virüs tarafından zehirlenmiş bir oluşumun emekçi halk çoğunluğuna teklif edebileceği bir tek şey olabilir: daha fazla sömürü…”Robespierre’in de dediği gibi ‘zaman zaman birkaç temsilci seçmek’ şeylerin gidişatını etkilemenin garantisi değildir.’ Kaldı ki, temsili demokrasi gerçek demokrasinin önünü kesmek amacıyla ve bilinçli olarak peydahlanmış bir yönetim aracıdır. Temsili demokrasinin karşısına çoktandır unutturulan doğrudan demokrasiyi koyar. Doğrudan demokrasi aynı zamanda kitlelere bir dinamizm getirecek, varlık nedeni kitlelerin önünde set olan bürokratik hegemonyayı kaldıracak bir ilaç, Kitlelerin kaderini eline almada bir araç olarak önümüzde durmaktadır. Politikanın sosyalleşmesine vurgu yapar: O halde demokrasi nedir veya ne olması gerekir? Bir kere demokrasi, politikanın ne olması ve nasıl yapılması gerektiği sorusundan bağımsız değildir. Eğer toplumun yapısı, kurumları, örgütlenme tarzı ve işleyişi sorgulanabiliyorsa, sorgulanmaya açıksa, insanlar yaşadıkları topluma dair her temel sorunu tartışabiliyor, tartışmalara müdâhil olabiliyorsa, politik ve sosyal kurumların yapısı ve işleyişi de dahil olmak üzere, yasalar ve yönetmelikler değiştirilebiliyorsa, toplumu oluşturan yurttaşlar toplumsal/politik sürece gerekli olduğu her zaman ve her durumda müdahale edebiliyorsa, [itiraz, eleştiri, tartışma, öneri, karar sürecine katılma] başka türlü ifade edersek, toplum kendi hakkında düşünebilir ve gereğini yapabilir durumdaysa, orada politikanın, politika yapmanın bir anlamı, bir değeri, velhasıl bir kıymet-i harbiyesi var demektir. Demokrasiden söz edebilmenin ikinci koşulu da, politika yapmanın herkesin işi, olmasını varsayar… Ya da demokrasi, politika herkesin şeyi olduğu, herkes tarafından içselleştirildiği, sahiplenildiği durumda mümkündür. Eleştirilerinde siyasi partiler de muaf değildir.
Bunak kapitalizmin kuvvet şurubu kültüralizmi eleştirerek, kimlik siyasetinin dışlanmayı ‘ötekileştirmeyi’ortadan kaldırmaktan ziyade dışlanmışlığı kendisi için bir çıkar aracına dönüştürme işlevinin altını çizer. “Eğer özgürlükten söz ediliyorsa eşitlikten de söz edilmesi gerekir ve Rosa Luxemburg’ıın veciz bir şekilde ifade ittiği gibi: “özgürlük başkasının özgürlüğüdür”. Dolayısıyla, özel ezilme/dışlanma alanları ne olursa olsun, şimdilerde insanların mâruz kaldıkları ayrımcılığın temelinde, tartışmasız bir şekilde kapitalizm ve onun devleti var. Elbette bu durum sadece etnik ve kültürel temelli kimlik siyaseti yapanlar veya yaptığını sananlar için geçerli değildir. Feminizm, çevrecilik [ekolojik hareket] gibi hareketlerin de kapitalizmi sorun etmedikleri sürece, kazanımları sınırlı olmaktan kurtulamaz.”
Sınıf ve etnisite bağdaşmazlığı diye bir şeyin söz konusu olmadığını belirterek, kültüralizm konusunda değerli çalışmalar yapan Sibel Özbudun’un tesbitlerini paylaşır: “Son yıllarda sol içinde sahte bir ikilem biçimlendi: ‘Ya sınıf ya etnisite’. ‘Sınıf seçeneği üzerindeki aşırı vurgu, kültürel/etnik çoğulluğu yadsıyan bir ulusalcılığa teslimiyetin yolunu döşerken, çubuğun ‘etnik kimlik’ yönünde bükülmesi ise, ulusal baskıların hafifletilmesi adına neo~liberal ‘çözüm(süzlük) ‘e sempatiyle bakılmasına yol açmakta. Kanımca her ikisi de, ‘başka bir dünya mümkün diyebilen ‘eşitlikçi özgürlük/özgürlükçü eşitlik’ ütopyasından yan çizmenin, neo-liberaller ile milliyetçiler arasında süregiden kayıkçı dövüşüne teslim olmanın kolaycı yollarını oluşturuyor. “
İslam, Alevicilik, “Stk”ların işlevi değerlendirilir. Eleştirinin odağında reel sol da vardır: Solun krizi sistemiktir, yapısal niteliktedir ve uygarlık krizinden bağımsız değildir.
Sistemin çözüm olarak sundukları sorunun asıl kaynağıdırlar. Asıl amacı kar etmek, karı büyütmek olan bir sistemden sorunların çözümünü beklemek bir şeyi olmadığı yerde aramaktır.
Bu sorunların aşılması için çözüm insanlığın birikiminde mevcuttur. Yeter ki geçerli ideolojik manipülasyonları ortadan kaldıracak irade ortaya konulabilsin. Bu potansiyelin ortaya çıkarılmasını önemle vurgular: Küresel kapitalizm artık sadece insanî yabancılaşmalar, toplumsal kötülükler, doğa tahribatı yaratmakla kalmıyor, doğrudan insanlığın varlığını tehdit ediyor. Bu durum, ‘üretici güç’ denilenin tam bir yıkıcı güce dönüştüğünün resmidir…
Mevcut durumu aşmak, varolanın ötesine geçmek gibi bir iddiası olanların, öncelikle yapmaları gereken şey, geçmişin özgürleştirici/emansipatris düşüncesiyle bağ kurup, onu canlandırmak olmalıdır. Zira söz konusu miras, mevcut durumun aşılmasında baş vurulması gereken önemli bir hazinedir.
Eleştirinin ötesine geçmek veya eleştiriyi gerçekleştirmeyi, alternatifleri formüle ederek çıkış yolu aramanın gerekliliğinin altını çizip sunduğu on iki öneri üzerinde düşünmeye çağırırken , İnsanlığın yaratıcı gücüne hayal dünyasına, ütopyasına seslenir: Hayal etmek düşünmektir… Bir toplumun yaratıcı potansiyelinim büyüklüğü hayal edebilen üyelerin sayısının çokluğu ile doğru orantılı olduğunu, işbirliği ve dayanışmayı öne çıkararak, insan soyunun var olup gelişmesinin anahtarının, rekabet değil işbirliği ve dayanışma olduğunu bir kez daha hatırlatır.
Ulaştığımız kritik kavşakta, yeni bir rotaya girmek en azından iki şey için vazgeçilmezdir: 1 .Yaşamı güvence altına almak; 2. Daha iyi yaşanabilir bir toplum kurmak… Yaşanabilir bir toplum için ikinci önemli vazgeçilmez koşul demokrasidir. Demokrasi, şimdilerde dünyanın her yerinde oynanan sefil oyundan farklı bir şeydir ve öyle olması gerekir… olabildiğince ‘doğrudan demokrasi’ yöntem ve araçları devreye sokulmalıdır… Dayanışmanın inkârı olan rekabeti mahkûm eden bir anlayış gerekir ve insanlar nerede olursa olsun, olanaklar dahilinde hemcinslerinin kaderine duyarlı olmalı, onlarla empati kurmayı başarabilmelidirler.
Radikal önerilerini sıralar ki her biri kapitalist barbarlıktan çıkışta altın anahtar değerindedir.
– İktidarın oligarşinin elinden alınması anını beklemeden ve bugünden başlayarak, burjuva toplumu dahilinde yeni kurumsal yapılar, yeni yaşam alanları oluşturmak.
– Kapitalizmin ortadan kaldırdığı üretim/tüketim bağını ihya etmek,
– Bürokratik olmayan, katılımı esas alan demokratik bir planlamayı hayata geçirmek.
– Temel ihtiyaçları karşılamaya öncelik veren bir politika izlemek. Toplumun tüm üyelerinin temel ihtiyaçlarını güvence altına almak
-Zararlı ve/veya gereksiz üretime ve tüketime son vermek.
– Nüfusun ülke sathına yayılması sorunu da yeni paradigma iddiasında olanların üzerinde önemle düşünmeleri gereken bir şeydir.
– Farklı bir zenginlik, refah ve mutluluk anlayışına dayanan, yoksullukla değil, zenginlikle mücadele eden [zira doğrusu odur], ekolojik sınırı ve duyarlılığı esas alan bir üretim ve tüketim modeline geçişin koşulları ivedilikle yaratılmalıdır.
– Kamusal mallar ve hizmetlerin meta kategorisi dışına çıkarılması ve parasız sağlanması mümkün ve gereklidir.
-Doğal yaşama daha az zarar veren yenilenebilir enerjilere geçişi vakitlice sağlamak… Enerji yutucu modelden çıkmak… Otomobil çılgınlığına son vermek
– Yeni bir perspektife sahip, piramidal [hiyerarşik] olmayan yatay ve demokratik işleyişi içselleştirmiş yeni örgütler oluşturmak.
[1] Fikret Başkaya, Yeni Paradigmayı Oluşturmak, Kapitalizmden çıkmanın gerekliliği ve aciliyeti üzerine bir deneme, Özgür Üniversite kitaplığı, 2011
[2] İhsan Fikri, katliam sonrasında kaçtığı Mısır’dan Babialiye yazdığı mektuplarında zaruret içinde olduğundan yardım dilenirken, 40 yıl sonra oğlu Çukurovanın en zengin toprak ağasıdır.
Yorumlar kapatıldı.