İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Ermeni Soykırımı Yargı Önünde -1-2

Doğan Akhanlı
Biz Türkler ne kadar övünsek azdır! Bizim hep devletimiz oldu! “Türklerin hiç buluşu olmadı” diyenleri bu yüzyılın daha ilk çeyreğinde, daha 1915 yılı devrilmeden utandırdık. Öyle bir buluş yaptık ki, dudağı uçuklayan Almanlar, buluşumuzu, kendi usullerince, uygulamak için ikinci dünya savaşını beklediler.Onlar daha yüksek bacalı fabrikalar fikrini geliştirmeden, Enver Paşalarımız, Talat Paşalarımız, Cemal Paşalarımız, Gazi Paşalarımız, gecelerini gündüzlerine kattılar. Daha modern çağın ilk çeyreği kapanmadan, daha Rus işçileri ayaklanmadan, daha Gazi Paşa, kutsal 19 rakamını sahiplenip 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmadan, Türkler adına, müthiş bir disiplinle, devlet eliyle örgütlenmiş soykırıma mühürlerini bastılar.

http://www.demokrathaber.net/ermeni-soykirimi-yargi-onunde-1-makale,482.html

——
Bizim hep devletimiz oldu!”Türklerin hiç buluşu olmadı” diyenleri bu yüzyılın daha ilk çeyreğinde, daha 1915 yılı devrilmeden utandırdık.
02 Mart 2011
Doğan Akhanlı
akhanli@netcologne.de
 DİVANI HARB YARGILAMALARI- İSTANBUL 1919
A-     YERYÜZÜ ve GÖKYÜZÜNÜN TÜM ÖLÜMLERİ
Biz Türkler ne kadar övünsek azdır!
Bizim hep devletimiz oldu!
“Türklerin hiç buluşu olmadı” diyenleri bu yüzyılın daha ilk çeyreğinde, daha 1915 yılı devrilmeden utandırdık.
Öyle bir buluş yaptık ki, dudağı uçuklayan Almanlar, buluşumuzu, kendi usullerince, uygulamak için ikinci dünya savaşını beklediler.
Onlar daha yüksek bacalı fabrikalar fikrini geliştirmeden, Enver Paşalarımız, Talat Paşalarımız, Cemal Paşalarımız, Gazi Paşalarımız, gecelerini gündüzlerine kattılar. Daha modern çağın ilk çeyreği kapanmadan, daha Rus işçileri ayaklanmadan, daha Gazi Paşa, kutsal 19 rakamını sahiplenip 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmadan, Türkler adına, müthiş bir disiplinle, devlet eliyle örgütlenmiş soykırıma mühürlerini bastılar.
Paşaların bir kısmı Ermenileri “hiçliğe” sürdüler. (Rumların trajedisi, bu yazının kapsamına girmiyor!) Hayastan’ın çocukları, redifler, Hamidiyeler, Cahitler, Cahidiyeler tarafından kurşunlanarak, kılıçlanarak, asılarak, zehirlenerek, hançerlenerek, boğularak öldürüldüler. Tifüste kırılarak, donarak, yollarda açlıktan, çölde susuzluktan öldüler. Çürümeye yüz tutmuş cesetleri çakallar tarafından kemirildi. Türkler, Kürtler, Balkanlardan, Kafkasya ötesinden katliamlardan kaçan muhacirler, kısaca cahiller, insan avına katıldılar, paşaların günahına ortak olup ellerini, soylarını ve vicdanlarını kirlettiler. Daha 1915 devrilmeden “çocuklar ağlaya ağlaya can verdiler, babaları kendilerini kayalıklara, anneler bebeklerini kuyulara attılar. Hamile kadınlar el ele tutuşarak, ilahiler okuyarak Fırat’a atladılar. Yeryüzünün ve yüzyılların bütün ölümleriyle öldüler.” (Die Verbrecen der Stunde- Die Verbrecen der Ewigkeit/Anın suçları sonsuzluğun suçlarıdır, Armin T.Wegner, Buntbuch Verlag, Hamburg)
Soykırıma uğramış halkın yeryüzüne dağılmış kurbanları gittikleri yerlerde, yıllar sonra vuku bulan “Halepçe”, “Ruanda”, “Bosna” ve geçen yıllarda çok sözü edilen “Kosova” görüntülerinin beterini insanlara anlattılar. Erzincan’da, kardeşinin ölüsü altında gözlerini açan Talat Paşa davası sanığı Salamon Teliryan’ın mahkemede anlattıkları, başka yerlerden, mesela Trabzon’dan, Adana’dan, Van’dan, Eskişehir’den sağ kalanların anlattıklarına benziyordu.
Amerika’ya kaçan Şebinkarahisarlı ile, Fransa’ya göç eden Klikyalı, Rus ordusunun geri çekilişi sırasında onlarla beraber Erivan’a ulaşan Muşlu, İngiltere’de yaşayan İstanbullunun öyküleri paralellik arz ediyordu. Erzurum’dan yola çıkarılan Terzibaşıyan’ın, İstanbullu Kirkor’un, Ağrılı Dikran’ın, Trabzonlu Ara’nın, Yozgatlı Anahit’in, Gümüşhaneli Nurhan’ın, İzmitli Linda’nın anlattıkları; Eskişehir’de karşılaştığı kafileleri betimleyen Ahmet Refik’in (İki Komite İki Kıtâl, Temel yay), Musa Dağının 40 gününü yazan Franz Werfel’in (Musa Dağda Kırk Gün, Belge Yay.), çocuklarının arkasından ağlayan Ararat dağının çığlığını dünyaya yayan Armin T. Wegner’in (ade.) yazdıklarıyla çakışıyordu. Amerikan Büyükelçisi Morgentrau’nun, ya da Alman Protestan Papazı Dr. Johannes Lepsius’un raporları, 1919’da İstanbul’da Divani Harp mahkemesinde tanık olarak dinlenen 3. Ordu komutanlarından Vehib Paşa’nın anlattıkları birbirini tamamlıyordu. (Bak: Vehip Paşa’nın ifadesi, Takvim-i Vekai, No 3540, Aktaran. V.H. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu olarak Jenosid, Belge yay. S.88-89, ve dipnot:310)
“HANGİ YOLDA?” DİYE SORAN OLMUYORDU
Dünyanın dört bir yanında; onların öykülerini dinleyenler kulaklarına inanamıyorlardı. Çünkü anlatılanlar inanılması güç bir vahşetten ibaretti.
“Yolda, ” diye anlatmaya başlıyordu mesela, “hedefsiz sürgünün” talihsiz kurbanı bir kadın.
“Hangi yolda?” diye soran olmuyordu. Çünkü o günlerde bütün yollar birbirine benziyordu. O yollardan birinde yürüyen anneler, büyük anneler, büyük babalar, seyrek olarak delikanlılar, çok fazla sayıda genç kızlar sürekli hayr mer duasını okuyorlar, “Ey göklerdeki babamız,” diye mırıldanıyorlardı, “ismin mukaddes olsun, melekûtun gelsin; gökte olduğu gibi, yerde de senin iraden olsun… Ve bizi iğvaya götürme, bizi şerirden kurtar, çünkü melekût ve kudret ve izzet sonsuza dek senindir.”(İncil)
Tanrı, bugün olduğu gibi o günlerde de sağır ve kör olduğu için, yüreğinde sevgi, yeryüzünde iradesi kalmadığı, kudreti ve izzeti tükendiği için, Hayastan’ın çocuklarına elini uzatıp onları gökyüzüne götürmüyordu.
Ne yol bitiyor, ne ölüm onları kucaklıyordu. Silahlarından arındırılmış Ermeni askerlerden oluşan bir İnşaat Taburunun önünden geçerlerken onlar, birkaç gün içinde kurşuna dizileceklerinden habersiz olan Ermeni askerler ümitsiz gözlerle, kafilenin arkasından bakıyor “hayr- vorti- hokin- surp astvaz” diye haç çıkararak, Tanrıya, lanetlenmiş kullarını koruması için dua ediyorlardı.
Kafile belki ilk, belki bininci virajı döndükten sonra ceset tarlasıyla karşı karşıya kalıyordu. Gözyaşı kurumuş yolculardan bir inilti yükseliyor; iniltiler kafileye eşlik eden jandarmaları kızdırıyor; kılıçlar çekiliyor, süngü takılıyordu. Bir kaç yüz cesetten sonra, kafile yola koyuluyordu yeniden. Halen kanayan yaralarıyla can çekişenler, yarılmış ellerini gökyüzüne kaldırarak ışığı sönmüş gözleriyle dağlara doğru yol alan kafilenin arkasından son kez bakıyorlardı.
Dağlarda, kafiledeki delikanlılar rasgele ayrılıyordu. Erkekler, uçurumun kenarına götürülüp aşağıda akan nehre itelenirken, hava kararıyordu. Jandarmalar en güzel ve genç kadınları seçip çalılıklara götürüyor, çalılıklardan gelen çığlıklar bir süre sonra kesiliyordu. Kadınlar arasında çıldıranların sayısı artıyordu gün be gün. Doğurmak üzere olan bir kadın, “Ne isterseniz olurum, Müslüman da olurum, Alman da olurum, Türk de olurum, diye bağırıyor; üniforması kana bulanmış bir jandarma, kılıcıyla kadını ve cenini ikiye bölüyordu. Sonra bozkır soğuğu başlıyordu. Sağ kalan yarı çıplak insanlar birbirine sokularak sabahı beklerken, bir kısmını da gece yutuyor, yeniden yola koyulduklarında yola devam edenlerin sayılarının biraz daha azaldığını görüyorlardı.
Sonra şirin mi şirin bir köye yaklaşıyorlardı. Şirin köyün sarıklı ve külahlı erkekleri yollarını kesiyor, “Ey inananlar, size “Allah yolunda seferber olun” denildiği zaman, neden yere çakılıp kalıyorsunuz?”(Kuran) şeklindeki Tanrı kelamıyla, başka Tanrının çocuklarına, ağır baltalarla saldırıyorlardı.
Biraz daha azalıyorlardı. Sonra bir kasabada mola verirken sözgelimi, kucağında üç dört yaşlarında bir çocuk taşıyan kadın, yol kenarında kafileyi seyreden yaşlı sarıklı bir adamla göz göze geliyordu. Yaşlı adımın kendilerine acıdığını düşünen kadın, kucağında taşıdığı çocuğu azcık havaya kaldırarak, “Efendi,” diyordu gözleriyle, “yavruma sahip çık!”. Adam çocuğu sahipleniyor ve annesinin, jandarmaların, kafilenin gözleri önünde, çocuğu bir köpek gibi, başına odunla vura vura öldürüyordu da; ne anne, ne kafiledeki insanlar ne de jandarmalar ses çıkarıyorlardı.Çünkü yer yüzünün, çünkü gökyüzünün, tüm ölümlerine mahkum edilmişti onlar. Çünkü Enver Paşalar, çünkü Talat Paşalar, çünkü Cemal Paşalar, Doktor Nazımlar ve Doktor Bahaaddinler, uzun uzun tartışmalar yürütmüşler ve çoktan “Ermeni Sorununu”, “Türk usulü” çözmeye, karar vermişlerdi. Teşkilat-ı Mahsusa’nın gözü kararmış ajanları, Adalet bakanlığı emri ile hapishanelerden boşaltılmış, ipten kazıktan kurtulmuş tipler, başı bozuk çeteler, redifler, hamidiyeler, cahitler, cahiller, Paşaların kararını yerine getirmek için varlarını yoklarını ortaya koymuşlar, Müslüman halkın da (Türk halkının, Kürt halkının, Kafkaslardan ve Balkanlardan göç etmiş muhacir halkların) desteği ile on sekiz ay içinde, Osmanlı kaynaklarına göre 800.000 (İstanbul Davası), Ermeni kaynaklarına göre 1.5-2 Milyon (Binlerce Kaynak), tarafsız kaynaklara göre, 1.200.000- 1.500.000 Ermeni’yi imha etmişlerdi. (Talat Paşa Duruşması, Dr. Johannes Lepsius’un ifadesi)
Ermenileri, imha etmişlerdi de, Turan’ın yolu mu açılmıştı? Bir zamanlar hayalini kurdukları gibi, Asya bozkırlarının “Türki” halklarıyla mı birleşip “kızıl elma” yiyip, “kımız sütü mü” içmişlerdi? Hayır. “Memleketin bütün kalelerine alınmamış, bütün tersanelerine girilmemişse” de, birinci dünya savaşı kaybedilmiş, Üç paşa (Enver-Talat-Cemal), iki Doktor (Nazım ve Bahaaddin), Azmi ve Bedri Beyler, 1/2 Kasım 1918 yılında Alman savaş gemisiyle kaçmışlardı.
Savaş ortamında, Ermenilerin çığlıklarını duyan olmadı. Osmanlıların müttefiki ve akıl hocaları olan Almanlar-şimdi Kürt sorununda olduğu gibi- durumu görmezlikten geldiler ve kim bilir, otuz küsur yıl kadar sonra vuku bulacak olan Yahudi soykırımı için deneyler edindiler. Hitler 1938 yılında “Sonuç olarak bugün Ermenilerin imha edilmesinden söz eden var mı?” sorusunu sorduğunda, 1915 yılı soykırımı gerçekten de vicdanların unutulmuş bir köşesine atılmıştı.
Atatürk Cumhuriyeti, Türklüğe dair tüm olumsuzlukları yok kabul ederek, yakın ve uzak tarihi yeniden yazdı. Atatürk tarihi nutkuyla tarihin çerçevesini çizdi ve sonraki kuşaklara neyin “doğru” olduğunu otuz altı saat konuşarak anlattı.
Atatürk bu sorun üzerinde çok konuşmak istemediğinden olmalı tarih kitaplarında 1915 yılı Çanakkale kahramanlıklarıyla, Anafartalar muharebesiyle ibaret kaldı.
Yalanlar üst üste yığılmaya başladı. Üst üste yığılan yalanların da bir kusuru vardı. Birikmiş yalanlar çöplüğüne benziyordu. Ümraniye çöplüğü altında sıkışmış metan gazı gibi, gerçekler de zaman zaman yalan çöplerin altında patlıyordu.
Yalanlar çöplüğünün kayda değer artıklarından birisi olan Kamuran Gürün’ün “Ermeni Dosyası”, mesela Hitler’in yukarı da anılan sözü söylemediğini (sanki Hitler o sözü söylemese, kimse öldürülmemiş olacak!) ya da Talat Paşa duruşmasına sunulan kimi belgelerin sahte olduğunu (sanki belge kıtlığı varmış gibi!) kanıtlamak için Mayk Hammer’i gözden düşürecek çabalara girişiyor. Bu arada müthiş bir ustalıkla da “İstanbul Mahkemelerini” gözlerden ırak tutuyor.
Belge yayınları tarafından yayınlanan, mahkemede de beraat eden (Çünkü Yargıtay kararına göre kışkırtılacak sayıda Ermeni kalmamış!) V.H. Dadrian’ın, “Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosid- Belge Yayınları” adlı incelemesi de tam bu konuyu, 1919 yılı içinde İstanbul’da yapılan ve bir ulusun kendini yargılama girişiminin başarıya ulaşmayan ilk örneği olan Divanı Harb Mahkemelerini konu ediniyor.
B-      ŞEHİTLER ve KATİLLER
Bugün Urfa Şehit Nusret İlkokulunun ön sırasında oturan ve yürürken “kürt kürt” sesler çıkaran mavi önlüklü çocuk, muhtemelen okulunun adının nerden geldiğini bilmiyordur. Öğretmeni belki de Şehit Nusret’in, “Dağdakilere” karşı savaşan “Jandarma Komanda eri ya da erbaşı” olduğunu düşünmektedir. Valinin ise artan bombalı saldırılar yüzünden, Şehit Nusret’i düşünecek huzuru kalmamıştır.
İlkokuldan başka adı bir sokağa ve bir de kasabaya verilen Şehit Nusret, tahmin edildiği gibi “Dağdakilere” karşı savaşırken şehit düşmedi. Şehit Nusret, Kıbrıs çıkarmasına da katılmadı. Ne Kore’ye sevk edildi, ne de Sakarya Meydan Muharebesine katıldı.
Peki kimdi bu Şehit Nusret? Memlekete ne yararlılıklar göstermişti ki, adı oraya buraya verilip duruyordu?
Peki şu Boğazlayan’da, hani adına uygun olarak, on binlerce Ermeninin boğazlandığı yerde, hani şu Talat Paşa Davası tanıklarından Patrik Krikoris Balakyan’ın “en kanlı yollardan biri” olarak tanımladığı Yozgat-Boğazlayan’da, heykeli dikilen “Milli Kahraman Kemal” (Sakın Gazi’yle karıştırılmasın!) kimdi? Ve neden “Ermeni Dosyası’nda” dünyanın en ücra köşelerinden kaynak gösteren, “tiziz ve iş bilir” araştırmacı, devletimizin sevgili kulu Kamuran Gürün, yerli malı olmakla kalmayıp, resmi gazete de olan Takvim-i Vekai’de tefrika edilen, o dönemin gazetelerinde (İkdam, Alemdar, İleri, Ati, Sabah, Tasvir-i Efkar, Vakit) geniş yer verilen Divanı Harb Davalarına ilgisiz bir tutum benimsemişti?
Kamuran Gürün ve “Türk Tezi Savunucuları”, mesela söz konusu davalara dair iddianamelere, dava dosyasında yer alan çoğu şifreli telgraf olan 41 resmi belgeye, esas karar ve karar gerekçesine, neden şöyle bir göz atma gereği duymamışlardır? Hiç olmazsa, daha sonraları Parlamento başkanlığı da yapmış, İstanbul Üniversitesi Hukuk Profesörü C. Arif’in başkanlığındaki savunma avukatlarının itirazlarını tezlerine dayanak yapabilirlerdi!
Yapamazlardı çünkü, Avukatlar, iddianamede belirtilen Ermeni katliamına dair suçların adi suçlar olmadığını, hükümet tarafından çıkarılan ve irade ile onaylanan Tehcir Yasası’nın uygulanması çerçevesinde gerçekleştiğini ileri sürmüşlerdi ki, bu, Ermeni Soykırımının planlanmış, devlet eliyle yürütülmüş, merkezi bir soykırım olduğunun başka bir ifadesi olmaktaydı.
Yukarıda adları anılan Şehit Nusret ile Kahraman Kemal, 1919 yılında 17 idamla sonuçlanan “Divanı Harb” mahkemelerinde hesap veren ve idam cezaları yerine getirilen üç sanıktan ikisiydi sadece. (İdam cezası yerine getirilen üçüncü kişi Erzincan Jandarma komutanı Hayran Baba lakaplı Hafız Abdullah Avni’ydi.) Daha Cumhuriyet ilan edilmeden ikisi de şehitlik ve kahramanlık mertebesine yükseltilmişlerdi.
Boğazlayan (daha sonra Yozgat) Kaymakamı Kemal, Divanı Harb yargılamalarının ilki olan ve “Yozgat Davası” olarak bilinen yargılamanın esas sanığıydı ve 8 Nisan 1919 günü Ermeni katliamı nedeniyle idama mahkum edildi.
5. Şubatta başlayan ve toplam 17 duruşmadan oluşan Yozgat Davası’nın 22. Şubat 1919’daki 9. oturumunda Tehcirin “katliamla” eş anlamda kullanıldığını kanıtlayan 12 telgraf okundu.
“Bunların hepsi yalandır“ dedi Kemal Bey mahkemedeki sorgusunda, “Reis Pasa, ben bunların ne dedikleri Keller köyüne gittim, ne de oradan geçtim… Burada vuku bulduğu söylenen cinayetlerden de haberim yoktur. Hele parmaktan çıkmayan yüzüğü almak için kol kesmek!… Esasen hiçbirini ispat edemezler… Fakat benim haberim olmadan bir şey olmuşsa bilemem… İlk defa burada, mahkeme huzurunda bu şikayetlerle karşılaşıyorum.“
Reis Paşanın, Kahraman Kemal’e özel bir garezi yoktu ama, Osmanlı kaynaklarına göre 33.133 Ermeni’nin yaşadığı Yozgat’taki Ermenilerin hemen tümünün imha edilmesinden yörenin yetkilisinin hiç haberdar olmadığına da aklı basmamıştı. Bu kadar da değil: Yozgat kararı, bugün bile Ermeni soykırımını “sabotaj yapan ve isyana kalkışan Ermenilere Karşı bir misilleme” olarak savunan Türk tezi savunucularının gözde argümanını da reddetmişti.
“Bu koşullar davalıların itham edildikleri suçları işlemesini haklı çıkarmaz. Ayrıca, Ermeni halkının sadece önemsiz bir bölümü bu tür eylemlere kalkışmıştır; çoğunluğu sadakatlerini gösterdiler.” (Takvim-i Vekai, no 3617, 7 Ağustos 1919, akt. H.V. Dadrian, Ulusal ve Uluslararası Hukuk Sorunu Olarak Jenosit, s.97)
Sonuç ta Yozgat- Boğazlayan civarındaki Ermeni katliamından sorumlu tutulan Kahraman Kemal idama mahkum edildi. “A. Alper Gazigiray’ın “Ermeni Terörünün kaynakları” başlıklı kitabında yazdığına göre, idam sehpasına çıkmadan evvel, “Sevgili Vatandaşlarım! Ben bir Türk memuruyum, Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir…” (s.533) şeklinde konuşma yaptı. Böylece, asıl suçluların yukarılarda aranması gerektiği ifade eden ve daha sonra Ankara Hükümeti tarafından, itibarı iade edilen Kahraman Kemal, istemeden de olsa tarihe önemli bir not düşmüş oldu.
C-      ANA DAVA
Yıllar sonra anılarında, Diyarbakır Valisi Dr. Reşit ile ilgili anılarını da yazacak olan M.Şükrü (Bleda), yargılamaların kendilerine kadar uzanacağını hissetmiş olmalıydı ki, 8 Nisan 1919 tarihli Yozgat kararını ”Türk ulusun mahkum edilmesi” olarak niteledi. (M.Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, s.124, 1979 baskısı.)
M. Şükrü Bleda, İttihat ve Terakki merkez komite genel sekreteriydi. Yedi Cemiyet yöneticisinin (Enver, Talat, Cemal, Dr. Bahaaddin, Dr. Nazım, Trabzon Valisi Azmi ve Bedri Beyler) kaçtığı gece son anda Talat Paşa’nın isteği üzerine Türkiye’de kalmıştı. Kaçaklar daha savaş gemisiyle Sivastopol’e (daha sonra da Berlin’e) varmadan, Bir Milletvekili (Fuat) Sait Halim ve Talat paşa kabinelerinin Divani Ali’de yargılanmaları için parlamentoda soruşturma önergesi verdi. Soruşturma önergesindeki on ayrı suçlamanın ikisi Ermeni Katliamı ile ilgiliydi. Üyeleri kura çekilerek kurulan Meclisi Mebusan Beşinci Şube Tahkikat Komisyonunun çalışmaları bazı sonuçlara ulaştı.
Komisyon 12 Aralık 1918’e kadar on beş bakan ve iki şeyhülislamın sorguya çekildiği 14 celse düzenledi. İtiraflarda bulunanlar oldu. Mesela Adalet Bakanı İbrahim Bey, Ereni Tehciri için çok sayıda adi suçlunun hapishanelerden salıverildiğini, vahşetten kollektif olarak Bakanlar Kurulunun ve kendisinin sorumlu olduğunu kabul etti. Aşırılıkların ise ”hükümetin bilgisi dışında” geliştiğini ileri sürdü. Bir milletvekili ”Hükümet işitmemiş ne demek, bir gün değil, bir buçuk sene devam etti.” şeklinde itiraz edince de, suçu askeriyenin üzerine yıktı.
Adalet Bakanı’nın, sorgusu sırasında pek çok soruyu ”bizim haberimiz yoktu”, şeklinde yanıtlaması ifadesi üzerine, Sabah Gazetesi’nde Adalet Bakanı’na açık bir mektup yayınladı:
“Her sabah Talat’ın evine, o çete başından o iğrenç emirleri almak için damlamadınız mı? İttihat Partisinin karargahında alınan kararların bir sonucu olarak, masum Ermenileri yerlisi olduğu kasaba ve köylerin civarında baltalarla öldürebilsinler diyen gaddar katilleri İstanbul’un merkez hapishanesinden salıvermediniz mi? Vilayetlerdeki hapishanelere benzer salıvermeler için emir vermediniz mi? Genel amaç en kana susamış katilleri seçmek ve onları çete kadrolarına kaydetmek değil miydi? Ayrıca seçilmiş mahkumların arzuladığınız vahşet ölçüsünde cinayet işlemeye uygun olup olamadıklarını belirlemek için bir hekimi görevlendirmediniz mi?”(Sabah, 21 Kasım 1919, age. S.59)
Ahmet Refik, İki Komite İki Kıtâl’da yazdıkları da aynı yöndedir: “…İttihatçılar Ermenileri imha etmek ve bu suretle Vilayeti Sitte meselesini de ortadan kaldırmak istediler…. Harbin başlangıcında, Anadolu’ya İstanbul’dan birçok çeteler gönderilmişti. Bu çeteler hapishanelerden çıkarılan katillerden ve hırsızlardan mürekkepti. Bunlar Harbiye Nezareti meydanında bir hafta eğitim gördüler.” (S. 157, Temel yay.)
Komisyon, birçok belgeyi güvence altın aldı. Bir kısmı Ermeni katliamlarıyla ilgili gizli emir ve talimatlardan oluşan belgeler İttihat ve Terakki Yöneticilerine karşı 27 Nisan 1919’da başlayan Divanı harb yargılamalarının en önemli delilleri oldular.
İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticilerine karşı açılan dava iddianamesi Müdefai Vatan Cemiyetinin (Osmanlı Çıkarlarının savunma Birliği), “ülkenin” yargılanacağı ve hüküm giyeceği “tarihsel bir doküman” olarak niteledi. Trabzon, Yozgat, Harput (Toplam on yedi dava, ayrıca açılıp da karar aşamasına gelmeyen 7 dava) gibi ikinci dereceden davalardan farklı olarak iddianame de 41 belgeden alıntı yapılıyordu. Bu belgelerin çoğunluğunu Dahiliye Nazırlığı ile, III ve IV. Ordu komutanlığı, V. Kolordu ve XV. Tümen Komutanlığı, Teşkilat-ı Mahsusa müdürlüğü, Ankara Vilayeti, İstanbul Merkez Komutanlığından başka bir çok vali ve kaymakam ile yapılan yazışmalar ve şifreli telgraflar oluşturuyordu.
İddianamede ‘Ermenilerin katli ve imhasının İttihat ve Terakki Merkez Komitesi’nin aldığı kararların bir sonucu olduğu” belirtiliyor, “derin ve kapsamlı müzakereden” sonra bir plan dahilinde “sözlü ve gizli emir ve talimatlarla yürütüldüğü, şifreli olarak gönderilen bu emirlere her defasında “okunduktan sonra yok edilmesi” notunun düşüldüğü, belirtiliyordu.
İddianame, bugün de öne sürülen “askeri gereklilik” ve “sadakatsizlik gösteren cemaatın cezalandırılması” şeklindeki gerekçelere karşı çıktı. Bu gerekçelerin ermeni katliamları için bir bahane olduğunu, belirli bir olay ve yöre ile sınırlı kalmadığını, kapsamlı ve merkezi imha planının, çözülmemiş sorunları nihai olarak çözme amacını taşıdığını belirtti. “Tehcir”in “Ermenilerin imhasını” amaçladığını kanıtlayan şifreli telgraflardan birinde Teşkilat-ı Mahsusa Şefi Dr. Bahaaddin Şakir, Harput Bölgesi sorumlu sekreterine “Oradan sevk edilen Ermeniler tasfiye olunuyor mu?… Yoksa sadece sevk ve izammi olunuyor. Vazihen bildiriniz.” talimatına da yer veriliyordu. (Takvim-i Vekai, 3772, 10 Şubat 1919, age.)
Sonuç olarak iddianame, bugünkü Türkiye tezinin argümanlarının tümünü reddederek, “tehcir”in katliam bahanesi ve katliamı gizleyen bir maske olduğunu ve saptanmış bu gerçeğin “iki kere ikinin dört etmesi kadar açık” olduğunu belitti.
Toplam 14 duruşmanın yapıldığı davada mahkeme, 5 Temmuz 1919’da sonuçlandı. Bakanlar, özellikle iki nedenden Türkiye’yi Birinci Dünya Savaşı’na sokmak ve Ermeni soykırımını gerçekleştirmekten suçlu bulundular.
Enver, Talat, Cemal Paşa, Dr. Nazım, 45. Maddenin 1. Paragrafına göre gıyaplarında ölüme mahkum edildiler. (Dr. Bahaaddin Şakir de Harput Davası’nda ölüme mahkum edildi.) Diğer bakanlar Kurulu üyeleri on beşer yıl küreye mahkum edildiler.
İdama mahkum edilenlerden Talat (15 Mart 1921-Berlin), Dr. Bahaaddin Şakir ve Trabzon valisi Azmi (17 Nisan 1922-Berlin), Cemal (21 Temmuz 1922-Tiflis) ve on beş yıl küreye mahkum edilen Sait Halim (6 Aralık 1921-Roma) “intikamcı” Ermeniler tarafından öldürüldüler. Enver paşa, Pamir’de Bolşeviklere karşı savaşırken öldü.
Doğal olarak Divanı Harp kararları Atatürk’ün ve Türklüğün amaçlarıyla çelişiyordu. Rum halkının kökünü büyük ölçüde kazıdıktan ve Anadolu büyük ölçüde homojenleştirildikten sonra, nihayet 31 Mart 1923’de Divanı Harb tarafından yargılananlar için genel af çıkarıldı.
Sonra katiller adım adım şehitlik mertebesine yükseltildiler (Dr. Nazım hariç. O, Atatürk’e suikast iddiasıyla 1926 yılında asıldı). Salamon Teliryan tarafından öldürülen Talat Paşa’nın kemikleri Hitler tarafından ikinci dünya yıllarında Türkiye’ye gönderildi. Milli Şef’in katıldığı devlet töreniyle defnedildi. Doksanlı yıllarda da Enver Paşa’nın naaşı Hürriyet ve Ebediye Tepesinde toprağa verildi.
Ve bizler, oğullar ve torunlar, buğday başaklı Anadolumuzda, ayçiçekli Trakyamızda, Ulusal Kurtuluş savaşının aslında “Ermenilere ve Rumlara karşı yapıldığını” göremiyoruz (Taner Akçam/ M.Dabag). “Vatandaş Türkçe konuş!” gibi ulvi bir görevden geri duranlar için, kahraman ordumuzu, kahraman polisimizi, gün görmüş hapishanelerimizi, asırlık yasalarımızı devreye sokuyoruz. Yüzyılın başında kana buladığımız topraklarda şimdi Kürtleri nefessiz bırakmak için elimizden geleni yapıyoruz.
Ne mutlu bize, bir devletimiz var bizim.
Bir de utançlarımız!
Doğan Akhanlı
ERMENİ SOYKIRIMI YARGI ÖNÜNDE – 2
TALAT PAŞA DURUŞMASI
2 VE 3 HAZİRAN 1921-BERLİN
A- TARİHİN SANIK SANDALYESİ
Eşinin sonradan anlattığına göre, Berlin-Charlottenburg’da Hardenberger sokağındaki 4 numaralı evde ikamet eden Talat Paşa 15 Mart 1921 günü çok tedirgindi. O salı sabahı saat 11’e doğru sigara ve çorap almak için evinden çıktı. Bir kaç kez geri dönüp evine baktı.Hardenberger sokağı boyunca yürümeye başladı. Kaldırım değiştirdi ve 17 numaralı evin önüne vardığında bir el omuzuna dokunarak “Talat, Talat!” diye seslendi. Başını çevirdiği anda, çelimsiz bir genç “parabellum” marka silahın tetiğine bastı. Berlin’de sahte bir kimlikle mülteci yaşamı sürdüren sabık Osmanlı Sadrazamını Talat Paşa son nefesini verirken ve belki de yıllardan beri sarf ettiği ”Ben yatağımda ölmeyeceğim” cümlesinin acı bir şekilde doğrulandığını aklından geçirirken, onu vuran Salamon Teliryan adlı Ermeni öğrenci silahını yere atıp olay yerinden kaçmaya başladı. Olayı görenler tarafından yakalandığında, garip bir cümle sarf etti: ”Ben de yabancıyım, vurduğum adam da. Almanların ziyanı yok bu işte!”
Sonra onu polise götürdüler.
Bir kaç ay sonra, 2 Haziran 1921 günü Talat Paşa’yı vuran Salamon Teliryan 1870 tarihli Alman Ceza yasasının 221 maddesine göre taammüden adam öldürmek suçundan mahkeme önüne çıkarıldı.
“Ermeni Soykırımı Yargı Önünde” (Der Völkermord an die Armeniern vor Gericht)
başlığıyla, yayınlanan Talat Paşa Duruşması (Der Prozess Talaat Pasa) tutanaklarımda
okuduklarımla, yıllar önce televizyonda yayınlanan Talat Paşa’yla ilgili film arasında bir benzerlik bulamadım. Fikret Hakan, Haluk Kurdoğlu, gibi çocukluğumun saygı değer oyuncularının rol aldığı filminde, Salamon Teliryan keyif için adam öldüren bir caniydi ve şeker mi şeker, Talat Paşa‘yı durduk yerde öldürmüştü. Mahkeme tutanaklarıyla, TRT tarafından yayınlanan propaganda filmi arasındaki tek ortak nokta, bütün cinayet davalarında olduğu gibi bir kurban ve bir suçlunun olmasıydı. Üstelik suçlu yukarıda da belirttiğimiz gibi suçunu gizleme yoluna gitmemişti. Hatta, Yargıç Dr. Lehmberg’in, “Talat Paşa’yı öldürmek istediniz mi?” (Haben Sie denn den Talaat Pascha töten wollen.) şeklindeki sorusuna şu cevabı vermişti: “Soruyu anlamıyorum. Öldürdüğümü söyledim ya!”
“Pişman mısınız?” sorusunu da sanık, “Hayır,” diye yanıtladı, “bir insan öldürdüm, ama katil değilim.”
Sanık pişman değildi ama, sanığın yaşadıkları, tanıklar, uzman tanıklar dinlendikçe davanın rengi de değişmeye başladı. Tarih sanık sandalyesinden Salamon Teliryan’ı kaldırıp, Osmanlı sadrazamı, İttihat ve Terakki’nin güçlü adamı Sadrazam Talat paşa’yı oturttu.
Peki kimdi bu Türk kaynaklarının genellikle “İranlı bir Ermeni” diye tanıtmaya özen
gösterdikleri Salamon Teliryan ve Talat Paşa ile ne alıp veremediği vardı?
Mahkeme tutanaklarına göre, 2 Nisan 1897’de Pakariş’de doğan Salamon, 4 yaşına ayak bastığında, tüccar olan babası Erzincan’a göç etti. O zamanlar Erzincan 20 bin civarında Ermeni’nin, 25-30 bin civarında Türk’ün yaşadığı bir şehirdi. Teliryan ailesi Erzincan’da 15 yıl boyunca sıkıntısız bir hayat sürdü. Salamon’un iki ağabeyi, evli ve bir çocuklu ablası, biri 15, diğeri 16 yaşında iki kız kardeşi vardı. Birinci Dünya savaşı başladığında ortanca ağabeyi askere alındı. Erzincan’ın güneyine düşen Harput’ta ”vatani görevini” icra eden kardeş şehitlik mertebesine filan yükselemeden 1915 yılında izinli olarak eve döndü.
Yıl 1915’di. Salamon Teliryan 18 yaşına girmişti. Salamon o günlerde Sarıkamış’ta 90 bin askeri kırdırtan, Enver Paşa’nın, askeri tükenmiş üçüncü orduya bir komutan atayarak İstanbul’a döndüğünü bilmiyordu. Sarıkamış bozgununun, Enver-Cemal.-Talat üçlüsünün ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Turan hayallerini alt üstü ettiğinden, Sarıkamış şoku atlatılamadan Müttefiklerin Çanakkale’ye
asker çıkardıklarından, Çanakkale’de korkunç bir boğazlaşma yaşandığından, hayallerinin kabusa dönüştüğünden, hatta karargahın İstanbul’dan Eskişehir’e veya Konya’ya kaydırılması hazırlıklarına başlandığından da haberi yoktu.
İstanbul’da hareketli günler yaşanıyordu. Bir yıl önce, tam da Almanlar ittifak yapıldığı gün, (2 Ağustos 1914) akşamı kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’nın (Şimdiki Özel Harp Dairesi’nin büyük babası!)önemli üyeleri İstanbul’a çağrılıyor, Harbiye Nazırlığında gizemli toplantılar yapılıyordu. (Ayrıntılı bilgi ve resmi belgeler için bakınız: Taner Akçam, Armenien und der Völkermord, Hamburger Edition, 1996/ İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, İmge Yayınları, 1999)
Toplantıya katılanlara bakılırsa Osmanlı dünyada eşi benzeri görülmemiş bir komployla karşı karşıyaydı. Uçları Moskova’dan, Paris’ten, Londra’dan uzanan komplo, İstanbul’da düğümleniyordu. Düğümü atan, komployu çekip çevirenler mevzubahis kişilerdi malum milletti, Hınçaklar ve Taşnaklardı. Vatan tehlikedeyken, kahraman Türk askerleri, Müslüman Osmanlılar, Sarıkamışlarda, Yemenlerde, Çanakkale’de kanlarını dökerlerken, bu hainler, kışkırtıcı beyannameler neşretmekteydiler.
Bu mevzubahis kişiler, bu melun ve malum millet, İngilizlerden faydalanarak silahlanmaya, bu maksatla silah mağazaları açmaya karar vermişlerdi de, Cemiyet, durumun zamanında farkına vararak silah ithalini yasaklamıştı. Buna mukabil, Kayseri ve Adapazarı’nda, Hüdevendigar vilayetinde, Diyaribekir’de pek çok Mavzer, Manlıher, Schayder tüfekleri, bomba ve bomba yapımında kullanılan malzemeler, gaz tenekeleriyle barut, Fransızca, Rusça şifreler ve bir çok evrak-ı muhabere, kiliselerde, mekteplerde asker firarileri ele geçirilmişti. Senelerden beri mekteplerde küçük çocuklara varıncaya kadar beyinleri yıkayarak hükümet emirlerine saygı ve itaati yıkan Papazlar, özellikle Müslümanlarla iyi geçinmeyi ortadan kaldırmışlardı.
Patrikhane tarafından bütün papazlara, piskoposlara gönderilen kışkırtıcı genelge ele
geçirilmişse de, ilişikte olması gereken talimatname elde edilememiş olup, gizli arama ve tahkikat sürdürülmekteydi. Bu kışkırtıcı genelge ve talimatlar neticesinde ve de Rusların ilerlemesini fırsat bilerek, daha evvel defalarca ayaklanana Zeytun Asileri, Tekke manastırında iştima ederek, üzerlerine gönderilen müfreze ile müsademe edip komutanı ve jandarmalarımızı şehit etmişler; bir kısmı ele geçirilmişse de, bir kısmı geceden faydalanarak kaçmışlar, dağlara dağılmışlardı ki, bunun büyük bir felaket olduğu Müslüman vatandaşlarımız tarafından bilinmekteydi. Bu hainler bununla da kalmamışlar, Van’ın Tımar nahiyesinde isyan etmişler,kuşatıldıklarında da teslim olacaklarına saldırıya geçmiş, bir takım binaları bombalamış,birliklerimiz geri çekilmek zorunda kalmış ve isyan, Gevaş, Şıtak kazalarına da sirayet etmişti. Adana Dörtyol’da, İskenderun civarında, düşman donanmaları tarafından casusluk
etmek şimendiferi tahrip eylemek üzere sahile çıkarılıp ellerindeki talimatname ile derdestedilenler yine bu malum millete mensuplardı. (Ayrıntılı bilgi için Mete Tuncay, İttihat veTehcir, Afa yayınları, İttihat ve Terakki Kongresi tutanağı)
1895-96 yılında 200 binden fazla (rakamlar çeşitli, 100 bin diyen de var, 300 bin diyen de!) Ermeni’yi Hamidiye Alaylarına kırdıran Sultan Hamit’in başaramadığını başarmak, meseleyi parça parça değil, kökten çözmek gerekiyordu. O köklü çözüm bulundu: Tehcir!Hatırlanmasından korkulan ve üstü örtülmeye çalışılan “tehcir” olgusunun arkasında, Dr. Lepsius’un ifadesiyle, ( ve de İstanbul Dıvanı Harb mahkemelerinin kanıtladığı gibi) daha önce benzeri görülmemiş devlet eliyle örgütlenen planlı bir soykırım yatmaktadır. (Bak: Duruşma tutanağı- Uzman tanık Dr. Johannes Lepsius’un ifadesi) Talat Paşa Duruşmasına tanık olarak çağrılan 62 yaşındaki Protestan Papazı Prof. Dr.Lepsius’un mahkemede verdiği ifadeye göre Türkiye’de 1.850 000 Ermeni vardı. Ermeni nüfusun büyük kesimi de Turan’a giden yol üzerinde yaşıyordu. Gerçi Taşnaksuyun yıllar önce legalleşmişti; hatta, savaş başladığında Osmanlı Ermenilerinin, Osmanlı vatanı için savaşacaklarını da açıklamışlardı. Dahası Meclis-i Mebusan’da 16 Ermeni milletvekili vardı
ve bunlardan Vartakes ve Zohrap Efendiler İttihat ve Terakki Cemiyetini destekliyorlardı. Ancak “bizim Ermeniler”, sınırın öte tarafında yaşayan “diğer Ermenileri” Rusları arkadan vurmaları için kışkırtmaya yanaşmıyorlardı.
Soykırım, aynı anlama gelmek üzere tehcir kararının ne zaman alındığına dair çeşitli tarihlerverilmektedir. Bu konuda en ayrıntılı ve titiz incelemelerden birisi olan Taner Akçam’ın ”Armenien und der Völkermord”(*) adlı kitabında kararın Mart ayı içinde, Dr. Bahaaddin Şakir’in 13 Mart’ta İstanbul’a dönmesinden sonra alındığı belirtilmektedir. Ancak bunun birönemi yoktur.
Bütün eserlerde, hatta Kamuran Gürün’ün Ermeni Dosyası’da bile (S. 277) Tehcirin sözlü emirle çoktan başlatıldığı bir biçimde açığa vurulmaktadır. Tehcir ile ilgili resmi karar 27Mayıs 1915’de alındı, 1 Haziran 1915’te, resmi gazete Takvim-i Vekai’de yayınlandı
(Ayrıntılar için: “Armenien und Völkermord, Taner Akçam; Jenosid, V.N. Dadrian;
Y.Ternon, Ermeni Tabusu, Belge yay.; “İttihat Terakki ve Kürtler, Naci Kutlay, Beybün yay.)
Ermenilerin soykırım günü olarak andıkları 24 Nisanda, aralarında Talat Paşa duruşması tanıklarından olan Patrik Kirikoris Balakyan’ında bulunduğu 235 Ermeni aydını İstanbul’da tutuklandı. Tutukluların sayısı Mayısta 2345 yükselecek, çoğu meydanlarda asılıp, neredeyse tamamı tehcir sırasında öldürüleceklerdi.
Sonra Anadolu’nun tüm yollarında, dağ geçitlerinde eğri kılıçlar, süngüler, baltalar, filintalar kan kusacaktı. Boğazlananların kanları, suyla karışıp sokaklara taşacak, kan damlayan dilleriyle cesetler arasında koşan kudurmuş köpekleri, kedileri, tanrını evine sığınıp da, tanrının korumadığı ateşe verilmiş kiliseleri, evleri, dükkanları, başsız, kolsuz, bacaksız vücutları, derisi yüzülmüş soğukta tüten cesetleri önüne katarak, denizlere, göllere ve okyanuslara su taşıyan nehirlere, gül kokan Fırat’a sümbül tüten Aras’a, reyhan akan Karasu’ya dökecekti. Al yağmurlar başlayacaktı sonra. Çeşmeler, çaylar, dereler, tarlalar, çayırlar, dağlar, denizler kızıla kesecekti.
Ve bir yıl sonra- yani bir halkın kökü tümden kazındıktan sonra- Talat Paşa, Alman
Büyükelçisinin sorusunu, “La question armenienne n’existe plus.” (Ermeni sorunu yoktur!) diye yanıtlayacaktı.
B- BİR ÖLÜNÜN KANLI GÖLGESİ
Tehcir, Talat Paşa Davası sanığı Salamon Teliryan’ı ve ailesini 1915 yılının haziran ayında yakaladı.”Hadi gidiyorsunuz!” emri geldi. Nereye sorusunun cevabı ise yoktu. Harbiye nazırlığında Mart ayındaki toplantılara katılanlar dışında bu sorunun cevabını bilen de yoktu. Aylar sonrada yürüyüşe devam edenler de sorunun cevabını öğrenemediler. Çünkü sürgünün hedefi yoktu.
“Hiçe sürgün” edildiklerini bilmeyen Salamonlar çok yürümek zorunda kalmadılar. Daha Erzincan’dan çıkmışlardı ki önce yağma başladı, sonra kıyım.
2 Haziran 1921 günkü duruşmadaki ifadesine göre, başına bir darbe yiyen Salamon Teliryan kendine geldiğinde ağabeyinin ölüsünü üzerinde bulmuştu. Başı baltayla parçalanmış ağabeyinin bütün kanı üzerine akmıştı. Yol cesetlerle doluydu. Cesetler arasında tüfekle mi, sopayla mı, yoksa bir kılıç darbesiyle mi, öldürüldüğünü bilmediği annesi de vardı. 15 ve 16yaşlarındaki iki kız kardeşi kıyım başlamadan önce jandarmalar tarafından çalılıklara götürülmüş, annesi, “gözlerim kör olsaydı da bu günleri görmeseydim, diye haykırmıştı. Tecavüz edilen kız kardeşleri muhtemelen öldürülmüştü. Kafilenin ön taraflarında yürüyen babasının ve diğer ağabeyinin, kucağında bebeği ile yürüyen ablasının akıbetlerini bilmiyordu.
Sonrası uzun hikayeydi. Yaşlı bir Kürt kadını onu saklamıştı. Yaraları iyileştikten sonra, Kürt giysilerine bürünmüş, Biri Harput’taki katliamdan kurtulan iki Ermeni genci ile birlikte, gündüzleri saklanarak, geceleri yol alarak, ot ve bitki kökleriyle karınlarını doyurarak sürekli doğuya yürümüşlerdi. Yolda Harput katliamından kurtulanı zehirlenerek ölmüştü. Sonunda batıya doğru ilerleyişini sürdüren Rus ordusuyla karşılaştıktan sonra, önce İran’a sonra da Tiflis’e geçmişti. Salamon Teliryan’ın Tiflis’e vardığı sıralarda, yani 1915 yılı Eylülü’nde, Geçiçi Müsadere ve
Kamulaştırma Kanunu kabul edilmiş ve tehcir edilenlerin mallarına da resmen el
konulmuştu. 1915 Eylülü’nde Meclis-i Mebusan’da ki tartışmada on bir maddeden ibaret Geçiçi Müsadere ve kamulaştırma Kanunu’na tek bir kişi Senatör Ahmet Rıza karşı çıkmıştı. “Sözü edilen malları enval-i metruke olarak göstermek, kanunsuzluktur” diyordu Senatör Rıza, “Çünkü bu envalin sahipleri mallarını isteyerek terk etmemişler, onlar yerlerinden zorla, cebir ile çıkartılmıştır. Hükümet onların mallarını memurları vasıtasıyla sattırıyor… Bu bir zulümdür. Beni kolumdan tut, köyümden dışarı at, malımı ve mülkümü de sonra sat; bu hiç bir vakit de caiz değildir. Bunu ne Osmanlının vicdanı kabul eder, ne de kanun.” Ahmet Rıza eleştirmekle kalmamış, “Sefalet ve çaresizlik içinde Anadolu yollarında ve dağlarında dolaşan yüzlerce ve binlerce kadın, çocuk ve yaşlının eski yerlerine dönmelerine, ya da kış gelmeden istedikleri yere yerleşmelerine izin verilmesini” de teklif etmişti. Enver Paşa, “Edepsiz köpek” diye yerinden fırlayarak Ahmet Rıza’nın üstüne yürümüştü. (Ayrıntılar için:
Vahakn N. Dadrian, Ulusal ve Uluslarası Hukuk sorunu olarak Jenosid, Belge yay.)
Sonra yıllar geçmiş, Osmanlılar savaşı kaybetmiş, 1918 yılı Kasım’ında, bir milyondan fazla insana “ezilmiş sinek muamelesi yapan” İttihat ve Terakki Hükümeti’nin üç paşası ve önemli şahsiyetlerinin bir bölümü kimine göre destroyer, kimine göre de U-67 numaralı deniz altıyla, kimine göre Odesse’ya, kimine göre Sivastopol yakınlarındaki Evpatorya’ya kaçmışlar, oradan da Berlin’e geçmişlerdi. Daha önce Cemiyete övgüler yağdıran, Üç Paşayı Tanrıyla bir tutan matbuatlar, kasım ayının puslu bir cuma gecesi, arkalarında kemik yığınları ve al topraklar bırakan paşalara ateş püskürüyorlardı. Artık onlar için Paşa hitabı kullanılmıyordu.
Bazıları bey, bazıları, efendi diye niteliyordu. Yazılanlara göre, kaçış kararı Enver Bey’in Kuruçeşmedeki yalısında alınmıştı. Bir yaşındaki kızına meme verirken, ikinci kızına da gebe olan ve yalının duvarlarını hırsla döven dalgaları seyreden Naciye Sultan göz yaşı dökerken; bütün unvanlarını bırakmak zorunda kalmış olan sabık Harbiye Nazırı Enver, Ermeni katliamında büyük rol oynayan Teşkilat-i Mahsusa’ya yani bir şef atamakla meşguldü. Sonra diğerleri, Talat, Cemal, Dr. Bahaaddin, Dr. Nazım’dan ve Azmi’de çıka gelmişler; sabık Sadrazam Talat Paşa da, köşkün alt katındaki şöminede, bir çanta dolusu evrakı yakmayı ihmal etmemişti. Daha sonra da Cemiyet’in kasasında kalan 462 kuruş, bir kaç yıl sonra kurulacak olan yeni cumhuriyetin temellerini atacak olan Karakol teşkilatı reisine (Hani Mustafa Kemal’in Nuh kod adıyla faaliyet sürüdrdüğü teşkilat) devredilmişti.
Efsanevi Kırk bin altın ise söylentiye göre Talat, Enver, Cemal arasında pay edilmişti.
Yağmur başladığında, kaçmaya hazırlanan Cemiyet sekreteri Mithat Şükrü (Bleda) Bey, Talat’ın tavsiyesine uyarak, onları Alman savaş gemisine götürecek olan motora binmemişti.
Alman Savaş gemisi boğazı terk ederken, geride kemik yığınlarından dağlar bırakarak
kaçmakta olan sabık Sadrazam Talat paşa: “Bizim siyasi ömrümüz artık şimdilik sona
ermiştir,” demişti. “Milletin kin ve gazabı yüzümüze dönmüştür. Bizim için en kısa en
münasip yol, Avrupa’ya giden yoldur. Avrupa’ya gidecek, fırsat bekleyeceğiz.” (Ayrıntılar
için: S.Süreyya Aydemir, Enver Paşam Remzi Kitapevi; Teyfik Çavdar, Talat paşa, Dost Kitapevi) Sürgün edilenlerin evlerine dönebileceklerini haber aldıktan sonra Salamon Türkiye’ye döndü ama, evin yerinde yeller esiyordu. Sonra Selanik, Paris, Zürich derken, yolu sonunda Berlin’de Talat Paşa ile çakışmıştı.
Salarman Teliryan’ı Talat Paşa’yı vurması için kim teşvik etmişti, mahkemede bu durum açıklığa kavuşmadı.
Mehkemedeki ifadesine göre, Salamon’un sara nöbetleri sıklaşmaya, cesedi tehcir yolunda çürümüş annesinin ruhu ziyaretlerini artmaya başlamıştı. Annesi olur olmaz zamanlarda rüyasına giriyor, “Oğlum katil burada, Berlin’de, kanımızı yerde bırakırsan sütüm haram olsun sana.” gibi sözler ediyordu. Sonunda o da, Talat Paşa’nın ikamet ettiği 4 numaralı evin tam karşısına düşen 37 numaralı eve, Bayan Dittman’ın evine taşınmıştı. Salamon, 15 Mart salı sabahı, odasında volta atarken, evinin balkonunda gördüğü Talat Paşa’nın, yani ailesinin ölümüne neden olan adamın kapıdan çıktığını görmüş, Annesinin sözlerini hatırlamıştı. Silahını kaptığı gibi sokağa fırlamıştı.
Yargıç (Dr.Lehmberg): Sokağa çıktığınızda, Talat Paşa öteki kaldırımda mı yürüyordu?
5 of 7 3/9/2011 7:08 PM
Sanık (Salamon Teliryan): Evet. Hayvanat bahçesine (Zoologischen Garten) doğru.
Yargıç: Sonra Hardenberg sokağı üzerinde ona yaklaştınız?
Sanık: Diğer kaldırımdan koşarak onu geçip karşı kaldırımda ona doğru yürümeye başladım.
Yargıç: Onunla konuştunuz mu?
Sanık: Hayır konuşmadım, yanından geçtikten sonra onu öldürdüm.
Pek çok tanığın dinlendiği ve iki gün boyunca süren duruşma sonunda Talat Paşayı açıkça öldürdüğünü söyleyen Salamon Teliryan, beraat etti. Mahkemeyi yakından izleyen, sıhhiye subayı olarak Türkiye’de bulunmuş olan ve tehcir sırasında 8 bin fotoğraf çeken, yazar Armin T. Wegner “Adil Bir Karar” başlıklı yazısında şu yorumu yaptı: “…Türk devlet adamının Ermeni halkının yok edilmesindeki suçtan payına düşeni hayatıyla ödemesi haksız bir yargı gibi görünmekle beraber, yol açtığı felaket öyle korkunç ki; katilin, bütün benzer olaylarda olduğu gibi kınamamız gereken suçu, bir halkın umutsuzluktan kurtulma çabası olarak algılanmıştır. Öldürülen bakanın (Talat Paşa’nın-D.A.) kara çarşafı, kalkık peçesiyle adliye koridorlarında hayalet gibi dolaşan karısı için de, en az kocasının felakete sürüklediği yüz binlerce kadın kadar üzüntü duymaktayız. Ne var ki halklardan da üstün olan tarihin iradesi, Talat’ın idamını, kendi kurbanlarından biri aracılığı ile infaz ederek yerine getirmiştir.” (Die Vebrechen der Stunde- Die Verbrechen der Ewigkeit) Salamon Teliryan beraat etti. Çünkü o, “çekirge sürüsü gibi” yok edilmiş bir halkın kan bulaşmış bir gölgesiydi sadece. (*)’İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu’ başlığı altında Türkçe yayınlandı, İmge Yayınları Ek bilgiler/Notlar:Doğan Akhanlı
İnsan hakları Savunucusu. Köln’de, ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı faaliyet yürüten
„Öffentlichkeit gegen Gewalt / Şiddete karşı Kamuoyu“ adlı kuruluşta çalışıyor.Türkiye’nin yakın tarihini ele aldığı “Denizi Beklerken” ve “Gelincik Tarlası” adlı romanları Belge Yayınevi tarafından yayınlandı. Ermeni Soykırımını anlattığı
‘KIYAMET GÜNÜ
YARGIÇLARI’ adlı üçüncü romanı Kasım 1999 yılında yayınlandı.
Dizide Kullanılan Kaynaklar:Ulusal ve Uluslarası Hukuk Sorunu olarak Jenosid, Vahakn N. Dadrıan, Belge Yayınları
İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu, Taner Akçam, İmge Yayınları
Ermeni Tabusu, Yves Ternon, Belge Yayınları
Türk Ulusal Kimliğı ve Ermeni Sorunu, Taner Akçam, İletişim Yayınları
Kafkas Yollarında/ İki Komite İki Kıtal, Ahmet Refık, Temel Yayınları
Enver Pasa, S.S. Aydemir, Remzi Kitapevi
Talat Pasa, Teyvik Çandar, Dost Kitapevi
“Der Völkermord an den Armeniern vor Gericht/ Der Prozeß Talaat Pasa” /Talat Paşa
Duruşması, Tessa Hofmann im Auftrag der Gesellschaft für bedrohte Völker, 1980
Der Verbrechen der Stunde- Der Verbrechen der Ewigkeit- Armin T. Wegner, BuntbuchVerlag, Hamburg
İttihat-Terakki ve Kürtler, Naci Kutlay, Beybun YayınlarıCihat ve Tehcir, Mete Tuncay, Afa Yayınları
Ermeni Dosyası, Kamuran Gürün, Bilgi Yayınevi.
Excerpted from Ermeni Soykırımı Yargı Önünde -2 – DEMOKRAT HABER
http://www.demokrathaber.net/ermeni-soykirimi-yargi-onunde–2-makale,552.html
READABILITY — An Arc90 Laboratory Experiment http://lab.arc90.com/experiments/readability

 

Yorumlar kapatıldı.