İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

‘Veda Hutbesi`ne veda

Müslümanlar modern dünyayı bir fobi olmaktan çıkararak AK Parti ile ülke siyasetine sekiz yıldır damga vurdular. Başörtüsü mağduriyeti ve 28 Şubat faciası ile irkilip, Enverist-Kemalist çizgi ile ayrıştılar.Türkiye’de hepi topu 80-100 bin gayrımüslim var. Etnik temizlik başarısı müthiş. Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçenlerin sayısı ise istatistiklere giremeyecek denli az. Ama bu “azlık”la alay edercesine büyük bir Ermeni-Hıristiyan korkusu var. Bununla hala yüzleşilebilmiş değil. Öyle olunca da, Ergenekoncuların, darbecilerin kazdığı kuyuya yuvarlanıveriyoruz…

17 Kasım 2003 tarihli Şükrü Sarıışık imzalı MGK belgesinde 2000 yılına ait misyoner sayısı şöyle verilmişti: “2000 yılı itibariyle Türkiye’de 45’i yabancı, 9’u da Türk olmak üzere 54 misyonerin faaliyet gösterdiği tespit edilmiştir.”
Bana inanmıyorsanız, işte size koskoca paşa imzalı MGK bildirisi. 54 misyoner, Anayasa’da “garanti” altına alınmış bir hakla dinini değiştirmiş bir avuç vatandaş ve sayıları cumhuriyet politikasıyla sıfıra yakın hale getirilmiş bir gayrımüslim azınlık…
Ve iki binli yılların hemen başından itibaren MGK’nın tehdit listesine aldığı, bizzat Diyanet’in 2005 hutbesi, Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın iki sert açıklaması ve Ergenekon’un ceviz kabuğunu doldurmayacak bu korkuyu köpürterek başlattığı misyoner-azınlık avı…
Hrant Dink cinayetinin “ihmal-kasıt” ilişkisi üzerine konuştuğum ve Emniyet teşkilatını çok iyi tanıyan bir arkadaşım, konu Ermeni olunca, tüm devlet görevlilerinin aynı hizada birleştiğini, bu nefretin hastalık derecesinde devlet bürokrasisi ve memur kademesinde kendini gösterdiğini söylemişti. Yani görev ihmalinin kasıttan ayrılmasının çok zor olduğu paranoyak bir durum söz konusuydu.
Bu nefret köklerini ta Balkan savaşı travmasında buldu. 1915’i bu nefretle gerçekleştiren, 1915 müsebbibi kadroları Kuvayi Milliye hareketinde istihdamla, suçu, reddiyeyi, travmayı ve nefreti Cumhuriyet’e sirayet ettiren bir KORKU… Bu korku aynı zamanda Türk milli kimliğini belirleyen ana dürtüydü. Türk kimliği, efsaneleri ayıkladığınızda, trajik bir olumsuzlama üzerine kurulmuştu. Kemalistlerin Türk ve “Müslüman” tanımları, Ermeni ve Hıristiyan olmayan her şeyi içeriyordu. O zaman milli kimliği tahkim etmek için sürekli hayal edilen olumsuz bir Ermeni-Hıristiyan şeytanı sürekli hafızalarda yer almalıydı.
Milli Savunma Bakanı Sayın Vecdi Gönül’ün 2008 ağustosunda Belçika’da sarf ettiği “Bugün eğer Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde de Ermeniler yaşamaya devam etseydi, acaba Türkiye aynı milli devlet olabilir miydi?” sorusu, kemalist cumhuriyetin kahrını az çekmemiş “Müslümanların” Hz. Muhammed’in Veda Hutbesi’ne nasıl “veda” ettiklerini de ortaya koyuyordu. Ermenilerin sıkıntılarını anlamak ve onlara sahip çıkmak gerektiğini ta 1900’ların başında söyleyen Said Nursi veya “Yağsız, tuzsu pilav, gâvursuz da memleket olmaz” deyip Ereğli de 1915’te Ermenileri ölmekten kurtaran Deli Mustafa Ağa’ların Müslümanlığını değil de, Enver ve Talat Paşaların kendi zehirli planlarını uygulamak için bilinçli yarattıkları bir anlayışı benimseyince ortaya böyle bir trajedi çıktı.
Türkiye hâlâ bu zehirden kendini kurtarabilmiş değil.
Sayın Gönül o günlerde beni arayıp yanlış anlaşıldığını söylemişti. Şimdiden değil, 80 sene öncesinden bahsettiğini söylüyordu. Çok üzüntülüydü ve bu üzüntüsünde samimiydi. Bakan belli ki milli ve dini hisleri arasında trajik bir sıkışma yaşıyordu. İşte, tam da bu samimiyet ve sıkışma korkutucuydu. “Şimdi” değil ama 80 yıl evvel memleketin ama katliamlarla, ama tehcirle, ama mübadelelerle Ermeni, Rum ve Süryanilerden temizlenmesini milli devletin oluşması için gerekli olduğunu söylemekteki samimiyet, AK Parti’yi hedef alan Ergenekon’un misyoner zokasının yutulmasına neden oluyordu.
Müslümanlar modern dünyayı bir fobi olmaktan çıkararak AK Parti ile ülke siyasetine sekiz yıldır damga vurdular. Başörtüsü mağduriyeti ve 28 Şubat faciası ile irkilip, Enverist-Kemalist çizgi ile ayrıştılar. Gerçek Müslümanlık ve dünyaya yaklaştıkça ülke değişti. Kendi adıma, 2002’den itibaren Agos’taki köşemde, sonra da Taraf’ta bu değişime tüm saldırılara rağmen destek verdim. Erdoğan-Gül-Arınç çizgisinin bu ülkede eski rejimden kopma ve Yeni Türkiye’nin ortaya çıkması yönünde bulunmaz bir imkân olduğuna ikna oldum. Hala da aynı düşünüyorum.
Daron Acemoğlu’na OECD elçiliği teklif edilmesi, Bakan Ahmet Davutoğlu’nun bununla ilgili kendisine yönetilen soruya her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının devletin her kademesinde görev almasının normal olduğunu söyleyerek şaşırması, ABD ve Fransa’daki Ermenileri “Onlar bizim diasporamız” diye kucaklaması, Cumhurbaşkanı Gül’ün Dink davasına verdiği önem, Başbakan Erdoğan ve Bakan Arınç’ın azınlık toplantıları, Sümela ve Ahtamar’ın ibadete açılması, Emeni Açılımı, 36 Beyannamesi ile azınlık vakıflarının devletçe yağmalanmasının durdurulması…
Bunlar AK Parti’nin eski rejimden kopma yönünde atılmış kararlı adımları. Lakin bunun tüm partiyi kapsayacak bir geleneğe dönüşmesi için yapılacak çok şey var daha. En önemlisi ise, Zirve Davası’nın yukarıda anlattığım paranoyaya feda edilmemesi. AK Parti’nin bu korku ve travma ile işi olmamalı. Bilakis, parti tam da bu ideolojik enkazlardan kurtuldukça, milliyetçilikle hesaplaştıkça kendini ileriye atacak.
Devam edeceğim…
http://www.timeturk.com/tr/makale/markar-esayan/veda-hutbesi%60ne-veda.html

Yorumlar kapatıldı.