İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Vatandaş olmak için kimliği inkâr/ Garip Turunç

Önümüzdeki ‘seçim süreci’nde yurttaşlık kavramının tartışılarak tümüyle hukuksal bir yapıya kavuşması lazım. Anayasa’mızın 66. maddesi şöyle demekte: “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” İlk bakışta gayet eşitlikçi bir yaklaşımdır bu. Vatandaşlar arasında ayrım yapmayan, herkese aynı imkânı veren, dahası kimliği vatandaşlık bağıyla irtibatlı kılan bir anlayış. Ne var ki; bu tür eşitlikçilik demokrat bir zihniyeti değil, otoriter bir anlayışı ima etmekte. Çünkü vatandaşlar arasında var gözüken eşitlik, devlet tahakkümünü besleyecek biçimde tanımlanmakla kalmıyor, vatandaşı da devletin kimliğine mahkûm ediyor.…Günümüzde ise hukuktan olası tüm kimliksel farklılıkları kuşatacak bir vatandaşlık tanımı üretmesi beklenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları kendilerini Türk, Kürt, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum vs. olarak tanımlayabilmeli. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası da, İspanya’da olduğu gibi, “Türkiye’de yaşayan bütün halkların kültürlerini, kurumlarını, dillerini, geleneklerini tanır ve korur” diyebilen bir ibareyi sahiplenmeli.
Prof. Dr. Garip Turunç Bordeaux IV Üniversitesi. Öğretim Üyesi

Milliyetçilik, Osmanlı İmparatorluğu’na nüfuz ettiğinde kendisine çok uygun bir zemin bulmuştu. Çünkü uygulanmakta olan ‘millet’ sistemi, dinsel farklılığa sahip her cemaati kendi içinde özerk kılmış, dışa kapalı tutulabilen ve böylece korunan kamusal alanlar yaratmıştı.
Mezhepsel farklılığın aynı zamanda bir ırka tekabül ettiği durumlarda milliyetçilik doğal olarak hızla benimsendi. İmparatorluğun en büyük azınlık cemaatleri olan Rumlar ve Ermeniler, milliyetçiliği modernleşmenin temel parçası olarak benimsemekte tereddüt etmediler. Cemaatler hiyerarşisinin en tepesinde yer almakta olan Osmanlı Müslümanları ise Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türk milliyetçiliği arasında uzun süre kararsız kaldılar. Türk milliyetçiliği adım adım egemen ideoloji haline gelirken, bunu savunan Kemalist hareket de o dönemin Fransız entelektüelleri arasında rağbette olan bilimselci pozitivizmin etkisi altında kalarak Müslümanları ‘Türk’ ilan edip Cumhuriyet’in halkını otoriter ve pozitivist bir yorumla ‘laik’ vatandaşlar haline getirdi.
Böylece, hayali bir milletten yola çıkarak önce devlet tanımlandı. Devlet de toplumu, içini kendi belirlediği ‘milli kimlik’ üzerinden ‘yeniden’ milletleştirdi. Otoriter zihniyeti temel alarak devletin laikliği tanımladığı, bunu topluma empoze ettiği, vatandaşlığı söz konusu laiklik temelinde inşa ettiği ve kamusal alanı da bu vatandaşa göre oluşturduğu bir düzen yaratıldı. Oysa modern Batı dünyasına göre böyle bir laiklik ancak 19. yüzyılda ve sadece bazı ülkelerde görülmüş arkaik bir olgu.
Nitekim bunun Batılı modernlikten farklı olduğu ilk günden beri açıktı. Bu durum ‘bizim bize özgü’ olmamızla gerekçelendirildi. Böylece Türkiye ‘çağdaş’ oldu, ulus-devleti kutsadı, ama ‘modern’ olamadı. Ortaya çıkan, sadece modern demokrasilerin nominalist bir izdüşümüydü. Yüzeyde her şey olması gerektiği gibiydi ama, gerçekte hem toplum hem de devlet bürokrasisi, otoriter zihniyetin hegemonyası altındaydı. Bu ikircikli durumu devam ettirebilmek, resmî ideolojinin kutsallaştırılmasını gerektirdi. Batı’nın bizi sürekli olarak bölmeye çalıştığı, içimizde sayısız hainlerin bulunduğu ve bütün bunlara karşı tek çarenin Kemalizm olduğu aşılanmaya çalışıldı.
Tarihsel olarak kısa bir zaman aralığında yaşanan bu savrulma, Türkiye’deki Müslümanları derinden etkiledi. Müslümanlığın Türkleşmesi ile Batı karşısında özgüven kazanan dindarlar, Cumhuriyet’le birlikte kimliklerini devlete teslim etmek zorunda kaldı. Bu insanlar, ortak kimlikli bir ‘ulus’ olmanın bedelini devletin hegemonyasına mahkûm olarak ve kaçınılmaz biçimde devletin ayrımcı siyasetine ortak olmak zorunda kalarak ödediler. “Türk” olmayan her “unsur” da bir tehdit olarak görüldü Cumhuriyet tarafından.
Bunun için ise eğitim sistemimiz, ayırımcı bir programlamayla en önemli araç olarak kullanıldı. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yer alan “Türk Milli Eğitimi’nin genel amaçları” arasında ilk sırada şu ölçüt zikredilir: “Türk milletinin bütün fertlerini (…) Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasa’da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı (…) yurttaşlar olarak yetiştirmek…”
Allah’ın her günü çocuklarımızın akıllarını iğdiş edercesine beyinlerine çaktığımız Andımız: “Türk’üm, doğruyum, çalışkanım. İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. Ey büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim. Varlığım, Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türk’üm diyene!”
YURTTAŞLIK KAVRAMI KUŞATICI OLMALI
Seksen yıldan beri, peş peşe gelen kuşaklar, ardı ardına hayat sahnesinden geçen milyonlarca insan, bu ülkeyi “tek cümlelik” bir ülke olmaktan kurtaramadı. Hâlâ bu ülkede tek bir cümle yüzünden insanlarımız tehdit ediliyor, gelecekleri yok edilebiliyor. Birkaç yıl önce on üç yaşındaki bir çocuk Güneydoğu illerimizden birindeki bir okulda “Ne mutlu Türk’üm diyene” yerine “Ne mutlu Kürt’üm diyene” dediği için okul müdürü tarafından sopayla dayak tehdidinde bulunularak savcılığa verilmişti. On üç yaşındaki bir öğrencinin bir cümle için savcılığa verildiği bir ülkede aklı başında bir insan “Türk’üm” ya da “Kürt’üm” dediği için mutlu olabilir mi sizce? Ankara’daki yöneticilerin geliştirdiği “korkular” yıllar içinde öylesine şiddetli fobilere dönüştü ki; sonunda geleceğimizi emanet edeceğimiz öğretmenlerimiz, hukukçularımız da hastalandı.
Bir kişiye referans veren tek Anayasa’ya sahibiz. ‘Başlangıç’ında sözü edilen “ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı” ve ikinci maddede değiştirilemez niteliğinde yer alan “Atatürk milliyetçiliği” vurgulanmakta. Çağdaş, demokratik anayasalarda böyle bir başlangıç asla yoktur. Atatürk’ün saygınlığını, büyüklüğünü ve dehâsını bir kenara koyarsak, “milliyetçilik” kelimesinin başına “Atatürk” kelimesini getirmiş olmakla milliyetçiliğe anayasal bir statü ve saygıdeğer bir ideoloji niteliği kazandırmazsınız. İster başına “Atatürk” koyun ister koymayın milliyetçilik bir siyasi ideolojidir; bir anayasanın herhangi bir biçimde milliyetçi bir ideoloji ile kendini tanımlaması da özellikle çağdaş, demokratik hukuk devleti anlayışı ile bağdaşmıyor. Diğer ülkelerle kıyaslandığı zaman, bizde hep milliyetçilik vurgusu anayasal prensip olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, Anayasa’mızın tümüne hâkim olan milliyetçi zihniyetin tasfiye edilmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Önümüzdeki ‘seçim süreci’nde yurttaşlık kavramının tartışılarak tümüyle hukuksal bir yapıya kavuşması lazım. Anayasa’mızın 66. maddesi şöyle demekte: “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” İlk bakışta gayet eşitlikçi bir yaklaşımdır bu. Vatandaşlar arasında ayrım yapmayan, herkese aynı imkânı veren, dahası kimliği vatandaşlık bağıyla irtibatlı kılan bir anlayış. Ne var ki; bu tür eşitlikçilik demokrat bir zihniyeti değil, otoriter bir anlayışı ima etmekte. Çünkü vatandaşlar arasında var gözüken eşitlik, devlet tahakkümünü besleyecek biçimde tanımlanmakla kalmıyor, vatandaşı da devletin kimliğine mahkûm ediyor. Anayasa kimin Türk olduğunu tanımlamak üzere onu devletle ilintili kılarken, devleti de ‘Türk devleti’ olarak adlandırmakta beis görmüyor. Oysa eğer Türklük vatandaşların kimliğini betimleyen bir nitelik ise devletin ontolojik olarak nasıl olup da daha önceden Türk olabildiği açık bir soru olarak karşımızda. Bunun anlamı hiçbir vatandaşı olmasa bile bu devletin ‘Türk devleti’ olduğu, yani belirgin bir kültürel kimliği sahiplendiğidir. Sonuçta ‘Türk devleti’ ibaresi ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ deyiminden farklı olarak, devletin kimliğini vatandaşların ortak iradesine değil, açık bir biçimde etnisiteye oturtmakta ve bireyde henüz oluşmamış bir etnisitenin devlette olabileceğini varsaymakta. Dolayısıyla da Türklük bireylere ait bir kimlikten ziyade, devletin kendisine ve emri altındaki makbul toplumsal kesimlere biçtiği bir gömlektir.
TÜRK OLMADAN ORTADA TÜRK DEVLETİ VARDI
İşin aslı, yukarıda da değinildiği gibi, bu durum zaten tarihsel olarak da yaşanmış gerçekliğe tekabül etmekte. Cumhuriyet’le birlikte Türklüğü önce üstlenen ve bunu topluma benimsetmek üzere gayret gösteren devletti. Diğer bir deyişle vatandaşlar, henüz Türk olmadan ortada bir Türk devleti vardı. Bundan sonrası otoriter zihniyetin ürettiği tahakkümcü bir yapının toplumu Türklük üzerinden vatandaşlaştırması sürecidir. Kısacası Türkiye’de insanlar vatandaşlık yoluyla Türk olmadılar, Türklüğü içselleştirdikleri oranda vatandaş sayıldılar.
Günümüzdeki Kürt, Alevî meselelerinin arka planı, vatandaş olma uğruna kendi kimliklerinden feragat eden insanların hikâyelerinden ve bunun ürettiği ortak bilinçaltından beslenmekte. Maalesef Anayasa’ya madde koyarak insanlara kimlik vermek mümkün değil. Günümüzde ise hukuktan olası tüm kimliksel farklılıkları kuşatacak bir vatandaşlık tanımı üretmesi beklenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları kendilerini Türk, Kürt, Çerkez, Arap, Ermeni, Rum vs. olarak tanımlayabilmeli. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası da, İspanya’da olduğu gibi, “Türkiye’de yaşayan bütün halkların kültürlerini, kurumlarını, dillerini, geleneklerini tanır ve korur” diyebilen bir ibareyi sahiplenmeli. Akdamar veya Sümela’nın açılmasına köpürmek yerine, Osmanlı yüzyılları boyunca zaten hep ibadete açık olan bu kutsal mekânların asli amacına çevrilmesine sevinebilmeliyiz. Çoğulculuk, hoşgörü ve yeniliğe kucak açma bunu gerektirir ve bunlar olmadan demokratik toplum olmaz.
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1086316&title=yorum-garip-turunc-vatandas-olmak-icin-kimligi-ink%C3%A2r

Yorumlar kapatıldı.