Röportaj: Sait ÇETİNOĞLU
“Palu, Harput, Çarsancak, Çemişgezek, Çapakçur, Erzincan, Hizan ve Civar Bölgeler 1878, Adalet Arayışı” ve “Raporlar” adlı iki ciltlik çalışmanın derleyeni Arsen Yarman ile kısa bir söyleşi yaptık. Tarih yorumlarının yazarın görüşlerini yansıttığı kaydını düşerken, yaşadığımız coğrafyanın bir dönemine ışık tutan çalışma hakkındaki aktarımların okurlarımız tarafından ilgiyle karşılanacağını düşünmekteyiz.
Sait Çetinoğlu: Sayın Yarman, çalışmanızın kapsamı bakımından kısa bir söyleşi çerçevesinde biraz zor olsa da, bu coğrafyanın en eski otokton halklarından Ermenilerin bıraktığı kültürel değerlerine, kültürel katkılarına dikkat çekmesinin yanında önemli bir dönemin sis perdesini aralayan eseriniz üzerine konuşmayı deneyebilir miyiz?
Arsen Yarman: Boğos Natanyan’ın Ermenistan’ın Gözyaşı başlıklı, Palu ve çevresine dair incelemeleri sonucunda yazdığı raporundan hareket edip, Natanyan’ın görev yazısında olduğu gibi Osmanlı’nın bilgi ve tasvibi ile Patrikhane tarafından aynı dönem Ermenistan’a gönderilen Minasyan ve Sırvantsdyants’ın gezi ve inceleme raporlarıyla zenginleştirilerek 1878 Ermenistan’ının durumunun tahlil edildiği “Palu, Harput, Çarsancak, Çemişgezek, Çapakçur, Erzincan, Hizan ve Civar Bölgeler 1878, Adalet Arayışı” adlı 1. Cilt ve Raporları kapsayan 2. Cilt kitapları, karartılan bir tarihi noktaya ve döneme ışık tutmanın yanında Ermenilerin bu coğrafyada bıraktıkları devasa kültürel varlıkların unutulmasına ve unutturulmasına karşı bir çabanın ürünüdür. Bu konudaki gönüllü cehalete son verme çağrısı olarak da alınabilir.
– Kitabın birinci cildinde yazarların gözlemlerini tarihsel çerçeveye oturtmak bir bakımdan tarih felsefesine denk düşmektedir.
– Yazarların gözlemlerinin, gezdikleri şehirler hakkında aktardıkları bilgilerin ve buralarda yaşayan Ermenilerin durumuna ilişkin değerlendirmelerin dönemin siyasal-toplumsal ortamı içine yerleştirilmesiyle, yazarların gözlemlerini tarihsel bir bağlam içine oturtarak değerlendirdik. Burada önümüze çıkan güçlük araştırmanın birinci cildini ortaya çıkardı. Zira Osmanlı devletinin yaşadığı en ağır savaş yenilgilerinden biri olan, adına ağıtlar yakılan ve Ayastefanos ile Berlin Antlaşmalarına yol açan Osmanlı-Rus Savaşı’na dair Türkçe kaynakların dahi çok sınırlı olduğunu gördük. Bu kaynaklarda, savaştan doğrudan etkilenen şehirlerdeki Ermenilerin durumuna dair bilgilere ulaşmak ise imkânsızdı. Dolayısıyla savaşın bu boyutu hakkında bilgiler aktarmak ve rahiplerin sözünü ettiği olayların tarihsel çerçevesini belirginleştirmek kaçınılmaz oldu. Bu durumda başlangıçta planlanan “Sunuş” yazısı da genişleyip ayrı bir cilt boyutuna ulaştı.
Ayrıca yazarlar her şeyden önce, dini görevliler olmaları nedeniyle Anadolu’nun birçok şehrindeki görkemli manastırları ve kiliseleri ziyaret etmişlerdir. Bu tarihi yapıların kuruluşlarına dair bilgilere, mitolojik açıklamalara ve mimari özelliklerine sık sık değinmektedirler. Dolayısıyla büyük bir bölümü bugün artık ayakta olmayan ya da bir harabeye dönüşen bahsedilen bu manastır ve kiliseleri gösteren fotoğraflara ve kartpostallara yer vermek, okurun neden söz edildiğini anlaması bakımından kaçınılmaz olmuştur. Böylelikle bir yandan da okura, rahiplerin öznel anlatımlarını görebilmeleri ve bunu nesnel gerçeklikle karşılaştırabilmeleri imkânı verilmektedir. Bu durum sadece tarihi dini yapılarla da sınırlı değildir; her üç raporda sözü edilen insanların, kimi zanaat ürünlerinin ya da bölge halkının giysilerinin pek çoğunu fotoğraf ve kartpostallarla somut olarak gösterebilmeye çalıştık. Rahiplerin anlatımlarına bu görsel malzemelerin yanı sıra pek çok dipnot ve çerçeve yazılar da ekledik.
– Kitapların kurgusuna baktığımızda incelemenizin birçok veçhesinden söz etmek mümkün.
– Bir dönüşümü ifade eden nokta olarak 1878’in incelenmesi zaten birçok yönüne bakılmakla mümkündür. Dönemin gelişmelerinin anlaşılması, coğrafyanın bütün yerli-yabancı aktörleriyle ve ilişkileriyle birlikte bütünlüklü bir biçimde ele alınması gerekirdi. Onun için bütün aktörleri teke tek ele aldığımız gibi, birbirleriyle ilişkileriyle birlikte değerlendirdik. Bu konuda yazarların yöntemi de çalışmamızı kolaylaştıran yönü oluşturur.
– Yazarların ve raporların önemi nereden kaynaklanmaktadır?
– Natanyan’ın hayat hikâyesi ve yürüttüğü zorlu mücadele bizi öylesine etkilemişti ki, kendimizi, onunla ilgili çalışmamıza Sivas şehri hakkındaki kitabı yayımladıktan sonra da devam etmek zorunda hissettik. Bu kitapların oluşumunu da bu duyguya borçluyuz. Natanyan’ın dikkatli ve eleştirel gözlemleri, sorumluluk anlayışı ve eğitim yoluyla aydınlanmaya duyduğu sarsılmaz inanç, onun Palu hakkındaki raporunu da incelememize yol açtı. Rahibin kendi çalışmalarından, o dönemin Ermeni dergilerinden ve yeni yayımlanan bazı kitapların satır aralarından güçlükle derlenen bu bilgiler Natanyan’ın haksızlıklara karşı mücadeleyle geçen hayatı üzerindeki sis perdesini biraz daha inceltirse kendimizi mutlu hissedeceğiz.
Rahiplerin Ermeni kimliğini ön plana çıkaran kişilikleri ortaktır. 1877-78 Osmanlı-Rus Harbi’nin hemen ardından Anadolu’daki Ermenilerin durumu hakkında bilgiler aktarmaya çalışırken, bir yandan da onları içine düştükleri güç durumdan kurtarmanın yolları hakkında çözümler de aramışlardır. Seyahatleri boyunca bu geniş coğrafyada yaşayan diğer halklar hakkında izlenimlerini de kaydederler. Bu bakımdan incelemenin, diğer halkların tarihine de ışık tutması bakımından önemli olduğunu düşünüyorum.
Ayrıca yazarların ufku açısından yetiştikleri ortama da dikkat etmemiz gerekir. 1860’lardan itibaren Anadolu’daki Ermeniler üzerinde devletin ve yerel güçlerin giderek artan vergi, angarya vs. baskılarına karşın İstanbul Ermenilerinin bu duruma yeterince güçlü bir şekilde itiraz etmediği yönündeki inanç oluşmuş; devletin taşradaki Ermenilerin uğradığı istismar ve baskıyı önleyememesi, taşradaki Ermeni aydınlar arasında kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiği düşüncesini güçlendirmiştir. Burada Mıgırdiç Hırimyan ve Karekin Sırvantsyants gibi taşra Ermeni aydınları ön plana çıkar. Hırimyan, Ermeniler arasında bir Yergir (Vatan) mitosu yaratmayı ve bunu kadim Ermenistan’la bağlantılandırmayı başarmış bir ruhani liderdir. Torkomyan, “Hem ihtilalcı hem de sağduyulu bir insan olan Hırimyan Hayrik’in fikri şu idi: ‘Ermeni, Ermenistan’da kalmalıydı.’ Bu fikir ve prensibe sadık kalarak patrikliğinin dört yılı boyunca, ‘Milli Anayasa’nın idare merkezi, Ermeniler için temelsiz ve icat edilmiş bir vatan olan Konstantinopolis değil, Vaspuragan topraklarındaki Van olsun’ diye sürekli ısrar etmiştir” der. Hem patrikliğinden önce Van ve Muş’ta yaptıkları ve yayımladığı dergiler hem de patrikliği döneminde izlediği tutum, onun özellikle genç Ermeniler arasında popüler olmasını sağlamıştır. Minassian’ın çizdiği Hırimyan portresindeki, “Onun sesi ‘uzaklardaki çocuklarını yardıma çağıran; terk edilmiş, kadim, tarihi Ermenistan’ın sesi, demokrat, savaşçı kişiliğiyle, kilise ve toplumdaki muhafazakarlıkları karşısında bulur; ama yaptığı isyan çağrılarıyla gençliğini siyasallaştırır” sözleri Hırimyan’ı ifade eder. Yazarların bu iklimde yetişmeleri, toplumlarına karşı sorumluluğu geliştirmelerinde ve ön plana çıkarmalarında etkili olmuştur. Yazarların toplumun sorunlarını ortaya koyup çözümler üretmeleri bu sorumluluk duygusunun ve iklimin ürünüdür.
Natanyan’ın raporlarını ele alırsak, ilk raporları safça yazılmıştır. Sivas raporunda ise kızgınlığın hakim olduğunu görmekteyiz. Sivas’la ilgili raporunda (Boğos Natanyan, Sivas 1877) Tanzimat’la başlayan sürecin Ermeni toplumunu nasıl etkilediğini, devletin merkezileşmesinin ayanlarla uzun süren bir mücadeleyi zorunlu kıldığını ve bu mücadelenin Sivas Ermenilerinin hayatını nasıl zorlaştırdığını anlatıyordu. Palu’yla ilgili kitabı ise birkaç açıdan daha sert bir mücadelenin içinden yazılmıştır ve bunu kitabın başlangıcından itibaren hissetmemek mümkün değildir. Natanyan’ın Palu kitabını diğerlerinden ayıran niteliklerin başında, onun bu kitapta eleştirilerini yalnızca Palu Ermeni Cemaati’yle sınırlamaması, yaptığı eleştiri ve uyarıları dikkate almayarak yoksul Ermeni köylüsünün kaderine kayıtsız kalan Patrikhane’yi de sert bir şekilde eleştirmesidir. Palu, rahibin daha önce görev yaptığı yerlerden farklı iktisadi ve sosyal koşullara sahiptir ve buradaki koşulların düzeltilmesi çok daha sert bir mücadeleyi göze almayı gerektirmektedir. Natanyan bunu göze almıştır. Her şeyden önce Osmanlı’nın mağlubiyetiyle sonuçlanan Osmanlı-Rus Savaşı’nın hemen sonrasındaki ağır yoksulluk ve güvensizlik koşullarında yazılmıştır. İkinci olarak, farklı bir toplumsal yapının ve egemenlik ilişkilerinin hâkim olduğu bir bölge söz konusudur. Doğu Vilayetleri’nin genellikle Kürtler ve Ermeniler tarafından iskân edilen kırsal alanlarında hiçbir zaman başkenttekine benzer, işleyen bir millet sistemi de olmamıştır, ancak açık hiyerarşi ilişkilerine karşılıklı olarak dikkat edilmesiyle tahammül edilebilir birlikte yaşam diyebileceğimiz belirli bir modus vivendi sağlanmıştır. Ele alınan coğrafyada millet sisteminin etkisinin sınırlılığı ve başat toplumsal sistemden kaynaklı olarak, Anadolu’nun pek çok yerinde mültezim baskısı, çifte vergilendirme ve angarya, marabalık, Kürt aşiretlerin aldığı haraçlar, yerel görevlilerin yaptığı baskılar, savaşın çok daha öncesinde Ermeni köylüsünün hayatını felç edecek seviyelere ulaşmıştır.
Natanyan, “Beyler ve kardeşlerim, bu acı dayanılmaz. Pek çok şekilde gerçekleştirilen sömürülere herhangi bir insanın dayanması mümkün değil. 700 yıldır süren sömürülere ve sefalete rağmen Ermenistan’da hâlâ birkaç milyonun ayakta kaldığını düşünen insan hayretten şaşkınlığa düşer” sözleriyle 700 yıllık kanayan bir yarayı işaret etmektedir. Yani kısaca ifade edersek, Kürt-Ermeni geriliminin 1878 yılından itibaren II. Abdülbamid tarafından yeni ve sistemli bir politikayla tırmandırılmasından önce sorunsuz bir dönem yaşandığı söylenemez. 1878 öncesindeki özerklik benzeri bir yapıda, Kürt emir ve beylerinin, hâkim oldukları yerlerdeki Ermeni köylüleri üzerinde ağır bir baskı kurdukları bilinmektedir. Emir ve beyler Ermeni köylülere birçok vergi ve angarya yüklerken, yerel görevlilerle de açık ya da zımni işbirliği içinde davranmaktadırlar. Aslına bakılırsa Natanyan, Ermenilerin soyulması, istismara uğramasında Kürtler ya da diğerleri bakımından pek fazla fark olmadığını söylemektedir. Harput’ta ve Dersim’de Ermenilere eziyet edildiğine, ağır vergiler yüklendiğine ve devlet görevlilerinin de bu duruma göz yumup Ermenilerin şikâyetlerine kayıtsız kaldıklarına tanık olmuştur: Köylerde zevk için adam dövüyorlar, rüşvet alıyorlar, küfür ediyorlar, tecavüz ediyorlar, bazen de tabancayla ya da bıçakla öldürüyorlar. Şikâyet edildiğinde de faydası olmuyor, çünkü dinleyen yok. Ermeniler aynı şekilde Dersim Kürtlerinden de çok çekiyor, bunlar köylülerden yıllık vergi talep edip alıyorlar. Aksi halde canına kastediyorlar.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında yaşananlar devletin pek çok yerde, özellikle de Kürt aşiretlerinin güçlü oldukları bölgelerde kontrolü ciddi ölçülerde kaybetmesine yol açması yarayı daha da kanatır hale getirmiştir. Devletin 1878 öncesinde olduğu gibi tam olarak hakim olamadığı bölgelerde geleneksel baskı sistemleriyle işbirliğine gitmesi pratikte Ermeni köylüsünün yükünü artırmaktan başka bir sonuç vermemektedir.
– Buradan hareketle Anadolu coğrafyasında yaşanan Ermenilere ilişkin kesintisiz bir baskı politikasından söz etmek mümkün görünüyor.
– Devletin aşiretlerle ilişkisinde zaman içinde pek değişmeyen çok tipik tutumlar söz konusudur. Her şeyden önce sık sık pazarlık yapacağı aşiretlerin kimi yapısal özelliklerine müdahale etmemeyi tercih etmektedir. Bu da devletle, sözgelimi aşiretindeki liderliği tartışma konusu yapılmayan aileler arasında örtük bir işbirliğine yol açmaktadır. Reşat Kasaba, 1890’lı yıllarda oluşturulan Hamidiye Alayları’nın bunun iyi bir örneği olduğunu düşünmektedir. Belirli ve “sadık” aşiretleri güçlendirmek ve ödüllendirmek amacını taşıyan bu uygulama, bir yandan da aşiret yapısının ayakta kalmasına katkıda bulunmaktadır. Bu politikanın en açık örneği, 1891 yılında kurulan ve Kürtlerden oluşan Hamidiye Alayları’nda gözlenebilir. 19. yüzyılın son on yılında ve 20. yüzyılın başında Hamidiye’ye alınmış askerlerin büyük çoğunluğunu oluşturan Sünni Kürtlere, Doğu Anadolu’da Alevi (Kızılbaş) Kürtleri yatıştırma, diğer etnik grupları (özellikle Ermenileri) sürme, topraklarına el koyma ve buralara yerleşme serbestiyeti tanınmıştır. Bu sürekliliği Natanyan’ın raporunda işaret ettiği Musa Bey’de görebiliriz. Musa Bey’in bir süre sonra Hamidiye Alayları’nda, ardından 1915’teki olaylarda rol alması tarihsel sürekliliğin bir başka görünümünü oluşturmaktadır ve böyle değerlendirildiğinde pek de şaşırtıcı görünmemektedir.
– Kitabınızda süregelen tarihi çarpıtmalara parmak basılmasının yanında çok önemli bir mesaj verilmektedir.
– Yazarların raporlarının daha iyi anlaşılması bakımından dönemin tarihsel arka planını okuyucuya sunmak isterken Ermeniler ile ilgili yanlış ve taraflı, basit bir akıl yürütmeyle bile çürütülebilecek söylencelerin ve önyargıların altını çizmek zorunda kaldık. Bunlardan birini vurgulayarak mesaja geçelim:
Bir kere, Osmanlı-Rus Savaşı olsun, Osmanlı-İran Savaşı olsun, bu savaşlar 50 yıldır Ermenilerin yaşadığı topraklarda geçmektedir. Ermenilerin yaşadığı coğrafya orduların geçiş bölgesi olduğu için her taraftan çiğnenmektedir. Bölünmüşlük Ermenilerin acılarını daha da katmerleştirmektedir.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı hakkındaki bir başka yanlış değerlendirme de savaşa katılan Ermeni askerlerle ilgilidir. Rusya sınırları içinde yaşayan Ermenilerin uyruğu oldukları Rus devletiyle birlikte savaşa girmelerinin doğal ve bir bakıma da zorunlu kabul edilmesi gerekirken, bu durum Osmanlı Ermenileriyle de bağlantılandırılmakta ve onların ihaneti olarak değerlendirilmektedir. Özellikle bu savaşta Rus ordusuna komuta eden yüksek rütbeli Ermeni komutanların ön plana çıkması da bu tür değerlendirmeleri kolaylaştırmaktadır. Oysa Osmanlı ordusunda da çeşitli kademelerde hizmet etmiş Ermeni asker, subay ve sivillerin varlığı ihmal edilmektedir. Burada Boğos Natanyan’ın savaşın mali yükünün Ermeni köylülere nasıl yansıdığına yönelik sözleri de hatırlanmalıdır. Öte yandan Rusya topraklarında yaşayan Ermenilerin Rus ordusuyla birlikte savaşmaları, her iki ülke ordularında savaşan Ermenilerin birbirlerini kırdıkları gerçeğini de akla getirmelidir. Ki bu bölünmüşlükten kaynaklı trajedi günümüze de uzanır. Vatandaşlık ödevleri, İran-Irak savaşında her iki orduda yer alan Ermenilere birbirlerine silah çektirmiş ve birbirlerini bir kez daha kırdıklarına şahit olunmuştur.
Mesaja gelince, yazarlarla birlikte okuyucuyu geniş bir coğrafyada tarihsel bir yolculuğa çıkardığımızı söyleyebilirim. Öyle zannediyorum ki okur bu kitabı okuyarak kendisini 130 yıl önceki yolculukların bir parçası hissederken, bu yolculukta Ermenilerin bugün yaşamadığı geniş bir toprak parçasında bıraktığı ve hiç kimse tarafından sahiplenilmeyen, mutlak unutuluşa terk edilen çok değerli kültürel izlere dikkat çektik. Kitaplarda yer verdiğimiz 300’ü aşkın fotoğraf ve kartpostallarla Ermenilerin yaşadıkları coğrafyanın kültürüne yaptığı devasa katkıyı gözler önüne serdiğimizi düşünüyorum.
Bu topraklarda iki bin yılı aşkın bir süredir yaşayan ve yaklaşık 2000 kiliseye, 250 manastıra, sayısız okula, derneğe ve kültürel ürüne sahip olan Ermenilerin yarattığı değerler bugün ait olduğu ülkenin sahiplenmesini hak etmekte ve beklemektedir. Tarihi, kültürel değerlerinin sahiplenilmemesinin Ermeniler açısından nasıl büyük bir psikolojik baskı yarattığı, onların bu değerlere sığınmasını dahi engellediği ortadadır. Türkiye’nin tarihsel, kültürel zenginliğinin bir parçası olan bu ürünleri hiç kimse bu topraklardan söküp alamaz, ama bu zenginliğe kayıtsız kalmak, onun değeri hakkında düşünmemek kendini yoksullaştırmak ve kültürel bir felakete mahkûm etmekten başka bir sonuç vermez. Bu çalışma, bu mahkumiyeti kabul etmeyen, kültürel yıkımı haber veren ve bir ölçüde de durdurmaya çalışan bir çaba olarak görülmelidir.
Henüz bir zamanlar nelere sahip olduğumuzu hatırlayabiliyoruz, ancak çok uzun sayılamayacak bir süre sonra bu bilgiden de yoksun kalacak ve neleri unuttuğumuzu bile hatırlayamayacağız. Palu ve civarı hakkındaki çalışmamız bu açıdan unutuluşa, kayıtsızlığa ve gönüllü cehalete karşı bir çaba olarak görülürse çok memnun oluruz. Bu çalışma tarihimizi, belleğimizi ve gündelik hayatımızı karanlığın işgal etmesine bir direniştir.
– Bu önemli uyandırma çabanızı kutlar, Ermenilerin bu coğrafyanın kültürüne yaptığı katkıları 300’ü aşkın görselle belgeleyen çalışmanız ve bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Kaynak: Sosyalist Mezopotamya
http://www.armenieninfo.net/makaleler/969-goenuellue-cehalete-son-verme-cars-roeportaj-sait-cetnolu.html
Yorumlar kapatıldı.