İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni Halk Ozanı Boyabatlı Âşık Armani

Kemal Yalçın
1915 sonumuz oldu.
Dünyadan ahrete yolumuz oldu.
Bahçemizde açan gülümüz soldu.
Biz devletin üvey evlatlarıyız.
Âşık Armani

Senden yola çıkar sende dururum
Sana bakar ben kendimi görürüm
İnsanlığa nasıl cevap veririm
Siz bu toprağın öz evladısınız
Âşık Pervane

 “Âşık Armani” mahlası ile saz çalıp söyleyen Boyabatlı Agop Yıldız’a Çağdaş Halk Ozanı Dergisi tarafından, 12 Kasım 2010 günü, Nürnberg’de yapılan Halk Ozanları Gecesinde bir Onur Belgesi verildi.

Onur Belgesi’nde Ozan Âşık Armani’ye bu ödülün verilmesinin gerekçesi söyle belirtilmiştir:
“Eşsiz dizeleri ve sağlam türküleri ile edebiyatımıza katkılar sunan, Ermeni, Kürt ve Türk halklarının kardeşliğini şiirlerinde sevgi ile işleyen değerli Ozan Âşık Armani’ye, Çağdaş Halk Ozanı Dergisi adına bu Onur Belgesi’ni vermekten kıvanç duyarız.”

Boyabatlı Âşık Armani, Sayat Nova’ların Âşuğ edebiyatı geleneğinin günümüzdeki son damlasıdır. Halk edebiyatı türünde, hece vezniyle şiirler yazmakta, türküler yakmaktadır. Âşık Armani aynı zamanda günümüzün en iyi saz imal eden ustalarından biridir.

Âşık Armani, esas adıyla Agop Yıldız, nüfus cüzdanında yazıldığına göre 2 Nisan 1948 tarihinde, Boyabat’ın Avloğuç köyünün “Ermeni Tepesi” denilen  Agos Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir. Annesinin adı Satenik, babasının adı ise Kirkor’dur. Avloğuçlular ona dikbaşlı, sözünü esirgemeyen, cesur kişiliği nedeniyle “Cinosdu” derlerdi.

Âşık Armani’nin soyu, Kars’a kadar uzanır. Ataları Kars’tan Diyarbakır’a, Diyarbakır’dan Sivas’a, oradan da Sinop’a, Boyabat köylerine gelmişlerdir. Babası Kirkor, 1915’de on yaşındaymış. Büyük amcası ise 30 yaşındaymış. Âşık Armani, dedesinin, babasının 1915 katliamından kurtuluş hikâyelerini defalarca, dedesinden, babasından, annesinden, amcalarından, dayısından dinleye dinleye katliamı yaşamış gibi olmuştur.

Dedesine, babasına, ailesine Boyabat’ın Eğlence köyündeki Eyüp Çavuş diye  bilinen varlıklı ve vicdanlı Türk sahip çıkmış. Eyüp Çavuş, ahırını temizletip  dedesinin ailesine vermiş. Eğlence Köyünden Çakır Hasan ve Karacalar Sülalesi, Âşık Armani’nin amcalarına ve diğer Ermenilere sahip çıkmışlar.

Âşık Armani’nin annesi Satenik ise 1915’de dört beş yaşlarında bir çocukmuş. Satenik’in babası Hasankalesi denilen bir yerde askermiş. Bir daha geri dönmemiş. İmi timi bellisiz olmuş.

Âşık Armani’nin çocukluğu Avloğuç köyünde geçmiştir. 6-7 Eylül 1955 günlerinin ve sonrasının acı ve korkunç olaylarını yaşamıştır. 1950’li yıllarda Boyabat ve Kastamonu yöresinde 15 kadar Ermeni köyü bulunuyordu. Bu ve diğer yerlerdeki Ermeni köyleri, devletin gizli planları doğrultusunda korkutma ve kaçırma yöntemleriyle boşaltılmış, Ermeni köylüler önce Boyabat’ta toplanmış, sonra da oradan İstanbul’a, yurtdışına kaçmak zorunda bırakılmışlardır.

Âşık Armani’nin ailesi ise her türlü zorluğa rağmen, 1975’e kadar köyünden ayrılmamıştır. Amcası ve ailesi ise Boyabat’tan 2005’de ayrılan son Ermeniler olmuştur.

Âşık Armani 1963 yılında köyünden ayrılarak İstanbul’a çalışmaya gelmiş, torna tesfiye işini öğrenmiştir. Askerliği’nin Isparta ve Ankara’da yapmıştır. 1969 yılında Hollanda’ya işçi olarak gelmiş, 1969’un son günlerinde Zıngıl Köylü Sultan ile evlenmiştir. Düğünlerinden bir hafta sonra 4 Ocak 1970 günü balayına çıkar gibi birlikte Holanda’ya gelmişlerdir. O günden bugüne tam 41 yıldan beri Hollanda’da yaşamaktadırlar.

Avloğuçlu Agop, daha 7-8 yaşlarındayken saz çalma merakıyla yanıp tutuşmaya başlamıştır. Bir saz parası biriktirebilmek için annesi ile birlikte köyün varsıllarının buğday tarlalarında iki hasat mevsimi başak toplamıştır. Biriktirdiği paralar Cinosdu’nun evinin ekmek parası olmak zorunda kalmış, Agop da çocukluğunda bir saza sahip olamamıştır.

Avloğuçlu Agop, hayalindeki saza ancak İstanbul’a çalışmaya geldikten sonra kavuşabilmiştir. Saz imal etme merakı da İstanbul’da başlamış, 40-45 yıldan beri de devam etmektedir. Ağacın dilini, Hollanda’da çalıştığı bir gitar fabrikasında öğrenmiştir. Hollanda’da öğrendiği teknik bilgileri, Türkiye’nin meşhur saz yapım ustalarının tecrübeleriyle birleştirmiştir. Armani, bilgilerini saklayan, başkalarından kıskanan bir insan değildir. Paylaşmak, bildiklerini başkalarına sunmak onun kişiliğinin bir parçasıdır. Saz yapım tekniklerini, ustalığını Amsterdam’da yaşayan, kendisi gibi hem saz çalıp, hem de saz imal eden genç Ozan Mustafa’ya öğretmektedir. Zamanı gelince elini ona verecektir. Ozan Mustafa, saz çalma ve söyleme derslerini ise Türkiye’de yaşayan halk türküleri sanatçısı Ozan Pervane’den almaktadır.

Avloğuçlu Agop, Hollanda’da Âşık Armani olmuştur. Yıllardan beri, Ermeni halkının sonunun sonu gelmesin diye, geçmişin felaketleri bir daha yaşanmasın diye, acıları bal eylemek için saz çalıp söylemektedir.

Biz devletin üvey evlatlarıyız

Hayatta bazen tesadüfler yeni başlangıçlara, yeni dostluklara sebeb olur. Âşık Armani’nin başına da böyle güzel bir olay geldi. Gel zaman git zaman dört yıl kadar önce Hollanda’ya konserler vermek üzere Ozan Pervane gelmişti. Arnhem şehrinde konser verecekti. Konserde şelpe sazı ile müzik yapması da rica edilmişti. Fakat şelpe sazını getirmemişti. Hollanda’da şelpe sazı nerede bulunabilirdi?

Öğrencisi Ozan Mustafa’ya telefon etti. Durumu anlattı. “Sende şelpe sazı var mı? Yoksa bir yerlerden temin edebilir misin?” diye sordu.

“Hocam, bende yok ama, burada saz ustası Âşık Armani var. Olsa olsa şelpe sazı onda bulunur. Ben bir sorayım,” dedi.

Ozan Mustafa, hemen Âşık Armani’ye telefon etti. Olup bitenleri anlattı.

Tahmin ettiği gibi, Armani’de şelpe sazı vardı. “Mustafa, sen merak etme, ben yarın öğleye kadar, şelpe sazını elden geçirir, ayarını, düzenini yapar, sahnede çalınacak hale getiririm,” cevabını verdi.

Âşık Armani, şelpe sazını çoktan beri çalmamıştı. Duvarda asılı dura dura sazın düzeni bozulmuştu. Gece geç vakitlere kadar şelpeyi çaldı, akordunu, düzenini yaptı.  Ozan Mustafa ile sözleştikleri gibi, saat 15.00’de, Arnhem’de bir otelde buluştular.

Âşık Armani, Ozan Pervane ile tanıştı. Şelpe sazını ona verdi. Ozan Pervane şelpeyi beğendi. Çok memnun oldu. Sahneye saat 23.00’de çıkacaktı. Zaman çoktu. Çaldılar, söylediler, uzun uzun sohbet ettiler.

Armani, Ozan Pervane’nin sahnede söylediği türküleri beğendi. Hayran oldu. Program bitince, Ozan Mustafa’nın arabasıyla birlikte yola çıktılar. Ozan Pervane’nin, misafir kalacağı Ozan Mustafa’nın evi, Armani’nin kaldığı  Den Bosch şehri yakınında idi. Yolda gelirken laf lafı, konu konuyu açtı, söz döndü dolaştı Ermenilere geldi.

Ozan Pervane bu konudaki görüşlerini bir solukta özetleyiverdi:

 “Batılı devletler bilerek Türklerle Ermeniler arasına nifak sokuyorlar. Katliam oldu, soykırım yapıldı diyorlar. Bence böyle soykırım falan olmadı. Yalan bunlar! Batılılar, Türkiye’yi bölmek için bu soykırım yalanlarını uyduruyorlar!”

Öğleden beri konuşa konuşa sıcak bir sevgiyle ısıtmış oldukları hava bir anda buz gibi oluverdi. Sessizlikte otobanda hızla giden arabanın sesi duyuluyordu sadece. Sözü  Âşık Armani aldı:

“Ozanım, Pervane Kardeşim, olay sizin söylediğiniz gibi değil. Ben de bir Ermeniyim. Ben bir Ermeni ozanıyım. Benim yaşadıklarım, gördüklerim, anamdan, babamdan, dedemden, amcalarımdan duyduklarım senin söylediklerinden çok başka. Ama şu anda bu konuları konuşmak için zamanımız çok az. 10-15 dakika sonra evime varacağım, ben sizden ayrılmak zorundayım. Bu konuyu başka bir zaman, başka bir görüşmemiz sırasında bir de ben anlatayım.”

Ozan Pervane, “Memnun olurum,” diyerek gelecek buluşmanın önünü açtı. Gece yarısı, Armani’nin evinin önünde biribirlerine sarılarak vedalaştılar.

Âşık Armani, uzun uzun o gün yaşadıklarını, duyduklarını düşündü. Bir gün, bir ay, bir yıl derken zaman çabucak geçiverdi. Armani, Ozan Pervane’nin dediklerini unuttu gitti.

Aradan iki yıl kadar geçmişti. Bir gün bir telefon geldi.

“Armani kardeşim, ben Ozan Pervane! Hollanda’ya geldim. Seninle görüşmek, bir saz satın almak istiyorum. Uygunsanız bugün sizi ziyaret edebilir miyiz?”

“Rica ederim Pervane Kardeşim! Kapım her zaman size açıktır. Buyurunuz, bekliyorum.”

Ozan Pervane, karısı ve kızıyla birlikte bir süre sonra Âşık Armani’nin evine geldi. Sıcak bir karşılaşmadan sonra, sözü Ozan Pervane aldı:

“Armani kardeşim, bana bir saz lazım oldu. Sazlarını görmeye geldim. Ama saz bahane, ben seninle uzun uzun konuşmaya, dertleşmeye geldim. İki yıl önce yolda sana bir söz söylemiştim. Zamanımız yoktu, konuşamamıştık. Zamanı bugüneymiş. Sen yaşadıklarını, gördüklerini, duyduklarını anlatacaktın. Buyur anlat her şeyi. Seni dinlemeye geldim.”

“Ama önce yemeğimizi yiyelim,” dedi Âşık Armani, “sonra uzun uzun konuşuruz.”

Sultan Hanım’ın hazırladığı yemekleri, tatlıları yediler. Sonra Âşık Armani’nin saz atölyesine geçtiler. Masanın üstündeki sazları bir kenara koydular. Sultan Hanım, Âşık Armani, Ozan Pervane, kızı, karısı masanın etrafına oturdular. Âşık Armani başladı anasının, babasının, dedelerinin ve kendisinin başından geçenleri anlatmaya. Ozan Pervane sabırla, saygıyla dinliyordu. “Demek öyle, demek bunları yaşadınız! Hayret, bunları duymamıştım, bilmiyordum!” dedi.

“Daha bunlar neki?” dedi Âşık Armani, “Bu anlattıklarım, yaşananların belki sadece birkaç sayfasıdır. Ne kadar anlatsam, içimdekileri dillendiremem! Bundan  sonrasını sazım anlatsın!”

Kalktı, duvarda asılı duran sazını aldı. Kılıfından çıkardı. Ayarını yaptı. Vurdu sazının bağrına. Saz dile geldi şunları söyledi:

Biz devletin üvey evlatlarıyız

Dinleyin dostlarım dinleyin beni,
Biz devletin üvey evlatlarıyız.
Zulümlere siper ettim sinemi,
Biz devletin üvey evlatlarıyız.

Desen de atamız Ademle Havva,

Bunlara karnı tok alırsın hava,
Yıkılır başına yaptığın yuva,
Biz devletin üvey evlatlarıyız.

1915 sonumuz oldu.

Dünyadan ahrete yolumuz oldu.
Bahçemizde açan gülümüz soldu.
Biz devletin üvey evlatlarıyız.

Kalanları Aşkale’ye yolladı,

Neyi var neyi yok elinden aldı.
Birçokları öldü orada kaldı,
Biz devletin üvey evlatlarıyız.

Altı yedi Eylül yağmanın adı,

Bin yıllık dostluğun kalmadı tadı,
Arşa çıktı vatandaşın feryadı,
Biz devletin üvey evlatlarıyız.

Yetmiş dört yılında kanun çıkardı,

Vakıf mallarını elinden aldı,
Bir kuruş vermedi hastir çaldı,
Biz devletin üvey evlatlarıyız.

Bir çoğunun ağzı dili tutuldu,

Kolay lokma oldu kolay yutuldu,
Gasbedilen hazat mezat satıldı,
Biz devletin üvey evlatlarıyız.

Dili çözülenler hak hukuk dedi,

Kurdu kulak dikti, aslan gürledi,
İçimizden Hrant üç kurşun yedi,
Biz devletin üvey evlatlarıyız.

Ben de bir ozanım Armani adım,

Yıllar yılı adeleti aradım,
Bu nasıl adalet şaşırdım kaldım,
Biz devletin üvey evlatlarıyız.

Saz sustu. Sözü Ozan Pervane aldı:

“Armani kardeşim sazına, sözüne, eline, diline sağlık! Beni çok etkilediniz. Sultan Hanım size de çok teşekkür ederim. Zamanımız bitti. Ayrılacağız. Ama gitmeden önce senden Ermenilerle ilgili kitaplar rica ediyorum. Okumak, düşünmek istiyorum.”

“Var elbette, hem de çok var,” dedi Âşık Armani. “Sana kendi hayatımı anlatan, Kemal Yalçın’ın yazdığı Hayatta Kalanlar adlı kitabı ve Profesör Taner Akçam’ın kitabını vereyim. Bir oku! Bir daha buluşalım, bir daha konuşalım. Birbirimizi konuşa konuşa tanıyıp anlayacağız.”

Sevgiyle, dostlukla, tekrar görüşmek üzere vedalaştılar.

Siz bu vatanın öz evladısınız

Aradan iki üç ay kadar geçmişti. Ozan Pervane’den bir mektup geldi. Armani heyecanla zarfı açtı. Sayfanın üstünde mektup, altında da bir şiir vardı. Mektupda aynen şunlar yazılıydı:

Kıymetli Agop Usta,

Türkiye’ye döndükten bugüne kadar, aralıksız olarak  Ermeni meselesi hakkında okumaktayım. Objektif yazarlar, karşıt görüşler, taraflı yazılar, Türk ve Ermeni yazarların farklı bakış açıları derken konu hakkında artık bilgi sahibiyim diyebilirim. Yan yana geldiğimizde, daha farklı açılardan konuyu değerlendirebileceğimizi düşünüyorum. Temelde kardeş halkların binbir acıyla parçalanarak ayrı düşmelerinin bana çok acı geldiğini söylemek isterim. Hani sen bir deyiş söylemiştin, “Biz devletin üvey evlatlarıyız” diye. Seninkinin yanında sözü  bile  edilemez aciz kalemim ile buna bir yanıt vermek istedim. Sağlıcakla kal!

Siz bu vatanın öz evladısınız

Haindir halkları ayrı görenler

Siz bu toprağın öz evladısınız
İkiliği azdırıp yön verenler
Siz bu toprağın öz evladısınız

İnsanlığı özü insana çıkar

İnsan sevgisidir gönüle akar
İnsan olan nasıl kem gözle bakar
Siz bu toprağın öz evladısınız

Sebebidir hak yolundan azanlar

İnsanlığın mayasını bozanlar
Kardeşliğin kuyusunu kazanlar
Siz bu toprağın öz evladısınız

İnsan sevip insanlığı övmeli,

Kardeşliğin güneşiyle doğmalı
Aydınlanıp cehaleti kovamlı
Siz bu toprağın öz evladısınız

Anadolu öz bağrından doğurdu

Tarih, kültür, bereketten yoğurdu
Gören gözler bir ağızdan bağırdı
Siz bu toprağın öz evladısınız

Anadolu uygarlığın adıdır

Anadolu kardeşliğin yurdudur
Anadolu derdi senin derdindir
Siz bu toprağın öz evladısınız

Senden yola çıkar sende dururum

Sana bakar ben kendimi görürüm
İnsanlığa nasıl cevap veririm
Siz bu toprağın öz evladısınız

Varmıdır insandan daha ötesi

İnsan imiş insanlığın atası
Hata cehaletin büyük hatası
Siz bu toprağın öz evladısınız

Pervaneyim insanlığa dönerim

İnsan olanı her daim anarım
Ayrı düşüp ayrılırsak yanarım
Biz bu toprağın öz evlatlarıyız

Dost ile sohbet

Âşık Armani, gözlerine inanamadı. Bir daha bir daha okudu. Sultan Hanımı çağırdı, bir de ona okudu. Çok mutlu oldu, çok mutlu oldular.

Armani aldı sazını eline, önce doğaçlamadan çaldı. Anadolu’ya, Boyabat’a, Avloğuç köyüne doğru uçup gitti.  Bir yerdeydi, bir gökte. Kah rüzgardı, kah fırtına! Bir yaz oldu, bir bahar. Bir çiçek oldu, bir dalından kırılmış, baharını yaşayamamış gül!

Sonra başladı sazıyla, sözüyle Ozan Pervane ile konuşmaya:

Yazdığın cevabı aldım ozanım,

Arayıp gerçeği bulmamız gerek!
Bir kısır döngüye takılıp kalan,
Aklın çemberini kırmamız gerek!

Sisler dağılınca çok şey netleşti,

Yollarımız insanlıkta birleşti.
Birçok aydın gerçeklerle yüzleşti,
Bunları hayıra yormamız gerek!

Coşkun akan seller gibi taşmalı,

Engellerin birer birer aşmalı,
İnsan denizini hedef seçmeli,
Dostluğu yeniden kurmamız gerek!

Adalet kalmamış, haya kalmamış,
Kan emen yarasa kana doymamış,
İnsanlıktan nasibini almamış,
Irkçılığa tavır almamız gerek!

İnsan denen meçhul yüce mi yüce,

Kucaklar evreni bir uçtan uca,
Ben değil, sen değil hepsi topluca,
İnsanlığa değer vermemiz gerek!

Bir halkın ozanı olmak kolaydır,

Halkların ozanı olmamız gerek!
İnsana yapılan her zulme karşı,
Sıradağlar gibi durmamız gerek!

Benden yola çıkan bende duranın,

Bana bakıp kendisini görenin,
İnsanlığa böyle değer verenin,
Önünde diz çöküp kalmamız gerek!

Geçmişten çok geleceğe bakalım,

Irmak ırmak denizlere akalım,
Bazen kendimize karşı çıkalım,
Mazlumun hakkını vermemiz gerek!

Nedir bu nefret, bu kin, ne bu savaşlar,

Sevgi nerede biter,  nerede başlar,
Kardeşliğe gönül vermiş yoldaşlar,
Artık bu yarayı sarmamız gerek!

Anadolum seni iyi tanırım

Âşık Armani şiirlerinde, türklülerinde, sazında, sözünde daima kardeşliğe, insan ve yurt sevgisine, barış kültürünün gelişmesine vurgu yaptı. En acı olayları anlatırken bile insanların yüreklerine, vicdanlarına, akıllarına seslendi. Acıları bal eylemek için sazını, sözünü dillendirdi. Anadolum seni iyi tanırım ve Teşhir türküsü  adlı türkülerinde Anadolu’nun bir Ermeni evladı, bir Ermeni ozanı olarak Anadolu’nun  diğer evlatlarına şöyle sesleniyordu:

Anadolum seni iyi tanırım,

İnişinde yokuşunda ben vardım.
Yollarında öl deseler ölürdüm,
Kavgasında döğüşünde ben vardım.

Sıra sıra dizilidir dağların,
Binbir meyve yüklü bahçe bağların,
Tarihlere destan olmuş çağların,
Kahramanca duruşunda ben vardım,

Anadolum şimdi kaç bin yaşında,

Emeğim var toprağında taşında,
Urartular dahil ta ilk başında,
Medeniyet yarışında ben vardım.

Birçok halklar birbiriyle yarıştı,

Kültürleri birbirine karıştı,
Bazen kavga etti bazen barıştı,
Yaraların sarışında ben vardım.

Mozaike birçok renkle başladık,

Savaşsız bir dünya barış düşledik,
Hep birlikte toprağını işledik,
Anadolu oluşunda ben vardım.

Ölümlere katlanıldı uğrunda,

Nice halklar barındırdı bağrında,
Anadolu tarihinin seyrinde,
Tabiatın nakışında ben vardım.

Biri geldi bu gidişe dur dedi,

Davul benim çomağını vur dedi,
Ben istersem ağla veya gül dedi,
Bu davulun çalışında ben vardım.

Kışa döndü baharımız yazımız,

Parçalandı orkestramız sazımız,
Talan oldu toprağımız malımız,
Bu belânın gelişinde ben vardım.

Gelenlerse böyle bir şey yok dedi,

Dilin uzun bir yerlere sok dedi,
Bizde böyle, istemezsen çık dedi,
Sözde göçün gidişinde ben vardım.

Göç denilen olay büyük bir hile,

Hiçbir zaman varamadık menzile,
Bir çoğunu verdik afata sele,
Her insanın ölüsünde ben vardım.

Soyu sopu hançerlendi Sinan’ın,

Elleri kınalı kaldı Suna’nın,
Yavrusunu kurban vermiş ananın,
Saçlarını yoluşunda ben vardım.

Son gelenler biraz kafa yordular,

Canlı renkler birer birer soldular,
Bazlarının köklerini kuruttular,
Anadolu bahçesinde ben yokum.

O bahçede adı kalmış bir halkım.

Yeter artık bir karara varılsın,

Kanayan yaralar artık sarılsın,
Anadolu yeni baştan kurulsun,
Ne kadar zor olsa da, yine ben varım.

Tehcir Türküsü

Mülteci sayıldım kendi yurdumda,

Diyardan diyara dolaştım durdum.
Neler neler bıraktım ben ardımda,
Ne onlar aradı ne de ben sordum.

Ruhumda fırtına , yağmuru seli,

Dolaştı başımda ecelin yeli,
Aşmasını bildim her türlü engeli.
Kanayan yaramı dostlarla sardım.

 Kırık kanat ile dağları aştım.

Sanmayın o yolu ben kendim seçtim.
Sırat köprüsünden ölmeden geçtim,
Diktiğim fidanlar tarumar oldu.

Devamıyım soyu kırılmış atanın,

Ben insanım dünya benim vatanım.
Yanımda yoldaşım, eşim Sultanım,
Beraber ağlayıp birlikte güldüm.

Aşık Armaniyim altmıştır yaşım.

Türkü, Ermenisi hepsi kardeşim.
Haksızlığa karşı kalkandır döşüm,
Ben böyle öğrendim, böyle bildim.

Söyle, nasıl düştük böyle hallere?

Âşık Armani, “nasıl düştük böyle hallere?” sorusunun cevabını aradı her zaman. Çocukluğunda bu soruları ne anasına, ne de babasına sorabilmişti. Sorsa bile çocukların bu tür sorularına cevap verilmezdi. Verilen cevaplar çocukları korkutabilirdi. Armani, çok sonraları okuya okuya, sora sora kafasındaki sorulara cevap bulmaya çalıştı. Ermeni kültür dünyasında önemli yeri olan dilbilgini, Keğam İşkol’un değerli eşi Meline için yazdığı şiirinde şöyle diyordu:

Söyle nasıl düştük böyle hallere

Neden gurbet elindesin Meline
Miski amber kokun gelir bizlere
Hayastan’ın gülündensin Meline

Nedir söyle gurbet elde halların

Vatanından ayrı düşmüş yolların
Sevgi ile açıp saran kolların
Şairlerin dilindesin Meline

Seni bulduk esen seher yelinde

Yazar şair Kemal Yalçın dilinde
Susuz kalmışlara sevda çölünde
Ebi zemzem suyundansın Meline

Yıllar yılı için için ağlayan

Bir ateşsin yürekleri dağlayan
Her çalışta benim ile inleyen
Sazımın bam telindesin Meline

Âşık Armaniyem budur hallarım
Bağlı kaldı ayaklarım kollarım
Senin olsun bahçemdeki güllerim
Bu âşığın gönlündesin Meline.

Anadolum ben geldim!

Âşık Armani, 1975 yılında ayrılmak zorunda kaldığı Sinop ili, Boyabat ilçesi, Avloğuç köyüne babasına, anasına karşı yaptıklarından dolayı küsmüştü. Tam 30 yıl doğup büyüdüğü, varolduğu yuvasına, yurduna, evine barkına gitmemişti. Yıllar geçtikçe küskünlüğü azaldı, geçmişin acılarını yüreğinin, bilincinin derinliklerine gömmüştü. Zamanla köyüne, yurduna hasreti dayanılmaz hale geldi. Hayat geçmişe göre değil, geleceğe göre yaşanır, düşüncesi kafasına yerleşti.

2005 yılında abisi Artin ile birlikte yola çıktılar. İstanbul’a uğradılar. İstanbul’daki saz ustası bir arkadaşı, “Armani kardeşim, bunca zaman sonra köyüne gidiyorsun. Âşık dediğin sazıyla dolaşır her yerde. Ben sana bir saz vereyim. Bakarsın köyünü, yurdunu görünce yüreğin taşar, vurursun sazının bağrına, belki birlikte ağlar, birlikte gülersin,” diyerek iyi bir saz verdi.

Âşık Armani, köyüne vardığında bir hoş oldu. 

Köy boşalmış, kırk elli haneli Avloğuç’tan dört beş hane kalmıştı. Tesadüfen Hakkı’nın Ömer’in oğlu Hasan’a rastladılar. O, Agop’tan iki yaş büyüktü. Köyde kalan ailelerden birisi de onun ailesiydi. Artin ve Agop’u tanıdı. Şaşırıp kaldı. Evlerine buyur etti. Artin;

“Önce mezarlığa gidip, ölülerimizi ziyaret edeceğiz. İstersen sen de gel bizimle,” dedi.
Hasan, Agop’un elindeki siyah örtüye sarılmış şeye baktı. Saza benzetti. “Acaba bu sazla mezarlıkta ne yapacaklar?”diye meraklandı.
“E geleyim, bir de ben göreyim mezarlığı!” dedi.
Birlikte Ermeni Mezarlığı’na gittiler. Tepeleri, bayırları, ovayı rengarenk bir bahar kaplamıştı. Gelincikler kırmızı bir örtüyle örtmüştü kırları, mezarların üstünü. Hiçbir mezarın kitabesi, duvarı yoktu. Mezarlar bozulmamış. Çevredeki tepeler, dağlar ağaçlandırılmış. Ermeni Mezarlığı’nın dibine kadar çam dikip, dikenli tellerle çevirmişler, ama mezarlığa dokunmamışlardı. Agop mezarlığı görünce bir hoş oldu. Bütün hatıralar canlandı, gözünün önüne geldi. Elindeki sazla mezarların arasında dolaşıyor, kitabesiz mezarların kime ait olduğunu anlamaya çalışıyordu. Video kamerası Artin’in elindeydi.
“Abi, Manuk Dedemin mezarı bu değil mi?”
“Hayır, yukarıdaki çalının dibindeki olacak.”
“Sahak Amcamın mezarı şu değil mi?”
“Evet, evet o!”

Sessiz, kimi kimsesi kalmamış, yüz kadar mezar… Karşısı Avloğuç Köyü. Aşağılarda, vadinin ortasında Gökırmak ve vadinin etrafında yükselen dağlar… Gökyüzü masmavi, Agop, Manuk Dedesinin mezar taşına oturdu. Sazını kılıfından çıkardı. Aldı sazı eline! Yumdu gözlerini. Başladı  çalmaya. Hasan da Agop’un yanıbaşına oturdu. Agop’u izliyor merakla: “Mezarlıkta saz çalmak bunlarda günah değil her halde!” diye geçiriyordu aklından.

O an, dünya başka türlü dönmeye başladı! Zaman zaman içinde canlandı. Olmazlar oldu! Ölenler mezarlarında dirilip mezar taşlarına oturdular! Ama Agop’tan başka kimse görmüyordu onları. Yıllardır ne bir mum yakılmıştı onlar için, ne de bir dua edilmişti. Ne bir mum kalmıştı, ne mum yakacak kimse… Ölenler, ziyaretlerine gelip gidenleri olmayınca, kendilerinden sonra kimsenin canlı kalmadığını düşünür olmuşlardı. Agop’un sazının sesi diriltti onları…

Dirilenler, dirilemeyenlere seslendi. Agop’u görenler, “Soyumuz tükenmemiş!” diye sevindiler. Ölüp de dirilenler ve tüm canlılar Agop’u dinlemeye başladılar:

Özlemişim toprağını taşını,

Gözün aydın Anadolum ben geldim.
Tutamadım gözlerimin yaşını,
Selâm sana Anadolum ben geldim.

Kıvrıla kıvrıla gider yolların,

Burnumda kokusu yaban güllerin,
Tercümanı bendim bütün dillerin,
Selâm sana Anadolum ben geldim.

Bağrına dayadım garip başımı,

İçime akıttım gözüm yaşını,
Zulümlere siper ettim döşümü,
Selâm sana Anadolum ben geldi.

Bana cennet gibi kuru çöllerin,

Bensiz viraneye dönmüş evlerin,
Bana deniz derya susuz göllerin,
Selâm sana Anadolum ben geldim.

Irmakları coşkun akıp durulan,

Düğünlerde çifte davul vurulan,
Dostlarını karşılarsın gül ilen,
Selâm sana Anadolum ben geldim.

Agop sustu. Ayağa kalktı. Dirilenler tek tek dile geldi:

“Eline, diline, aklına sağlık Agop!”

“Mekânlarımızı nurlu, bizleri mutlu ettin Agop!”
“Bundan sonra daha huzurlu olacağız toprağımızda
Agop!”

“Gene gel, gene gelin hepiniz Agop!”

“Burada, yolunuzu gözlediğimizi unutmayın Agop!”
“Anan Satenik’e selâmımı söyle Agop”
“Babana, Manuk dedenin selâmını söyle Agop!”

“Agop, bizim aşağı mahalledeki komşulara da selâm söyle. Kurtlar kuşlar geldi, baykuşlar başımıza kondu, ama onlardan kimse yanımızdan bile geçip gitmedi!”

Agop dile geldi: “Selâmlarınızı, sitemlerinizi söyleceğim. Hepiniz rahat uyuyun! Gene geleceğim, gene! Ben gelmezsem çocuklarım gelecek sizi ziyarete! Hoşça kalın hepiniz şimdilik, hoşça kalın!”

“Güle güle git Agop, yolun açık olsun!”
*

Bir varlarmış, bir yok olmuşlar…

Agop mezarlıktan yukarıya yürüdü gitti. Tepenin başından Avloğuç’a baktı… Ermeni Tepesi’nin, Agos Mahallesi’nin tüm viraneleri eskisinden de güzel olmuştu. Avloğuç’ta toy düğün kurulmuştu sanki. İndi tepeyi. Yürüdü gitti köyün içine doğru. Artin’le Hasan onun arkasından, hiç konuşmadan yürüyorlardı.

Hasan, “Bize buyurun, dinlenin,” dedi. İki kardeş bu daveti kabul etti. Evdekiler misafirlerini candan karşıladılar. Agop kendine geldi. Gençleşmiş, canlanmıştı. Kafasının içinde çiçek kokulu, ıpılık bir bahar rüzgarı esiyordu.

Hasan, hanımına, “Etli ekmek hazırlayın, ayran getirin!” dedi. Avloğuç’ta ağır misafire etli ekmek vermek önemli bir adettir. Etli ekmek vermek, misafire verilen değerin ölçüsünü gösterir. Artin de, Agop da etli ekmek yeme şerefine erdiler. Oturdular, eski günleri andılar.

Artin sakin sakin konuşuyordu:

“Sağ ol Hasan! Bize gösterdiğin misafirperverliğe teşekkür ederiz. Yemeklerimizi yiyelim, ayranlarımızı içelim. Sonra biz Boyabat’a gidelim. Orada başka işlerimiz var.” dedi.

Hasan da, hanımı da karşı çıktılar. Olur mu hemen gitmek. Zaten kırk yılın başı köyünüze

gelmişsiniz. Bu gece misafirimiz olun. Köyü iyice gezin dolaşın. Yarın sabah gidersiniz!”
İki kardeş bu sıcak teklifi kabul etti. Etli ekmekleri yedikten sonra, Artin, kardeşini köy yakınındaki “Göçler” denilen yere götürdü. Burası, çok eskilerde bir Ermeni köyüymüş.
1915’lerde insanları yok edilmiş, evleri yağmalanmış.  Geriye birkaç taş duvar ve temel yıkıntısı kalmıştı.Gece, uzun zaman Agop’un, Artin’in gözüne uyku girmedi.
Konuşmadan gözlerini tavana dikerek geçmiş günler düşündüler. Nasıl bir hayat, nasıl bir dünya idi bu böyle?
Avloğuç, Ermeniler varken Avloğuç idi.
Ermenileri kovanların, mallarına el koyanların da yüzü hiç gülmemişti.

Âşık Armani, Avloğuçlulara şöyle seslendi:

Çocuk iken yollarında koşturan

Zaman zaman sevindirip coşturan
Bir hindiye Cinosdu’yu küstüren
Selâm sana Avloğuçum ben geldim.

Bazen doyurdunuz, bazen sevdiniz

Zaman zaman gâvur deyip yerdiniz
En sonunda bu köyden de kovdunuz

Selâm sana Avloğuçum ben geldim.

Bu köyün meyvesi hammış olmamış

Boş kalan haneler ondan dolmamış
Bizi köyden kovanlar da kalmamış
Selâm sana Avloğuçum ben geldim.

*

İşçi, emekçi, saz ustası, ozan, sanatçı, yüreği Türkiye için atan, ülkesini, doğduğu toprakları seven, ama çok sevdiği ülkesinde haksızlıklara uğrayan, fakat kırılmayan, içindeki kardeşlik umudunu tüketmeyen

Âşık Armani’ye, nam-ı diğer Agop Yıldız’a selam olsun!

Bochum, 21 Mart 2011                                         Kemal Yalçın

Yorumlar kapatıldı.