İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

MÜSLÜMAN OLMAYAN AZINLIKLAR RAPORU 2011

Amaç

Bu raporun amacı, Avrupa Birliğine girmeye ve çağdaş demokratik bir anayasa yapmaya hazırlanan ülkemizde yaşayan azınlıkların sorunlarını, insan ve azınlık haklarına uygun çözüm yollarını toplumun dikkatine sunmaktır.

Önsöz
Çok kültürlü, çok hukuklu, çok kavimli Osmanlı İmparatorluğu, tek hukuklu, tek kültürlü ve homojen bir halk özlemindeki ulus devlete dönüşünce, doğal olarak özellikle Müslüman olmayan azınlıklar için yine zor günler başladı. Ulus devlet yapısı gereği öncelikle homojen bir toplum hedefliyordu. Homojen bir toplum için de ya azınlıkları asimile etmek ve susturmak ya da ülkeden ayrılmalarını sağlamak amaçlı politikaların gizli, açık uygulanması gerekiyordu. Bu politikaların büyük ölçüde başarılı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıkları uzun süre potansiyel iç düşman ve yabancı olarak görüldü, bu düşünce Sevr korkusuyla birleşerek ciddi bir paranoya haline geldi. O kadar ki günümüzde bile hiçbir yasal engel olmamasına rağmen azınlık mensubu bir polis ya da bir muvazzaf subay görmek mümkün değildir. Sonuçta, 1934 Trakya olayları, Varlık vergisi ve 6/7 Eylül olayları gibi uygulamalar, sadece azınlıkların varlıklarını yok etmekle kalmadı, azınlıkların burjuvasını yok ederek kültürel birikime de büyük zarar verdi. Kısacası bu olaylar söz yerindeyse bir yandan varlık, diğer yandan da ciddi bir kültür kırımı oldu. Uygulanan politikalar o kadar başarılı oldu ki 1927 Nüfus sayımında Türkiye’de toplam nüfusun %2,5’u civarında ve 350-360.000 kişi olan Müslüman olmayan toplulukların nüfusu -kesin olmamakla birlikte- %01’ler seviyesine ve yine yaklaşık olarak 80-90.000 kişiye düştü. Toplam nüfus yaklaşık 6 kat artarken azınlık nüfusu %75 azaldı. Azınlıkların nüfus artış hızının Müslümanlara göre daha az olması, bu durumu açıklamaya yetmez. Varlık vergisi, 6/7 Eylül olayları, vatandaş Türkçe konuş kampanyaları, 20 kura askerlik, Kıbrıs olayları, 1967 Arap İsrail savaşı ve Asala olayları yüzünden azınlıklara yönelik baskılar nedeniyle nüfusun büyük bölümü başka ülkelere göçmek zorunda kaldı.
21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, AB’ye girmeye aday Türkiye’de bir paradigma ve bir zihniyet değişikliğinden söz etmek için erken sayılsa da bu konuda ciddi belirtiler olduğunu söyleyebiliriz. Vakıflar Kanunda yapılan değişiklikler yetersiz olmakla birlikte en azından azınlık vakıflarının varlıklarına el konulmasını engellemiş, bazı el konulan varlıkların iadesini sağlamıştır. Ahtamar Surp Haç Ermeni Kilisesinin ve Sümela Manastırının onarılması gibi gelişmeleri de unutmamak gerekir. Azınlık okullarına ders kitaplarının devletçe bedelsiz verilmesi de önemli bir gelişme sayılabilir. Diğer yandan Cumhuriyet tarihi boyunca tarih kitaplarında azınlıklara karşı kin ve nefret doğuran, düşmanlığı tahrik eden ifadelerin kaldırılması yolunda girişimler bilinmektedir. Bakanlıkların ve resmi bazı kurumların sitelerindeki benzer ifadelerle ilgili bir çalışma var mı, bilmiyoruz. Ancak Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Başbakan azınlıkların haklarının korunması amaçlı bir genelge yayımladı. Türkiye’nin hem AB adayı bir devlet hem de çağdaş hukuk devleti olmak yolundaki çabaları göz önüne alınınca çağdaş azınlık hakları normlarına da uyması beklenebilir.
Dünyada Azınlık Haklarının Genel Durumu
1989’da Sovyet Birliği ve ona bağlı Varşova paktı ülkelerinde sistem çökünce, bu devletlerin şiddetle karşı çıktığı 1920’li yıllardan sonra unutulan azınlık hakları tekrar gündeme geldi. Çağdaş gelişmelerle birlikte Dünya globalleşirken, bir çelişki gibi görünse de, çağdaş insan ve azınlık haklarındaki gelişmelerden kaynaklanan nedenlerle çok kültürlülük ve etnik kültürlerin korunması öne çıktı. İnsanlık, kaybolan binden fazla dil ve kültürden arta kalanları korumayı görev edindi.
1990’lara kadar İnsan Hakları içinde görülen azınlık hakları ayrı sözleşmeler olarak düzenlenmeye başlandı. Soğuk Savaş’ın bitmesinin ardından BM Genel Kurulu 1993 yılında “Ulusal, Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Ait Bireylerin Hakları Bildirisi’ni” kabul etti. Avrupa, 1992 yılında “Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dillerini Koruma Antlaşması’nı” ve 1995 yılında “Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi’ni” kabul etti.
Türkiye, Lozan Ve Uluslar arası sözleşmeler
Cumhuriyetin Kurucu antlaşması olan Lozan, Türkiye’nin Müslüman olmayan azınlıklarıyla ilgili en önemli belgedir. Ancak Cumhuriyet hükümetleri tarafından 1920’li yılların koşullarına uygun olarak, hep milliyetçi bakışla yorumlandı ve azınlıklarla ilgili maddeleri anayasa hükmünde olmasına rağmen tam olarak uygulanmadı.
Lozan Antlaşmasının 41. Maddesinin son fıkrasında yer alan hüküm ise son otuz yılda hiç uygulanmadı. “Gayrimüslim azınlıklara mensup Türk vatandaşlarının önemli oranda bulundukları il ve ilçelerde, söz konusu azınlıklara devlet bütçesi, belediye ya da diğer bütçelerce, eğitim, din ya da hayır için ayrılan tutarlardan, muhakkak bir pay verilecektir. Sözü geçen tutar ilgili kurumların yetkili temsilcilerine ödenecektir.”
Bu madde hükmünün -elde kesin belgeler olmamasına rağmen- 1974 yılına kadar kısmen uygulandığı belirtiliyor. Özellikle 1950’li yıllarda sadece okullar için Devlet bütçesinden ayrılan payların okul yönetimlerine ödendiği biliniyor. 1960 sonrası tamamen sembolik olarak yapılan bu ödemeler, 1974 yılından sonra tamamen kaldırılmıştır. Bu madde hükmünün tam olarak uygulanmaması nedeniyle azınlık kurumları, okullar, kiliseler ciddi bütçe sıkıntıları yaşadı ve yaşıyor.
Bu maddenin uygulanması için, Diyanet işlerine ayrılan bütçeden, kilise ve din adamı sayısına göre uygun bir pay ayrılarak Patrikliklere ve Hahambaşılığa verilebilir. Aynı şekilde Eğitim bütçesinden okul ve öğrenci sayısına göre ayrılacak hakkaniyete uygun bir pay ilgili okullara aktarılmak üzere Patrikliklere ve Hahambaşılığa teslim edilebilir.
Lozan Antlaşmasının 42. Maddesinin ilk fıkrası(1) , hiçbir şekilde hukukiliği ve adilliği savunulamayacak şekilde, Patriklerin ve Hahambaşılığın kabulüyle yürürlükten kaldırıldı. Uluslararası bir antlaşmanın azınlıkların dini liderlerinin beyanıyla değiştirilemeyeceği açıktır.
Yine Lozan Antlaşmasının 42. Maddesinin son fıkrası da tam olarak uygulanmadığı için pek çok sorun yaşanmaktadır. “Türk Hükümeti sözü geçen azınlıklara ait kiliselere, havralara, mezarlıklara ve diğer dini kurumlara her türlü korumayı sağlamayı taahhüt eder. Ayni azınlıkların hali hazırda Türkiye’de bulunan vakıflarına dini ve hayır kurumlarına her türlü kolaylık sağlanacak ve izin verilecektir. Ve Türk Hükümeti yeni dini kurum ve hayır kurumu kurulması için, bu nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış gerekli kolaylıklardan, hiç birini esirgemeyecektir.”
Bu hükme rağmen azınlıkların örgütlenmesine izin verilmedi, azınlıkların tüzel kişiliği ve sözü geçen en önemli kurum olan Patrikliklerin ve Hahambaşılığın tüzel kişiliği tanınmadı. Önce Sivil Meclis, sonra merkezi mütevellilik kaldırıldı, sivil danışma meclisine bile izin verilmedi. Hem Belediyeler hem de Mezarlıkların Korunması Hakkında Kanunda bu konuda belediyelere görev verildiği halde Anadolu’da pek çok azınlık mezarlığı perişan durumdadır.
BM Sözleşmeleri
Türkiye, BM “Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşmesinin” azınlıklarla ilgili 27. Maddesine ve “Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinin”, azınlıkları da kapsayan eğitim hakkı ile ilgili 13. Maddesine koyduğu çekinceyi hala kaldırmadı.

Avrupa
“Avrupa Bölgesel Diller ve Azınlık Dillerini Koruma Anlaşması” ve “Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi” henüz imzalanmadı.

Avrupa Birliği, 1999 yılında Türkiye’yi aday ülke statüsüne aldı. 2002 ve izleyen yıllarda çıkarılan uyum yasaları ile önemli iyileşmeler yapıldı.
Azınlıklara karşı kin ve nefret uyandıran yayınlar
Özellikle tarih kitaplarından azınlıklara karşı kin ve nefret uyandıran ve düşmanlığı tahrik eden bölümlerin tamamen çıkarılması halen mümkün olmadı. Diğer taraftan bazı Bakanlıklara ve TTK benzeri resmi kurumlara ait internet sitelerindeki azınlıklara karşı kin ve nefret uyandıran ve düşmanlığı tahrik eden bölümlerin kaldırılmasına ilişkin herhangi bir çalışmadan söz edilmemektedir. Konuyla hiç ilgisi olmayan Ankara Ticaret Odası gibi bazı kurumların aynı türden yayınları konusunda da herhangi bir işlem yapılmadı.
Azınlıkların Din Adamı ve Öğretmen Yetiştirme güçlüğü
Vakıflar Kanunu azınlıklara ait bütün kilise, okul ve hastaneleri bağımsız vakıflar haline getirmiştir. Merkezi bir koordinasyonu, planlaması ve denetimi olmayan vakıfların azınlıkların, eğitim, din adamı ve öğretmen yetiştirme, okul kitaplarını hazırlama gibi ortak sorunlarını çözmeye yetmeyeceği açıktır.
Azınlıkların Tüzel Kişiliği
Azınlıkların en önemli ve hayati sorunu, azınlıkların ve dini liderliklerin tüzel kişiliğinin tanınmaması ve örgütlenmeye izin verilmemesidir.
Geçen yıl Heybeliada yetimhanesinin Fener Rum Patrikliği adına tapuya tescil edilmesi ile patrikliğin de facto var olan tüzel kişiliği, hukuken de onaylanmıştır. Ancak bu konuda ciddi mevzuat boşluğu olduğu da açıktır. Azınlıkların tüzel kişiliği konusunda ise herhangi bir gelişme görülmemektedir.
Azınlıkların tüzel kişiliğinin tanımasında amaç, merkezi bir koordinasyon, planlama ve denetim ile toplumun varlıklarının korunması, kurumların kaderinin sadece bağımsız vakıf yönetimlerinin iyi niyetine terk edilmemesi, kaynak israfının önlenmesi, bunların amaçlara uygun ve doğru kullanılmasının sağlanmasıdır. Patriklik ve Hahambaşılık merkezli tüzel kişilikler sadece dini, sosyal, kültürel ve mali faaliyetlerde bulunur hiçbir şekilde ticari ve siyasi faaliyette bulunamazlar. Tüzel kişilik atanmış ve/veya seçilmiş kişilerce, bağlı kurumlar (kiliseler ve okullar) ise seçilmiş sivillerce yönetilir. Azınlıkların tüzel kişiliğinin tanınması sonucunda ortaya çıkacak merkezi bir koordinasyon ve denetim sistemi, kurumların, Devlet ve Vakıflar Genel Müdürlüğünce denetilmesine engel olmayacağı gibi bu denetimin daha da kolay yapılmasını sağlayacaktır. Bilindiği gibi Almanya’nın yakın zamanda, diğer dini toplulukların yanında Müslümanların da tüzel kişiliğini tanıması beklenmektedir. Dini toplulukların tüzel kişiliğinin tanınması konusunda Almanya çağdaş bir örnektir.
BM, Ulusal veya Etnik, Dinsel veya Dilsel Azınlıkların Korunmasına dair Bildiri’nin 2. Maddesinin 4. Fıkrasına göre “ Azınlıklara mensup olan kişiler kendi örgütlerini kurma ve sürdürme hakkına sahiptir.”
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına göre bir grubun ortak bir çıkar çevresinde birlikte hareket etmek amacı ile tüzel kişilik kazanmasının engellenmesi toplanma özgürlüğünün ihlalidir. Dinsel cemaatlerin tüzel kişilik kazanmasının önlenmesi ise, toplanma özgürlüğü yanında din özgürlüğünün de ihlaline yol açar.
Konuyla ilgili Venedik Komisyonu görüşü de bu yöndedir. Avrupa Konseyi Venedik Komisyonu, 12-13 Mart tarihinde yaptığı 82. Genel Kurulunda Türkiye azınlıklarıyla ilgili görüşlerini açıklayan bir rapor yayımladı. Raporda, Türkiye’nin, Gayrimüslim azınlıklara tüzel kişilik tanımamasını, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin, din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan 9. maddesi ile örgütlenme özgürlüğü hakkını kapsayan 11. Maddesine aykırı buldu.
Türkiye AB İlerleme Raporlarında da azınlıklara tüzel kişilik verilmesi istenmektedir.
Azınlık Okulları
Yabancı dilde eğitim yapan yabancı okullarda Türkçe bilmeyen okul müdürlerine yardımcı olmak amacıyla ihdas edilen müdür başyardımcılığı statüsü, sonradan azınlıklara karşı güvensizlik duyulan dönemlerde azınlık okulları için de uygulanmıştır. Daha önemlisi başlangıçta bu müdür başyardımcılarının muhakkak Türk etnik kökeninden olması gerekmekteydi. Bu gün açıkça etnik köken aranmamakla birlikte fiilen müdür başyardımcılarının tümü Türk etnik kökenlidir. Devletin kendi vatandaşına güvensizliği izlenimini veren bu statü kaldırılmalıdır. Kaldırılamıyorsa müdür başyardımcıları bütün öğretmenler arasından müdürün ve yönetim kurulunun önerisi ile -etnik kökenine, verdiği derslere bakılmaksızın- seçilmeli ve Valilikçe atanmalıdır.
Azınlık okullarına öğrenci alımında, kimlik belgelerinde kişilerin etnik kökeni belirtilmediğinden ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Daha önce bu konuda açık bir hüküm olmadığı halde, ilk olarak 1985 yılında Özel Öğretim Kurumları yönetmeliğinde “Bu okullarda sadece kendi azınlıklarına mensup T.C. uyruklu öğrenciler okuyabilir” hükmü yer aldı. Bu hüküm, 2006 yılında 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları yasasıyla ilk kez yasa haline geldi. 1985 yılında eklenen bu hüküm nedeniyle azınlık okullarına aynı etnik kökenden olan öğrenciler alınabilmektedir. Bütün Hıristiyan grupların kimlik belgesinde sadece Hıristiyan yazmaktadır. Bu durumda öğrencinin hangi azınlık grubuna mensup olduğunu araştırmak gerekmektedir. AB standartlarına göre din bölümünün tamamen kaldırılması halinde daha büyük sorunlar çıkacaktır. Bu durumda okullara alınacak öğrencinin kimliğinin belirlenmesinde öğrencinin kimliğinde Hıristiyan yazması yeterli olmalıdır. Eğer din bölümü boş ise bu durumda kiliselerden alınacak vaftiz belgesinin yeterli olması gerekir. Yahudi azınlık için de benzer uygulama yapılabilir. Okullara alınacak öğrencilerin belirlenmesinde tek yetkili okul yönetimi olmalı, Kayıt Büroları kaldırılmalıdır. Azınlık okullarına alınacak öğrencilerin, T.C. vatandaşı olması şartı insan ve azınlık haklarına aykırı olduğundan kaldırılmalıdır. Bilindiği gibi Cumhuriyetin kuruluşundan 1964 yılına kadar azınlık okullarında vatandaşlık şartı aranmamıştır(2) .
Azınlıklar ve Pozitif Haklar
Anayasanın 10. Maddesinde yapılan son değişiklikle eklenen pozitif hakların eşitlik ilkesine aykırı olmayacağı hükmüne maalesef azınlıklar eklenmemiştir. Her ne kadar Lozan Antlaşmasının ilgili maddeleri varsa da azınlıklara verilecek yeni pozitif hakların eşitlik ilkesine aykırı olmayacağı hükmü anayasada yer almalıdır.
Din Dersi
Azınlık okullarında din dersi azınlıklara mensup din adamları tarafından verilmelidir. 1970’li yıllara kadar, azınlık okullarında din dersleri azınlıklara mensup din adamları tarafından veriliyordu. Bilindiği gibi azınlıkların din dersi verecek öğretmen yetiştirecekleri okulları yoktur. Bu nedenle azınlık okullarında din derslerinin patrikliğe bağlı din adamları tarafından verilmesine izin verilmelidir.
Vakıflar Kanunu
Vakıflar Kanunuyla, halen cemaat vakıflarının tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile Yargıtay Genel Kurulunun 1974 tarihli haksız kararına dayanılarak vakıfların elinden alınarak Hazine veya Genel Müdürlük ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar vakıflara iade edilmektedir. Ancak cemaat vakıflarından alınarak, üçüncü şahıslara satılan ya da Vakıflar ve Hazine dışında devlet kurumlarına verilen cemaat gayrimenkulleri ile cemaat vakıflarından alınarak satıcılarına, bağışçılarına, vasiyetçilerine ve onların mirasçılarına iade edilen ya da mazbut vakıflar arasına alınan vakıfların taşınmazları için her hangi bir tazminat ödenmemiştir. Bu gayrimenkuller eğer iade edilemiyorsa, en azından bu günkü vergi değeri kadar bir tazminat ödenmesi hakkaniyete uygun olacaktır. Vakıflar ve hazine elinde bulunan gayrimenkullerin iadesi yoluna gidilip diğer bölümünün görmezden gelinmesi hukuki bir uygulama olmaz.
Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kurulu
İller İdaresi Genel Müdürlüğünün sitesinde kurul şöyle tanıtılıyor (3) “Başbakanlığın 07.11.1962 tarih ve 28-4869 sayılı talimatıyla kurulan ‘Azınlık Tali Komisyonu’nun adı günün değişen ve gelişen şartlarına paralel olarak, Başbakanlığın 05.01.2004 tarih ve 3530 sayılı yazısı ile ‘Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kurulu’ olarak değiştirilmiştir. Kurulun koordinatörlüğü İçişleri Bakanlığına verilmiş olup; Bakanlık Makamının 27.02.2004 tarih ve 286 sayılı onayı ile Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kurulunun sekretarya görevi İller İdaresi Genel Müdürlüğüne verilmiştir. Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kurulu; İller İdaresi Genel Müdürünün Başkanlığında, Vakıflar Genel Müdürlüğünün bağlı bulunduğu Devlet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı temsilcilerinden oluşmaktadır.
Dini farklılıklar esas alınarak, Lozan antlaşması ve ikili antlaşmalarla ülkemiz tabiiyetinde kalmaları kabul edilen Ermeni, Rum, Yahudi ve Bulgar asıllı gayrimüslim vatandaşlarımızın başta Lozan antlaşması olmak üzere, uluslararası sözleşmelerden doğan haklarının korunması ve bu yöndeki taleplerinin değerlendirilmesi görevi Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kuruluna verilmiştir. Söz konusu kurul ülkemizde yaşayan azınlıklar ile ilgili çalışmalarını, iç hukukumuz ve ulusal politikalar çerçevesinde değerlendirerek karar almak, alınan kararların uygulanmasını takip etmekle görevlidir.”
Gizli kararname ile kurulduğu için yıllarca varlığı bilinen ama resmen açıklanmayan Azınlık Tali Komisyonu’nun yerini açıkça görev tanımı yapılan ‘Azınlık Sorunlarını Değerlendirme Kurulu’ almıştır. Bu kurulda MİT ve Genel Kurmay temsilcisi gibi tali komisyonda bulunan bazı temsilcilerin bulunmamasının da demokratik olarak olumlu bir gelişme olduğu açıktır. Azınlık Tali Komisyonundan farklı olmakla birlikte her iki kurulda da azınlık mensubu toplulukların birer temsilcisinin bulunmaması büyük bir eksikliktir. Azınlıkların en önemli sorunları konusunda karar verme ve alınan kararların uygulanmasını takip etmekle görevli bir kurulda azınlıkların temsili demokratik bir hak olarak görülmelidir. Kurulda azınlıkların temsili hem bilgi alma hem de karar verme aşamasında gerekli olduğu gibi yararlı olacağı da açıktır. Sonuç olarak, Azınlık Sorunları Değerlendirme Kurulunda her azınlık grubundan seçilmiş bir temsilcinin bulunması gerekir.
2010 Türkiye İlerleme Raporu (4)
Bilindiği gibi Aralık 1997 tarihli Lüksemburg zirvesi sonuç bildirgesini takiben, Komisyon, Konsey’e ve Parlamento’ya düzenli olarak rapor sunmaktadır. 2010 AB İlerleme Raporunda yer verilen konular sonuç bölümünde değerlendirilmiştir:
“Sonuç olarak, Türkiye’nin azınlıklara yaklaşımı kısıtlayıcı kalmaktadır. Avrupa standartlarıyla uyumlu şekilde, dil, kültür ve temel haklara, tam olarak saygı gösterilmesi ve bu hakların korunması henüz tam olarak sağlanmamıştır. Türkiye, azınlıklara ilişkin olarak hoşgörünün geliştirilmesi ve azınlıkların topluma dâhil edilmesi hususlarında daha çok çaba göstermelidir. Ayrımcılıkla mücadele konusundaki AB müktesebatının iç hukuka aktarılmasına ilişkin ilerleme kaydedilmemiştir. Türk mevzuatında doğrudan ve dolaylı ayrımcılığın tanımı yoktur. Irk veya etnik köken, din veya inanç, engellilik, yaş ve cinsel yönelim temelindeki ayrımcılıkla ilgili AB müktesebatı iç hukuka aktarılmamıştır.”
Sonuç olarak, çağdaş ve demokratik bir anayasa yapılırken yukarıda sözü geçen konuların dikkate alınmasının yararlı ve gerekli olduğunu düşünüyoruz.
Son Söz:
Bu rapor sadece imzalayanların düşüncelerini yansıtmakta ve bütün azınlıkları ya da azınlıklardan birini temsil etmek iddiasını taşımamaktadır.
Son
Not:
(1) Madde 42.- Türk Hükümeti, Müslüman olmayan azınlıkların aile durumlarıyla (statüleriyle, aile hukukuyla) kişisel durumları (statüleri, kişi halleri) konularında, bu sorunların adi geçen azınlığın görenek ve geleneklerine göre çözülmesine elverecek tedbirleri almayı kabul eder. Bu tedbirler, Türk Hükümeti ile ilgili azınlıklardan her birinin eşit sayıda temsilcilerden kurulu bir özel komisyonlarca düzenlenecektir. Anlaşmazlık çıkarsa Türk Hükümeti ile Milletler Cemiyeti Avrupa hukukçuları arasından birlikte seçecekleri bir hakemi, üst hakem olarak atayacaklardır.
(2) http://hyetert.blogspot.com/2011/02/lozan-aznlk-okullar-ve-ruhban-okulu.html#more
(4)http://www.abgs.gov.tr/files/AB_Iliskileri/AdaylikSureci/IlerlemeRaporlari/turkiye_ilerleme_rap_2010.pdf
Kirkor Döşemeciyan- Kirkor.Dosemeciyan@gmail.com
Yervant Özuzun -yervanto@gmail.com
Murat Bebiroğlu – murat.bebir@gmail.com
Şubat 2011

Yorumlar kapatıldı.