İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Surp Haç Tıbrevank’ın Bitmeyen Çilesi

Değerli Okurlar,  eski ismi ile Surp Haç Tıbrevank Ermeni Ruhban Okulu, yeni ismi ile Surp Haç Ermeni Lisesi olan Okulumuzun hukuki statüsü ile ilgili sorunu bir türlü çözülemiyor. Bilindiği gibi 1985 yılından bu yana okul cemaat vakfı olarak kabul edilmiyor. Bu yüzden de yönetim kurulu seçilemiyor…Danıştay Dava Daireleri Kurulu, Onuncu Dairenin kararını büyük bir çoğunlukla bozarak kazanılmış hakkın söz konusu olmayacağını ve okulun Iskolya Tıbradun vakfına bağlanamayacağına karar verdi. Konuyu basite indirgersek, başladığımız yerdeyiz. 

***
Surp Haç Tıbrevank’ın Bitmeyen Çilesi
Eski ismi ile Surp Haç Tıbrevank Ermeni Ruhban Okulu, yeni ismi ile Surp Haç Ermeni Lisesi olan Okulumuzun hukuki statüsü ile ilgili sorunu bir türlü çözülemiyor. Bilindiği gibi 1985 yılından bu yana okul cemaat vakfı olarak kabul edilmiyor. Bu yüzden de yönetim kurulu seçilemiyor. Okul, okul müdürü ve aynı zamanda kurucu olan Hayk Nışan tarafından temsil ediliyor. Okul özel okul statüsünde varlığını sürdürüyor. Kanımca da cemaat maddi ya da başka nedenlerle kapanmasını istemedikçe bu okul kapanmaz.

Ben kuruluşundan başlayan hukuki yanlışlar zincirinin bizi bu garip noktaya getirdiğini düşünenlerdenim. Son olarak kazanılmış hak ve Iskolya Tıbradun’u ihya ederek okulun bu vakfa bağlanması yolundaki başvuru Danıştay Onuncu Dairesi tarafından kabul edildi. Ancak Vakıflar Genel Müdürlüğünün temyiz başvurusu ile Danıştay Dava Daireleri Kurulu, Onuncu Dairenin kararını büyük bir çoğunlukla bozarak kazanılmış hakkın söz konusu olmayacağını ve okulun Iskolya Tıbradun vakfına bağlanamayacağına karar verdi. Konuyu basite indirgersek, başladığımız yerdeyiz.

Dava sonuçlarını şöyle özetlemek mümkün:
         Kazanılmış hak iddiası geçersizdir.
         Medeni Kanunun yürürlüğe girişinden sonra (1926) yeni cemaat vakfı kurulamaz.
         İskolya Tıbradun Vakfının ihyası mümkün değildir. Çünkü bu vakfın vakfiyesine göre  vakıf bazı öğrenci ve öğretmenlere yardım amacıyla kurulmuştur ve lisenin vakfı olamaz.
         Sözü edilen padişah fermanı ise sadece İncil okunmasına izin verilmesi amaçlıdır ve mevcut lise ili hiçbir ilişkisi yoktur.

Görülüyor ki, maalesef  hiçbir gelişme yok. Ben yazmıştım, ben demiştim hatta bu yüzden kötü olmuştum demenin yararı yok. Okulun Surp Haç Kilisemizin vakfına bağlanmasını istediğimizde herkes karşı çıktı. Yetkili mercilerin de bunu önerdiği biliniyor. Karşı çıkmanın nedeni de 1974 tarihli Yargıtay Genel kurulunun aldığı karar gereğince1936 yılından sonra cemaat vakıfları yeni taşınmaz mal edinmesi mümkün olmaması ve  taşınmaz malların elden çıkacağı, kısacası okulun sahip olduğu taşınmazları kaybedeceği iddiasıydı. Gerçekten de 2002 öncesi bu düşünce doğruydu. Eğer bu gerekçe doğruysa, Okul Iskolya Tıbradun’a bağlansa aynı şeyler olmayacak mıydı? Eğer 1936 yılından sonra alınan mallara el konulması korkusuyla Surp Haç Vakfımıza bağlanmak istenmediyse aynı şey Iskolya Tıbradun için geçerli değil mi? Kaldı ki 2002 yılında Vakıflar Kanunu değişikliğinden sonra böyle bir şey mümkün değil. Neyse bunların hepsini yazıldı, çizildi. Diyecek bir şey yok. Demek ki bizlerin bilmediği bir şeyler biliniyormuş.

Avukat Luiz Bakar’dan öğrendiğime göre cemaat avukatları tashihi karar için başvuracak ve müspet sonuç alınmazsa dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşınacak. Bize, hadi Hayırlısı demekten başka bir şey düşmüyor.
Aşağıda 13 sayfalık kararı ana noktalarıyla aktardım. Aslında Türk Milleti Adına başlıklı karar bölümün okunması yeterli olur ama merak edenler için diğer bölümleri de aldım. Konuyla ilgilenenler ve özellikle yurt dışında yaşayan arkadaşlarımızın ne olup bittiğini bilmeleri açısından yararlı olacağını düşünüyorum.

Danıştay Dava Daireleri Kurulu kararını bana gönderen Okul müdürümüz Hayk Nışan’a da burada teşekkür etmek isterim.
Sevgiler.
Murat Bebiroğlu 
murat.bebir@gmail.com

T.C. Danıştay Dava Daireleri Kurulu Kararı

Tıbrevank konusunda Danıştay İdari Dava Daireleri tarafından alınan son kararla ilgili istemin özeti şöyle: “Danıştay Onuncu Dairesinin 15.11.2005 günlü E:2003/2272,K. 2005/ 6741sayıı kararının temyizen incelenerek bozulması davalı idare tarafından istenmektedir”. Bu istem özetinden de anlaşılacağı gibi Danıştay’ın Tıbrevank lehinde verdiği karar Vakıflar Genel Müdürlüğünce temyiz edilmiştir. 

Danıştay Tetkik Hakimi Tuncay Dündar’ın Düşüncesi:
Danıştay Onuncu Dairesince verilen karar usul ve hukuka uygun bulunduğu ve temyiz dilekçesinde öne sürülen nedenlerin kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığından belirtilen temyiz isteminin reddi gerektiği savunulmaktadır.

Danıştay Savcısı Nevzat Özgür’ün Düşüncesi:

Danıştay Savcısının düşüncelerini şöyle özetleyebiliriz:
         Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra kurulacak vakıflar (tesisler) Medeni Kanun hükümlerine göre kurulacaktır.
         Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar da Vakıflar Kanununa göre üç ana grupta toplanmıştır. Mazbut, Mülhak ve Cemaat ve Esnafa mahsus vakıflar.
         Bu duruma göre Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra Mazbut, Mülhak ve Cemaat ve Esnafa mahsus vakıf kurulamaz.
         Vakıflar Kanunu, Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra kurulan hiçbir vakfa uygulanamaz.
         Lozan Antlaşmasında yer alan Azınlıklarla ilgili hükümlerin, “Müslüman olmayan Türk uyrukları ile diğer uyruklarının eşit haklara sahip olmalarına, Müslüman olmayan azınlıkların vakıflarına kolaylıklar ve izinler sağlanmasına ve yeniden din ve hayır kurumları kurulması hususunda bu nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış olan kolaylıkların sözü edilen azınlıklara da sağlanmasına ve ayrıca bu azınlıkların kamu düzeninin korunması için öteki Türk uyruklarına yükletilen yükümler dışında tutulamayacağına ilişkin olduğu ve bu niteliği itibariyle azınlıkların farklı bir statüye sahip olmalarına değil, öteki Türk uyrukları ile eşit haklara aynı haklara sahip olmalarını ve aynı yükümlülüklere tabi tutulmalarını öngördüğü açıktır.”  
         Bu nedenle de Azınlıkların Medeni Kanuna tabi olmayan yeni cemaat vakıfları kuracağı yönündeki iddiada isabet bulunmamaktadır.  
         2762 Sayılı Vakıflar Kanunu bir tasfiye kanunudur.

         Azınlıkların Medeni Kanuna göre vakıf kurmalarına bir engel yoktur. Ancak Medeni Kanunun yürürlüğe girişinden sonra cemaat vakfı niteliğinde vakıf kurulamaz. Cemaat vakıflarının Medeni Kanuna hükümlerine göre değil, Vakıflar Kanunun hükümlerine göre özel bir statü içinde devamları gerekir.

         Medeni Kanuna göre kurulan vakıflar ile cemaat vakıfları arasında Lozan Antlaşmasında öngörülen eşitlik kıyaslaması yapılması mümkün değildir.

          “Belirtilen bu hukuki duruma göre bir vakfın 2762 sayılı kanunda öngörülen cemaat vakfı statüsünde kabul edilmesi için Kanunu Medeninin yürürlüğe girdiği 04 Ekim 1926 tarihinden önce vücud bulmuş (kurulmuş) olması gerekir.

         “Vakıflar eski ve yeni vakıf hukukunda vakfiye ile kurulup mahkeme kararıyla tescil edildikleri halde cemaat vakıflarının diğer vakıflarda olduğu gibi vakfedeni ve vakıf senedi (vakfiyesi) bulunmamaktadır. Bilinen anlamda vakıf statüsünde olmayan bu kurumların hemen tümü padişah fermanıyla kurulmuşlardır. Çünkü Osmanlı Devletinde gayrimüslimlerin, kurmak istedikleri kilise, manastır, mezarlık gibi dini yerlerin kendilerine tahsis edilmesi ve gayrimenkule sahip olabilmeleri ancak padişahın böyle bir eylemi uygun görmesi ve taşınmazı bu tür amaçlar için tahsis etmesiyle mümkün olabilmekteydi. Bu gün için ise cemaat vakıflarının 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince 1936 yılında verdikleri beyannamelerin vakfiye yerine geçtiği kabul edilmektedir.(Prof. Dr. Ata Sakmar, Cemaat Vakıflarıyla ilgili Hukuki Düzenlemeler Cumhuriyetin 80. Yılında Uluslar arası Vakıf Sempozyumu Kitabı, Sh. 113)”

(Not: Bu konu çok tartışmalıdır. Beyannamenin vakfiye kabul edilmesi hukuki bir karar değildir. Rahmetli Prof. İsmet Sungurbay bunun tam tersini ileri sürmektedir. “Defteri Hakani idarelerine verilen ve tasarruf edegeldikleri taşınmazları kendi adlarına tapuya tescil için açıklayıcı nitelikte yalnızca bir bildirimden ibaret bulunan beyannamelerin, vakfın kuruluş belgesi demek olup kurucu nitelikte bulunan vakıfname olarak kabulü ‘istim arkadan gelsin’ kabilinden bir düşünüş olup işin gerçeğine ve hukukun ilkelerine tümüyle aykırıdır[i].”  Kaldı ki cemaat vakıflar içinde vakıf olarak düzenlenen hastanemiz ve yetimhanelerimiz vardır. Diğer grup ise Osmanlı Devleti döneminde müessesatı Hayriye müessesatı diniye olarak tanımlanan din ve hayrı kurumlarıdır. Bu nedenle de ne vakfiyeleri ne de vakfedenleri vardır. Yasayla vakıf ilan edilmişlerdir ne vakıf olarak kurulmuşlardır ne de vakıf olmak iddiaları vardır.Zaten 1912 yılına kadar Osmanlı Devletinde tüzel kişilerin taşınmaz mal edinme hakkı da yoktur. MB)

         Vakıflar kanununa göre beyanname verme zorunludur. Beyanname vermeyenler vakıflarında tasarruf edemeyeceklerdir. Süresi içinde haklı bir neden olmaksızın beyanname vermeyen mütevelliler azledilecektir.

         “Öte yandan 04.10.1926 tarihinden önce vücud bulmadığı için 2762 sayılı Yasaya göre cemaat vakfı sayılmasına olanak bulunmayan kuruluşlar hakkında kimi idari makamlarca cemaat vakıflarına ilişkin mevzuat hükümlerinin zaman içerisinde uygulanmış olmasının bu kuruluşlara cemaat vakfı statüsü kazandırmayacağı kuşkusuzdur. Zira anılan Yasa uyarınca cemaat vakfı sayılmanın ön koşulu 04.10.1926 tarihinden önce vücud bulduğunu kanıtlamayan hiçbir kuruluşun cemaat vakfı statüsünden yararlanması mümkün değildir ve bu hukuki duruma karşın bazı makam ve merciler tarafından açıkça hatalı olarak bu tür kuruluşlar hakkında “cemaat vakıflarına ilişkin hükümlerin uygulanmış olmasının bu kuruluşlara kazanılmış hak sağlamayacağı kuşkusuzdur.

(Not: Müktesep hak iddiasının sonu. Bunu yıllar önce yazdığım için suçlanmıştım. M.B.)

          Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinde önce kurulmuş olmadığı açık olan vakfın cemaat vakfı sayılmayacağı ve cemaat vakıflar listesinde olmamasının hukuka aykırı olmadığı belirtiliyor.

Türk Milleti Adına

         Genel Müdürlüğün, İstanbul 12. Noterliğince tercümesi tasdikli Hicri 1264 Miladi 26.09.1848 tarihli vakfiye ve 10.03. 1796 tarihli padişah fermanına dayanarak davacı vakfın cemaat vakfı sayılmayacağını, 1936 yılında beyanname verilmediği, cemaat vakfı olarak sehven işlem gördüğü belirtilerek bu gelişme sonrasında cemaat vakıfları listesinde yer almadığı.

         Ancak Milli Eğitim Bakanlığı’nın 18.11.1954 tarihli izin belgesi ile Özel okullar Yönetmeliğine dayalı olarak Özel Surp Haç Tıbrevank Ermeni Ruhban Okulunun öğrenim yapmasına izin verildiği;

         İstanbul Valiliği Hukuk İşleri Müdürlüğünün 08.01. 1955 tarih ve 954-618 sayılı işlemiyle davacıya ait ruhban mektebinin Ermeni cemaati müşterek idare komitesince diğer vakıflar gibi tasarruf ve idaresinin uygun görüldüğü;

         25.04.1957 tarihli 957-266 sayılı Belge’de de Üsküdar Surp Haç Tıbrevank Ruhban Mektebi vakfının mütevelli heyetinin Vakıflar Kanunu mucibince hükmi şahsiyeti haiz olduğu ve bunun dışında yine aynı idare tarafından muhtelif tarihlerde davacının taşınmaz edinmesine yönelik birden fazla belge düzenlendiği;

         Ayrıca davacıya 07.08.1961 tarih ve E: 1961/104 K:1963/48 sayılı kararıyla mirasçılık vesikası verildiği;

         Genel Kurmay Başkanlığı 1. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanlığının 09.03.1973 tarihli yazısında vakfın yönetim kurulu seçimi yapılmasında bir sakınca görülmediğinin belirtildiği;

         1961 yılından 1985 yılına kadar cemaat vakfı kabul edilerek yönetim kurulu seçimine müsaade edildiği;

         Genel Müdürlüğün Valiliğe gönderdiği 14.10.1999 tarih ve 57755 sayılı yazıda da dosyada yer almayan “Azınlık tali komisyon kararının varlığından bahsedilerek ve bu karar esas alınarak davacıların kayyum sıfatıyla yönetilmesi gerektiği;

         Surp Haç Ermeni Lisesinin özel eğitim kurumu olarak vakıf unvanını almış olmasının tek başına cemaat vakfı sayılmasını gerektirmemekle birlikte, davacının dava dilekçesinde ve duruşmada özellikle dosyada bulunan vakfiye ve temessük senediyle[ii]”Tıbradun ve İskolya” adlı okulun cemaate din adamı yetiştirme işlevini yerine getirmek amacıyla kurulan ve bu kez de SHT Ruhban Okulu Vakfı adı altında 1953 yılında günün patriği tarafından yapılan müracaat ile faaliyete geçen vakfın, 1954’ten itibaren “Ermeni malları Müşterek idare Komitesinin” (Getronagan Varçutyun M.B.) lağv edilmesine kadar cemaate ait diğer umumi vakıflar gibi patrik ve adı geçen heyet tarafından idare edildiği; bu komitenin lağv edilmesinden sonra ise, diğer yönetici seçimleri yapan umumi vakıflar gibi seçilen kurular tarafından yönetilmeye başlandığı;

         Milli Eğitim Bakanlığınca 12.12.1953 tarihinde bu vakfa bağlı olarak açılmasına izin verilen okulda halen lise seviyesinde öğretim yapılmakta olduğu ve vakfın vakfiye ve beyannamesinin İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğü’nün 6-A/2 sayılı dosyada mevcut olduğu;

         Gerek Vakıflar Genel müdürlüğünce ve gerekse İstanbul Valiliğince 1985 yılına kadar vakıf olarak kabul edilerek tüm işlemlerin bu şekilde, taşınmaz mal edindikleri ve mahkemelerde tüzel kişilikleri kabul edilerek davacı konumunda yer aldıklarının belgelerle ortaya konulduğu;

         Davalı Genel Müdürlükçe Vakıflar Kanunu uyarınca tüzel kişiliği haiz cemaat vakfı olduğu kabul edilerek ve kayyum sıfatıyla yönetilmesine izin verilerek davacı kuruluşla ilgili işlemlerin yıllarca buna göre yürütüldüğü göz önüne alındığında, davacı kuruluşun bir cemaat vakfı olup olmadığı hususu;

         Vakıflar Genel Müdürlüğünce varlığı kabul edilen ve dosyaya tercüme örneği eklenen Vakfiye ve Temessük senedi incelenip, davacının tüm iddialara göz önüne alınarak detaylı bir araştırma yapılması suretiyle davacı kuruluşa ait okulun vakfiyede söz edilen vakıf ile bir ilişkisi bulunup bulunmadığı, daha açık bir ifade ile söz konusu vakfın devamı olup olmadığı açık bir şekilde ortaya konularak saptanabileceği, davacı idarece belirtilen konular yeterince açıklığa kavuşturulmadan salt dosyada yer almayan “Azınlık Tali Komisyon” kararı esas alınıp 1985 yılından itibaren davacının vakıf olmadığı sonucuna varılarak davacı kuruluş hakkında işlem tesisinde hukuka uyarlık bulunmadığı gerekçesiyle 24.01.2003 günlü ve 25003 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Cemaat Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri, Bunlar Üzerinde Tasarrufta bulunmaları ve Tasarrufları Altında Bulunan Taşınmaz Malların bu Vakıf Adına Tescil Edilmesi Hakkında Yönetmelik ekinde bulunan “Faaliyette Bulunan Cemaat Vakıfları” başlıklı listede davacı vakfa yer verilmemiş olması nedeniyle söz konusu listedeki eksik düzenlemenin ve davacı vakfın tasarrufu altında bulunduğu halde tapuda davacı Vakıf adına tescil edilmemiş bulunan taşınmazların 4771 sayılı Kanunun 4/A maddesinin birinci fıkrası uyarınca davacı vakıf adına tescil edilmesi için yapılan başvurunun reddine ilişkin işlemlerin iptaline karar verilmiştir.         

         Davalı idareler, mevzuata göre davacın cemaat vakfı sayılmayacağını belirterek kararı temyiz etmekte ve bozulmasını istemektedirler.

         Osmanlı İmparatorluğu döneminde Müslüman Olmayanların dahi İslam Hukuku’na göre vakıf kurma haklarının bulunduğu, bu çerçevede sözü edilenlerin vakfiye düzenleyerek ve mahkemeye başvurup tescil ettirdikleri vakıflar bulunduğu bilinmektedir. Bununla birlikte aynı dönemde, Müslüman olmayanlar bu şekilde vakıf kurmak yerine kendi inanç ve geleneklerinden hareketle, kendi cemaatlerinin manevi şahsiyetine “yükümlü bağışlama”  yapmayı benimsemişler; Padişah Fermanı (Buyruk) ve İrade-i Mahsusa (Özel izin) ile bu cemaatlerin kilise, manastır, okul, hastane, papaz evi, mezarlık, sinegog kurarak dini, ilmi ve Hayri hizmetlerde bulunmalarına olanak tanınmıştır. Hatta 16 Şubat 1328 (1912) günlü “Eşhası Hükmiyenin Emval-i Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Kanun-u Muvakkat”ın 3. Maddesiyle “Osmanlı cemaat ve müessesat-ı hayriyesi akar almak ve tekalüf (vergi) ve rüsuma tabi bulunmak üzere, ancak kasaba ve kariyeler dahilinde emvali gayrimenkule tasarruf edebilirler. Şu kadar ki müessesat-ı hayriyeden birine min’el kadim (eskiden beri) merbut (bağlı) olup da, merbutiyeti Defter-i Hakani’de mukayyet bulunan arazi kemakân (önceden olduğu gibi) tasarruf edilir.” Hükmü getirilerek, cemaatlerin kendi dini, ilmi ve Hayri kuruluşların doğrudan doğruya mal edinmesine olanak tanındığı gibi bundan önce muvazaa ile edindikleri taşınmaz malların tapu kayıtlarını da kendi adlarına tashih etme hakkına sahip olmuşlardır.

         Lozan Anlaşması “ bu azınlıkların Türkiye’deki vakıflarına, din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylığı ve izni sağlayacağı, ayrıca Türkiye Hükümeti’nin yeniden din ve hayır kurumları kurulması için bu nitelikte öteki özel kurumlara sağlanmış kolaylıklardan hiçbirinin esirgenmeyeceği belirtilmiş; böylece azınlıkların farkı bir statüye sahip olmaları değil, diğer Türk yurttaşlarıyla aynı haklara ve yükümlülüklere sahip olmaları esası benimsenmiştir.”

         Medeni Kanunun 74. Maddesiyle belli bir ırk veya cemaat mensuplarını desteklemek gayesiyle vakıf kurulması yasaklanmıştır.[iii]

         2762 Sayılı Vakıflar Kanunu, beyanname verme mecburiyetini getirmiş ve bu beyanname vakfiyesi olmayan vakıfların vakfiyesi kabul edilmiştir.

         “Öte yandan, Yargıtay 1.Hukuk Dairesi’nin 25.09. 2001 günlü Esas: 2001/7572 K:2001/ 9660 sayılı kararında da belirtildiği üzere ‘cemaat vakıflarının padişah fermanı olarak emri mahsusa ile kuruldukları, vakfiyelerinin bulunmadığı, gerek öğretide, gerek yargısal uygulamada ortaklaşa ifade edilmiştir. Anılan vakıf türlerinin (cemaat vakıflarının) iki yoldan geliştiği, ilk olarak bağımsız bir vakıf kurulduğu, daha sonra da kurulmuş bulunan ana vakfa mal tahsis edildiği, böylece ana vakfın mal varlığının çoğaldığı bilinen bir olgudur. Genellikle İstanbul’un belli semtlerinde ana vakıf niteliğinde büyük bir Hayri ya da dini vakıf kurulmuş o semtlerde aynı cemaat hizmetlerinin görülmesine tahsis edilen diğer kurumlar da ana vakfa bağlanmıştır. Örneğin bir semtte sinagog ya da kilise mevcutsa, sonradan aynı semtte tesis edilen diğer sinegog ve kiliseler aynı sinegog ya da kiliseye ‘merbutatı’ olarak bağlanmışlardır. Böylece sinegoglar ve kiliseler, ayrıca bunlara gelir sağlayan akarlar, o semtteki tek bir cemaat vakfı tüzel kişiliğinin mal varlığını teşkil etmişlerdir.”

         Dava konusu olayda ise davacının 1936 yılında beyanname vermediklerini ve 1953 yılında bir azınlık vakfı olarak kurulduklarını, bu kuruluşun 1938 yılında Üsküdar’da kapatılmış olan  ve vakfiyesi bulunan eski Skolya –Tıbradun okulu vakfının ihya edilmesi sureti ile kurulmuş kabul edilebileceği gibi, bu vakıfla aynı amacı gerçekleştirmek üzere başka bir vakıf olarak kurulmuş olarak kabul edilebileceği gibi;

         Lozan Anlaşmasına göre azınlıkların yeni cemaat vakıfları kurabileceğinin kabulü gerektiği;

         Bu vakfın idare tarafında bilindiğinin İstanbul Valiliğinin ve Milli Eğitim Bakanlığının yazışmalarında görülebileceği;

         Vakfın adının dava konusu olan listede yer almamasının nedeninin Azınlık Tali Komisyonu kararı olduğu;

         1938 yılında bazı sebeplerle kapatılmış olan Tıbradun İskolya adlı okulun cemaate din adamı yetiştirme işlevini yerine getirmek üzere 1953 yılında bu kez Surp Haç Tıbrevank Ruhban Okulu Vakfı olarak hayata geçtiği;

         1953 yılında Ermeni Patriği tarafından yapılan müracaat ile bu vakfın Ermeni Malları Müşterek idare komitesinin lağvedilmesine kadar adı geçen heyet tarafından idare edildiği, vakıf yöneticilerinin seçimlerinin 1961 yılından 1985 yılına kadar idarenin bilgisi dahilinde yapıldığı ve Milli Eğitim Müdürlüğünün bilgisi dahilinde okulda eğitime devam edegeldiği;

         Bu nedenlerle dava konusu cemaat vakıflarını gösteren listede yer almaları gerektiğini belirterek dava açtığı anlaşılmaktadır.

         Bu durumda, Medeni Yasanın yürürlüğünden önce vücud bulmadığı gibi 2762 sayılı Yasanın geçici maddesi uyarınca verilen beyannamesi de bulunmadığı için cemaat vakfı sayılmasına olanak bulunmayan davacı hakkında cemaat vakıflarına ilişkin mevzuat hükümlerinin zaman içerisinde uygulanmış olmasının davacıya cemaat vakfı statüsünü, dolayısıyla vakıf tüzel kişiliği kazandırmayacağı kesindir.

         Öte yandan, Dairesince davacının bir cemaat vakfı olup olmadığı hususunun davalı idarece dosyaya ibraz edilen vakfiye ve temessük senetleri incelendikten sonra okulun vakfiyede sözü edilen vakfın devamı olup olmadığına dair yapılacak araştırma sonucuna göre karar verilmesi gerektiği belirtilerek dava konusu işlem iptal edilmiş ise de; davalı idarenin gerek Dairece karar verilmeden önce dosyaya sunduğu 13.04.2004 günlü ek beyanından, gerekse temyize ek olarak verdiği 07.04.2004 günlü, 5018 sayılı Üsküdar 5. Asliye Hukuk Mahkemesine verdiği yanıtta, Miladi 26.09.1848 tarihli Vakfiyenin Hoca Mikail, Simyon Dülbentçi Usep, Ohannes,Kuyumcu Ovagim adlı gayrimüslimlerin toplam 15 bin kuruş tahsis ederek bir vakıf kurdukları, vakfa tahsis edilen paranın sağlam bir rehin ve kefil karşılığı faize verilmesi ve elde edilen gelirle Surp Haç Kilisesinin karşısında bulunan Tıbradun ve İskolya tabir edilen bir evde sanayi, lisan ve ilim öğrenen akıllı ve reşit fakir Ermenilerin ve hocalarının gündüzlü olarak okutulması için masraflarının karşılanmasının şart edildiği, dolayısıyla bu vakfiyenin Lisenin vakfı olarak kurulduğu değil anılan evde okuyanlara yardım yapılması olduğu;

         Ayrıca, Miladi 10.03.1796 tarihli padişah fermanın ise Ermenilerin sakin olduğu Üsküdar Selami Ali mahallesinin bir bölümünde Papaz Apraham’ın kendi tasarrufunda olan evinde büyük, çocuk yaştaki Ermenilerin gürültü etmeden İncil okumalarına izin veren Miladi 26.02.1724 günlü önceki fermana atıfta bulunarak, yine gürültü etmeden papaz Apraham öldüğünden akrabası Mardiroz’un başvurusu üzerine büyük, küçük yaştaki Ermenilerin gürültü yapmadan aynı yerde İncil okumalarına izin verilmesi hakkında olduğu bir vakfiyeden bahsedilmediği, dolayısıyla davacı vakfın söz konusu padişah fermanıyla ilgisinin bulunmadığı saptayarak dava konusu işlemi tesis ettiği anlaşılmaktadır. İdarenin belirtilen tespitinin aksini kanıtlayacak bir bilgi ve belge de bulunmadığından Dairenin bu gerekçesinde de hukuka uyarlık görülmemiştir.

         Açıklanan nedenlerle, davalı idarenin temyiz istemlerinin kabulüne, Danıştay Onuncu Dairesi’nin 15.11.2005 günlü E:2003/2272, K:2005/6741 sayılı kararının BOZULMASINA oy çokluğu ile karar verildi.

 Danıştay İdare Dava Daireleri Kurulu

29 Üyenin 25’i tarafından karar onaylanmış 4 üye karşı oy vermiştir.           


[i] Eski Vakıflar Temel Kitabı-  Sulhi Garan Matbaası Varisleri Koll. Şti.- İstanbul 1978. Sahife 657.    
[ii] Temessük Senedi: Eskiden taşınmazların sahibini belirten belge. Bu gün bu işi tapu kayıtları yapıyor. /Yeni Hukuk Lügati ve Hukuk Terimleri Sözlüğü 1964
[iii] Bu hüküm 13.07.1967 tarih ve 903 Sayılı kanunla eklenmiştir. 1926 tarihli Kanunu Medeni’de yoktur Ayrıca bu hükmün insan ve azınlık haklarına aykırı olduğu açıktır.

Yorumlar kapatıldı.