İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

TARİHE KAYIT / Etyen Mahçupyan

Etyen Mahçupyan
Liberalizm bireye indirgenen özneler üzerinden ahlakı kenara koyan bir eşdüzeylilik dengesi yaratırken, aslında güç sahiplerinin egemenliğini pekiştirdi. Sosyalizm ise geleceği görme ve bilme iddiasında olan bir ideolojik kurgu çerçevesinde, kişisel özgürlüğü anlamsızlaştıran ve olanaksızlaştıran bir despotizmin savunuculuğuna soyundu… Diğer taraftan karşılarında temel bir çelişki bulunmaktaydı: Eylemin bir doğrulama yöntemi olarak kullanılması, başarılı olabilmek için her şeyi mubah sayan bir tutumu beslemekteydi. Oysa kapitalizmin yıkılmasının tek nedeni ‘tarihin’ öyle istemesi değil, kapitalizmin öz olarak ahlaksızlığıydı. Nitekim sosyalizm ahlaklı bir toplumun ortaya çıkmasını da ifade eden bir idealdi. Bu durumda ahlakı hiçe sayan bir yöntemle ahlakı temel alan bir toplum nasıl üretilebilirdi? Ne var ki zihniyete ilişkin bu sorun pek avama inmedi… Sosyalistler fikri dünyalarıyla gerçek anlamda yüzleşmekten kaçındılar. Sonuç ise karakter bozulması ve cemaatsal yozlaşma olarak tecelli etti… Bu durum Türkiye’deki sosyalistler için de geçerli ve bunun turnusol kâğıtlarından biri de Hrant. Cinayetten sonra sosyalistler Hrant’a sahip çıktılar… Ama gerçek Hrant’a değil, hayallerindekine. Oysa Hrant’ın sosyalistliği biteli yıllar olmuş, ruhunun bu parçası nostaljik ilişkiler alanına havale edilmişti.Ancak sosyalistler bu durumu görmezden geldiler, onun ölümünü ahlaki bir duruşla karşılayamadılar, hatta onun hatırasını suistimal edecek ölçüde çarpıtarak kendi amaçlarına alet etmeye çalıştılar.

-Modernlik bugünden geriye bakıldığında, yanlışlığı apaçık olan iki toplumsal proje üretti ve tüm dünyayı bunların bilimselliğine inandırdı.
Liberalizm bireye indirgenen özneler üzerinden ahlakı kenara koyan bir eşdüzeylilik dengesi yaratırken, aslında güç sahiplerinin egemenliğini pekiştirdi. Sosyalizm ise geleceği görme ve bilme iddiasında olan bir ideolojik kurgu çerçevesinde, kişisel özgürlüğü anlamsızlaştıran ve olanaksızlaştıran bir despotizmin savunuculuğuna soyundu.
Sosyalistler, ne kadar özgürlükçü ve eşitlikçi gözükseler de, otoriter zihniyetin cenderesinden kurtulamadıkları gibi, söz konusu ilkeleri bu zihni bağlama oturtarak iğdiş ettiler. Çünkü ellerinde geçmişi tümüyle açıklayan ve dolayısıyla geleceği de tümüyle öngörebilen bir ‘teori’ bulunmaktaydı. Buna göre kapitalizmin yıkılması ve sosyalist düzenin gelmesi kaçınılmazdı. Gelecek, bugünün toplumsal tercihleri üzerinden değil, sanki ilerdeki düzenin bugünü kuşatan manyetik gücü sayesinde şekillenmekteydi. Bilimsellikten nasibini almamış olmasına karşın ‘bilimsel’ sıfatı yakıştırılan bu bakış, doğal olarak hayli pozitivist bir siyaset üretti. ‘Doğruların’ bilindiği böylesi bir evrende, siyaset de söz konusu doğruların ‘hızlandırılmasından’ ibaretti. Böylece sosyalistler tüm enerjilerini, kuramsal olarak neyin ve kimlerin ‘ilerici’ olduğuna, devrime hizmet ettiğine hasrettiler. Tarihin ‘hızlandırılması’ doğru işbirlikleri üzerinden devrime yönelik eylem yapmayı ifade ediyordu ve alınan kararların ne derece doğru olduğu da bizzat o eylemlerin sonucundan hareketle anlaşılıyordu. Tarihin yönü belli olduğuna göre, eğer eylem o yöne hizmet etmişse ‘doğru’ sayılıyordu ama her eylemin de kuramın dolambaçlı hatlarından giderek doğrulanması mümkündü. Bu nedenle sosyalistler bölündüler ve cemaatleştiler. Aynı süreçte de toplumdan uzaklaştılar, çünkü teorik toplum gerçeğin yerine ikame edilmişti.
Diğer taraftan karşılarında temel bir çelişki bulunmaktaydı: Eylemin bir doğrulama yöntemi olarak kullanılması, başarılı olabilmek için her şeyi mubah sayan bir tutumu beslemekteydi. Oysa kapitalizmin yıkılmasının tek nedeni ‘tarihin’ öyle istemesi değil, kapitalizmin öz olarak ahlaksızlığıydı. Nitekim sosyalizm ahlaklı bir toplumun ortaya çıkmasını da ifade eden bir idealdi. Bu durumda ahlakı hiçe sayan bir yöntemle ahlakı temel alan bir toplum nasıl üretilebilirdi? Ne var ki zihniyete ilişkin bu sorun pek avama inmedi… Sosyalistler fikri dünyalarıyla gerçek anlamda yüzleşmekten kaçındılar. Sonuç ise karakter bozulması ve cemaatsal yozlaşma olarak tecelli etti…
Bu durum Türkiye’deki sosyalistler için de geçerli ve bunun turnusol kâğıtlarından biri de Hrant. Cinayetten sonra sosyalistler Hrant’a sahip çıktılar… Ama gerçek Hrant’a değil, hayallerindekine. Oysa Hrant’ın sosyalistliği biteli yıllar olmuş, ruhunun bu parçası nostaljik ilişkiler alanına havale edilmişti. Ancak sosyalistler bu durumu görmezden geldiler, onun ölümünü ahlaki bir duruşla karşılayamadılar, hatta onun hatırasını suistimal edecek ölçüde çarpıtarak kendi amaçlarına alet etmeye çalıştılar.
Dolayısıyla Wikileaks belgelerinde ortaya çıkan Hrant Dink’i de görmezden geldiler. 2006 Kasım’ında Hrant’ın ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu’na söylediklerini belgeden okuyoruz: “İslam yönelimli özgürlüğün/demokrasinin yükselmesi dinî azınlıklar için bir fırsattır’…’Biz demokratikleşme yoluyla gerçek laikliğe doğru gidiyoruz’… Türkiye’de hangi siyasi partinin gerçek laikliği temsil ettiği sorulduğunda Dink ‘AKP’ cevabını verdi… Kemalizm’den vazgeçmenin şeriat düzenine neden yol açmayacağı sorulunca, Dink’in cevabı ‘Bunun bizi şeriat düzenine değil, ama demokrasiye götüreceğine inanıyorum.’ oldu… Siyasi İslam’ın… şeriat düzenine götüreceğine neden inanmadığı sorulunca, Dink şu cevabı verdi: “… Müslüman dünyada yaşayan bir Hıristiyan olarak nispeten çok şanslıyım. Tarihsel olarak olumsuz anların temelinde din değil, milliyetçilik var.”
Cengiz Çandar bu belgeyi konu ettiği yazısına ‘tarihe kayıt düşmek’ için demiş ve bu ibareyi başlığa taşımıştı. Kayıt düşülen ise Hrant’ın fikirlerinden ziyade, sosyalistlerin bilinçli körlüğü, ahlaki zaaflarıydı…

e.mahcupyan@zaman.com.tr
27 Nisan 2011, Çarşamba

http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1126579

Yorumlar kapatıldı.