İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Bir zamanlar ASALA ve PKK

TARİH DEFTERİ 17.10.2010
Ayşe Hür
Bir zamanlar ASALA ve PKK 

“Hükümetin ‘Kürt Açılımı’ ne yazık ki ilerlemiyor. Anadilde eğitim hakkı, yerel yönetimlerin özerkleştirilmesi gibi talepler görmezden gelinirken, ‘terör örgütüyle ilişki kurmakla’ suçlanan bini aşkın seçilmiş Kürt yöneticisi ancak on ay sonra mahkemeye çıkarılıyor. Bir yandan PKK’nın sınır dışına çıkarılması için gizli görüşmeler yaparken bir yandan sınır ötesi operasyonlar için Meclis’ten yetki alınıyor. Bu ve benzeri tavırlar, seçilmiş yöneticilerimizin hâlâ Kürt Meselesi’nin özünü kavrayamadıklarını düşündürüyor. Aslında buna şaşmamak lazım çünkü bu topraklarda sadece sıradan insanlar değil, ülkenin elitleri de ‘resmî tarihin tornasından’ geçtiler. Bu hafta, resmi tarihin beyinlerimize çaktığı bir başka önyargının arka planına bakmaya çalışacağım.

Santa Barbara olayı

27 Ocak 1973 günü, Türkiye’den ABD’ye göç etmiş Gürgen Yanıkyan isimli yaşlı bir Ermeni halı tüccarı, Santa Barbara şehrindeki Baltimore Oteli’nde yemeğe davet ettiği Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve yardımcısı Bahadır Demir’i tabanca ile vurduğunda olay hem ABD’de hem Türkiye’de büyük yankı yapmıştı.

İddialara göre Yanıkyan cinayetten sonra otelin müdür ve garsonlarına “Ailemden 26 kişiyi Türkler ve Ruslar öldürdü onların intikamını aldım” demiş, suikasttan önce California Courier gazetesine gönderdiği 118 sayfalık mektubunda “sizler bu mektubu okuduğunuzda ben yeni bir savaş biçimi icat etmiş ve uygulamış olacağım. Önden gidiyorum, Ermeniler peşimden gelsin. Ermenileri uzun uykularından uyandırmanın ve Türklerle onların anlayacağı dille konuşmanın vakti geldi. Türk hükümeti ile hiçbir millet ilişki kurmamalı ve onların temsilcileri yok edilmeli, artık dönmek yok” diye yazmıştı.

Radikallere ilham verdi

Cinayet bireysel bir intikam olayıydı ama olayın ABD ve Avrupa gazetelerinde uzun uzun ele alınması Lübnan’daki radikal Ermenilere ilham verdi. Bunun için uygun zemin vardı. O yıllarda, dünyanın dört bir yanında sömürgeciliğin çözülmesiyle birlikte ulusal bağımsızlık savaşları boy vermişti. 1967’de İsrail’le Arap ülkeleri arasında yaşanan Yedi Gün Savaşları dolayısıyla giderek gerginleşen siyasi ortamda, İsrail’in askerî müdahalelerde bulunduğu Lübnan’da yaşayan Ermeni gençleri, doğal olarak Filistinlilerle yakınlaştılar. Bilindiği gibi o tarihte FKÖ’ye bağlı El Fetih adlı silahlı birlikler, Hıristiyan-Arap George Habbaş’a bağlı olarak, uçak kaçırmaktan, rehin almaya kadar pek çok ses getiren eyleme imza atıyorlar, bu eylemler Türkiye’de ve Avrupa’da sempati ile izleniyordu. Bu ve benzeri bağımsızlık hareketlerinin klasik yöntemlerle Türkiye’nin inatçı suskunluğunu bir türlü kıramayan Ermeni milliyetçileri için esinlendirici olduğunu tahmin etmek zor değil.

1970’li yılların tipik solcu jargonuyla “uluslararası emperyalizmin desteklediği Türk emperyalizmi”ne savaş ilan eden bu grupların ilk eylemi 22 Ekim 1975’te Viyana Büyükelçisi Daniş Tunalıgil’in öldürülmesiydi. Bunu iki gün sonra Paris Büyükelçisi İsmail Erez ve şoförü Talip Yener’in öldürülmesi izledi. Ancak başlangıçta bu cinayetleri üstlenen herhangi bir örgüt olmadığı için, Kıbrıslı faşist Grivas’ın EOAK-B adlı örgütünden, uluslararası eylemci Çakal Ramirez Carlos’tan veya Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’ndan (THKO) şüphelenildi.

Haziran 1977’de Vatikan Büyükelçisi Taha Carım’ın MKE (Kırıkkale) yapımı 9 mm’lik bir silahla öldürülmesi veya 2 Haziran 1978’de Madrid Büyükelçisi Zeki Kuneralp’in eşi, bacanağı ve makam şoförünün öldürülmesinden sonra Madrid Polisi’nin Türkiye’den olaylarla ilgili olduğundan şüphelendiği dört Türk vatandaşının kayıtlarını istemesi kafaları iyice karıştırmıştı ki, Ağustos 1979’da THY’nin Frankfurt Bürosu’nun bombalanmasını ASALA (Armenian Secret Army for the Liberation of Armenia = Ermenistan’ın Özgürlüğü için Gizli Ermeni Ordusu) üstlendi. ASALA’nın adı ikinci kez Ekim 1979’da Lahey Büyükelçisi Özdemir Benler’in oğlu Ahmet Benler’in öldürülmesi olayında duyuldu.

Şemsiye örgüt: ASALA

Gerçi 1980’den itibaren, ‘3 Ekim’, ‘9 Haziran’, ‘Kara 24 Nisan’, ‘Avrupa 21. Komando Grubu’, ‘Antranik Paşa Komandoları’, ‘Yeni Ermeni Direnişi’(NAR), ‘İsviçre 15’, ‘Ermeni Soykırımına Karşı Adalet Komandoları’(JCAG), Ermeni Özgürlük Hareketi gibi değişik pek çok grup da cinayetlere imzasını koydu ama Türkiye’de eylemler genel olarak ASALA’ya atfedildi.

Yıllardır ASALA’yı kimin kurdurduğu sorulur. Bu sorunun altında, Ermeni iddialarının tarihsel kökenini inkâra yönelik kadim politika ile Ermenilerin kendi başlarına böyle etkili bir örgüt kuramayacakları şeklindeki küçümseyici önyargı yatar. 1915’ten beri davalarının peşini bırakmayan Ermeniler neden böyle bir örgüt kuramazlar sorusuna cevap yoktur, çünkü Ermenileri bu konuda yetersiz görenler, aynı zamanda Ermenilerin tarih boyunca sürekli çetecilik, komitacılık, gizli örgütçülük yaparak Osmanlı Devleti’ni sırtından hançerlediğine, hatta batmasına neden olduğuna inananlardır. Öte yandan, bu kesimlere göre Ermeniler 1920 sonrasında kurdukları Nemesis adlı örgüt aracılığıyla, 1915 soykırımından sorumlu Talat Paşa, Bahattin Şakir ve Cemal Azmi gibi İttihatçı liderleri öldürmüşlerdir. İşin ironik yanı, Osmanlı Devleti’nin acımasız kararı sonucu hayatını kaybeden yüz binlerce Ermeni için en ufak bir pişmanlık veya üzüntü duymayanlar, Ermeni intikamcıların öldürdüğü bu birkaç kişiyi yıllarca Ermenilerin kana susamışlığının kanıtı olarak sunmakta beis görmemişlerdir.

Soğuk Savaş politikaları

ASALA’nın aynen PKK gibi, Türk devletinin 90 yıllık katı yok sayma/inkâr politikalarıyla ilişkisi olduğu açık. Ancak her iki örgüt de dünyadaki politik iklimden kopuk değerlendirilmemeli. Nitekim Sayın Hasan Köni’nin dikkatimi çektiği bir kaynakta, Ermeni araştırmacı Gaidz F. Minassian, Guerre et Terrorisme Arméniens (‘Savaş ve Ermeni Terörü’, politique d’aujourd’hui, 2002) adlı kitabında ASALA’nın kuruluşunu Soğuk Savaş politikalarıyla ilişkilendiriyor.

Minassian’a göre 1956 yılında Süveyş Kanalı Krizi ve bunu izleyen İsrail-Mısır Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’ya yerleşmeye başlayan SSCB, ABD’nin yanında yer alan Türkiye’yi sıkıştırmak için, 1957 yılında İran’da ve Irak’taki Taşnak liderleriyle ilişkiye geçmişti. 1962’de yaşanan Küba Füze Krizi, 1964 Kıbrıs Olayları, 1965’te Türkiye’nin NATO’nun çok taraflı gücüne katılmaktan kaçınması ile bölgede siyasi tansiyonun yükseldiği dönemde, Ermeni tarafının manevra alanı bulduğu sanılıyor.

Türk tarafı da benzer şekilde Ermeni milliyetçiliğine karşı kitleleri harekete geçirmek için Kıbrıs meselesi bağlamında Rum düşmanlığı ile bağlantı kurma ihtiyacı duymuştu. O günlerde gazetelerde Lübnan’da ilk kez gerçekleştirilen ‘Soykırımın 50. Yıldönümü Anma Töreni’nin Kıbrıs Dış İşleri Bakanı Kipriyanu’nun işi olduğuna dair yazılar çıkıyordu. Aslında bu anlaşılır bir durumdu çünkü halk daha vakıf olduğu güncel bir sorunun katalizörlüğü olmadan, izlenen sistematik unutturma politikaları yüzünden Ermenilerin Türklerden ne istediğini hatırlamayabilir, dolayısıyla Ermenilere neden karşı çıkmak gerektiğini anlamayabilirdi.

Son barış girişimi

Ancak Kıbrıs yüzünden Türkiye’yi cezalandırmak isteyen ABD’nin ‘1915 Tehciri’ni 1968’de Kongre’nin gündemine taşıması üzerine SSCB Ermenistan’la Türkiye’nin arasının düzelmesi (ve böylece Türk-Sovyet ilişkilerini güçlendirmek) için, Taşnaklara destek vermekten vazgeçti. Bu politikanın bir parçası olarak, Ortaçağlarda Ermeni Krallığı’nın başkenti olan Kars yakınlarındaki Ani ile Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti sınırları içindeki Akaba Dağları’ndaki iki Azeri köyünü değiş tokuş etmeyi Ankara’ya önerdi. Ancak Ankara buna olumsuz cevap verdi. ASALA işte iplerin koptuğu bu dönemde ortaya çıktı.

Seçilen hedefleri düşününce, Ermeni eylemcilerin sadece Türkiye’ye değil, o dönemin siyasi iklimine uygun olarak emperyalizmin kalesi saydıkları ABD, Avrupa ve NATO’ya gözdağı vermeyi hedefledikleri anlaşılıyordu. Nitekim Nisan 1980’de Frankfurt Başkonsolosluğu’na asılan bombalı pankartta ‘Kahrolsun faşizm’ gibi gayet bildik bir solcu jargonu kullanılmıştı ve ortada Ermeni falan yoktu. Aynı yıl Ağustos ayında Atina’da İdarî Ataşe olarak görev yapan Galip Özmen ve ailesine yönelik saldırıda Yunanistan’ın sol örgütlerinden ENEP’in parmağı olduğuna dair bulgular vardı.

Ama ‘emperyalist mihraklar’, ya işlerine gelmediği ya da 1915’in sorumluluğunu hissettiklerinden, ya da Türkiye’ye şu veya bu nedenle sempati duymadıklarından Ermeni eylemcilere karşı çok yumuşak davrandılar. Pek çok olay doğru dürüst soruşturulmadı, zanlılar doğru dürüst yargılanmadı, ya da küçük cezalarla kurtuldular. Bu tutumları da Türkiye’deki kadim ‘Sevr Paranoyası’nı bir kat daha güçlendirdi.

Aslına bakarsanız, Kenan Evren’in Cumhurbaşkanı olduğu Türkiye’nin tek yaptığı, başta Fransa olmak üzere Batılı ülkelere defalarca nota vermek olmuştu. Büyükelçilere kurşungeçirmez araba alınması için bütçeye ilk ödenek ancak 1982’de konmuş, büyükelçilik binalarının güvenli hale getirilmesi için gereken dört milyar lira ise hiçbir zaman bulunamamıştı.

Türkiyeli Ermenilerin çıkmazı

Bu sıkıntılı dönemde Türkiyeli Ermenilerin Patriği Şinork Kalustyan, etkili çevreleri ziyaret ederek Türkiye Ermenilerinin terör eylemlerini desteklemediğini anlatmaya çalışıyor, Ermeni kökenli sanatçılar, bilim adamları Türkiye’ye bağlılıklarını ifade etmekte yarışıyorlardı. Baskı öyle yoğun olmalıydı ki, Ağustos 1982’de gazetelerde, 2.000 kadar Ermeni, Rum ve Musevi vatandaşın Nüfus Müdürlüklerine başvurarak Türk isimleri aldıklarına dair haberler çıktı.

7 Ağustos 1982’de, Artin Penik adlı bir Ermeni vatandaş dokuz kişinin öldüğü, 72 kişinin yaralandığı Esenboğa saldırısını protesto etmek için Taksim Meydanı’nda üzerine gaz dökerek kendini yaktı. Esenboğa’nın faillerinden Levon Ekmekçiyan, polisin ifadesine göre kendi isteğiyle basın karşısına çıktı ve “Ermenilerin asıl düşmanının ASALA olduğunu ve ailesinin tehdit altında olduğunu” söyledi. Sonradan öğrenecektik ki, Ekmekçiyan, Kenan Evren’in damadı ve Köşk’ün güvenlik danışmanı olan istihbaratçı Erkan Gürvit tarafından sorgulanmış, hayatı karşılığı bazı isimleri ve adresleri vermeye ikna edilmişti.

Dönüm noktası: Orly Katliamı

ASALA için sonun başlangıcı, 15 Temmuz 1983’te Fransa’nın Orly Havaalanı’ndaki THY bürosuna yapılan saldırı oldu. Saldırıda ölen ve yaralananlar arasında Fransız vatandaşlarının olması, o güne dek bu tür eylemlere göz yuman Fransa’nın tavır değiştirmesine bahane yarattı. İsrail’in Lübnan’ı işgali nedeniyle ASALA’ya destek veren FKÖ’nün zemin kaybetmesinden cesaret alan Fransa ASALA’ya resmen, ‘eylemlerini dışarıda yapma’ uyarısında bulundu. Bazı kaynaklara göre, Fransız polisine ASALA üyelerinin fotoğraflı isim listesini Arafat’ın has adamlarından Ebu İyad vermişti. Polis Paris’te örgütün silah deposunu ortaya çıkaracak, ardından tutuklamalar başlayacaktı. Susurluk kazasının ünlü ismi Abdullah Çatlı başkanlığındaki dört kişilik çetenin Fransa’daki bazı Ermeni hedeflerine yönelik, çoğu fiyasko ile sonuçlanan anlamsız eylemleri ancak Fransa’nın ortalığı temizlemesinden sonra mümkün oldu.

Agop Agopyan öldürüldü mü?

Eylül 1983’te Londra’da Arapça olarak yayımlanan el-Mecelle dergisi, Batılı diplomatları kaynak göstererek TSK’ya bağlı bir komando birliğinin, Lübnan’ın Bekaa Vadisi’ndeki bir ASALA kampına baskın yaptığını ileri sürdü. Habere göre baskında çok sayıda Ermeni militan ve yönetici öldürülmüştü. 28 Nisan 1988’de ASALA’nın efsanevi lideri Agop Agopyan’ın (ki gerçek adının bu olmadığı söyleniyordu) iddialara göre örgüt içi hesaplaşmalar sonucu Atina’da bir trende öldürülmesi (ki bazılarına göre öldürülmedi ve halen Ermenistan’da yaşıyor) ve dünyadaki politik iklimin değişmesiyle ASALA etkinliğini kaybetti. Ancak, örgüt amacına ulaşmış ve ‘1915’te Ermenilere soykırım’ yapıldığı fikri dünya kamuoyunun gündemine girmişti.

Türk toplumundaki etkileri

10 yılda 34’ü Türk diplomatı, görevlisi ve aile üyeleri olmak üzere toplam 70 kişinin öldüğü, 524 kişinin yaralandığı ASALA saldırıları Türk halkını elbette çok sarstı. Resmî tarih tezleriyle uzun yıllar kış uykusuna yatırılmış halkın büyük bir kesimi o yıllarda saldırıların arkasında yatan tarihsel tezleri anlayamayacak kadar bellek boşalması içinde olduğu için ilk tepki büyük bir şaşkınlıktı.

İleriki yıllarda pek çok diplomatımızın da itiraf ettiği gibi, Dışişleri mensuplarının bile 1915 Tehciri’nin kanlı bilançosundan habersiz olan bir toplumda resmî tarihçiler, geriye dönük bir tarih okuması ile ‘İttihatçılar bu tehlikeli grubu ortadan kaldırmakta çok haklıymış’ düşüncesini toplumun bilinçaltına yerleştirmekte hiç zorlanmadılar. Sonuç olarak halkıyla, aydınıyla Türkler, ASALA terörünün dayandırıldığı tarihî olayları konuşmaya veya anlamaya çalışmak yerine resmî çevrelerin kadim politikası olan ‘Ermeni ihaneti’, ‘iç düşman-dış düşman’ retoriğine saplandılar.

Bunun bir parçası olarak, Türkiye bürokrasisinin ‘en mantıklı’, ‘en soğukkanlı’, ‘en tecrübeli’ kadrolarına sahip olduğu bilinen/ileri sürülen Dışişleri Bakanlığı, ASALA terörüne 34 evladını kurban verdiği için, Ermeni soykırımı iddialarına karşı en tepkisel tavırları gösteren bakanlık haline geldi. Çünkü bakanlık için konu adeta kişisel bir ‘kan davası’ olmuştu. Belki de Türkiye’nin bir türlü Ermeni Meselesi’ni çözecek yumuşak politikaları yürürlüğe koyamamasının ardında Dışişleri’nin bu katı tutumunun katkısı vardı.

ASALA ile PKK ilişkisi

Her uluslararası sorunda Ermeni parmağı aramak, Türkiye’den farklı düşünen her ülkenin Ermeni diasporası veya lobileri tarafından yönlendirildiğini düşünmek şeklinde tezahür eden paranoyak tutum, İstanbul’dan ilk Ermeni kafilesinin Ayaş’a doğru yola çıkarıldığı 24 Nisan (1915) gününün dünyanın çeşitli ülkelerinde, bir biri ardına “Ermeni Soykırımı’nı Anma Günü” ilan edildiği 1980’lerden itibaren iyice belirginleşmişti.

Türkiye PKK ile de o günlerde tanışmıştı. Resmî çevreler ASALA’yı PKK ile ilişkilendirmeyi akıl ederek, kamuoyunun gözünde Kürt milliyetçiliğinin meşruiyetini bir kez daha sorgulatmayı başaracaklardı. Her fırsatta ASALA’nın ‘Marksist’ olduğunu vurgulayıp, sol hareketi de gözden düşürmeye çalıştıkları gibi…

Öcalan’ın açıklamaları

1890’lardan beri bütün stratejilerini Ermenileri Anadolu’dan atmak üzerine kurmuş Kürtlerin içinden ‘Ermeni dostu’ bir grubun çıkması PKK’nın Marksist kökeniyle ilgili olmalıydı; ancak ASALA ile PKK’nın yolları sadece beş yıl (1980-1985) süreyle kesişebilmişti. O sırada henüz emekleme çağında olan PKK’nın 21-28 Nisan 1980’de Ermeni cemaat liderlerinin sürgüne gönderilmeye başladığı gün olan 24 Nisan’ı ‘Kızıl Hafta’ ilan etmesi, Abdullah Öcalan’ın Ermeni Yazarlar Birliği tarafından onur üyeliğine seçilmesi gibi sembolik olaylar, bu ilişkiye karine yapıldı. Özellikle istihbarat çevreleri, her fırsatta, PKK ile ASALA arasında Yunanistan ve Suriye’nin öncülüğünde, Türkiye’nin Kıbrıs politikasını sabote etmek için kurulduğuna inanılan bu ilişkinin, 1979-1980’de Lübnan’da kurulduğunu, nihai amacın da “Ermeni-Kürt Federe Devleti” kurmak olduğu ileri sürmeyi ihmal etmediler. Bu iddianın sonucu, Kıbrıs meselesinde karşılaşılan zorlukları, ‘Kürt-Ermeni komplosu’na bağlayarak, Kıbrıs konusunda uzlaşmaz bir tavır takınılması oldu.

Hâlbuki, 1988’de Abdullah Öcalan, gazeteci Mehmet Ali Birand’a “ASALA ile birkaç görüşme oldu. Sivillere yönelik eylemlerinin zararlı olduğunu gördük, dolayısıyla da 1982’lerde olmaz dedik, bıraktık. Öyle fazla bir beraberlik yok. Bir-iki acele toplantı dışında bir ilişki yoktur. İlişki geliştirebileceğimiz bir örgütlenme değildir, aslında ASALA olayı da çok abartıldı Türkiye’de” demiş, 4 Mayıs 1991’ de bir diğer gazeteci Rafet Ballı’ ya “Ermeni sınırları veya Ermeni ülkesi neresidir? Kürdistan neresidir derseniz, bu tarihî bir sorundur. Tarihî bir soruna da, çok politik bir cevap vermek biraz oportünizme düşmek olur. Benim de öyle bir niyetim yok. Fakat Ermeni halkını severiz. Ermeni halkı gelirse, ziyaret ederlerse, hatta kalmak isterlerse, onlara elimizden gelen misafirperverliği de sonuna kadar gösteririz” diyerek ‘Doğu Anadolu’nun aslında Kürt vatanı olduğunu’ ileri süren kadim Kürt politikasıyla bağını koparmadığını ima etmişti.Ancak bütün bu beyanlar Türk tarafını ikna etmedi, yıllar içinde bu teori, doğruluğu şüpheli ayrıntılarla süslenip sürekli gündemde tutuldu. Bu politikanın zirvesini oluşturan bir olay da yakın tarihlerde yaşandı.

Halaçoğlu’nun incileri

TTK’nın sabık başkanı Yusuf Halaçoğlu, 18 Ağustos 2007’de Kayseri’deki Dadaloğlu Şenlikleri sırasında “Araştırmalarımızda Kürt diye bildiğimiz insanların aslında yapısal olarak Türkmen asıllı olduğunu, Kürt-Alevi olarak bilinen vatandaşların ise Ermeni kökenli olduğunu gördük. Ülkeyi bölmeye çalışan TİKKO ve PKK terör örgütlerinin içinde yer alan insanların birçoğu Ermeni dönmesi Kürtlerden oluşuyor. TİKKO ve PKK hareketi bizim bildiğimiz gibi Kürt hareketi değildir” diyerek hem bu topraklardaki bin yıllık Kürt varlığını, hem de 85 yıllık Kürt Meselesi’ni bir çeşit illüzyona çevirmeyi denemişti.

TİKKO alerjisi

Halaçoğlu’nun sözünü ettiği TİKKO (Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu), 1972’de İbrahim Kaypakkaya tarafından kurulmuştu. TİKKO’nun tehcir sırasında büyük ölçüde merkezî devlete karşı çıkarak Ermenileri koruma altına alan Dersim bölgesinde faaliyet göstermesi, lider kadrosunda Garbis Altınoğlu ve Armanek Bakırcıyan (Orhan Bakır) başta olmak üzere pek çok Ermeni asıllının olması, ayrıca yerel kadroları arasında pek çok Ermeni asıllı militanların bulunması, üstüne üstlük TİKKO’nun 1915 Tehciri’ni soykırım olarak tanıması devletin TİKKO’ya son derece sert davranmasına neden olmuş, İbrahim Kaypakkaya 3,5 ay süren ağır işkencelerden sonra 18 Mayıs 1973’te gözaltında öldürülmüştü.

AGOS gazetesinin başyazarı Hrant Dink’in de gençliğinde örgütle ilişkisinin olması, ölümünden sonra sık sık gündeme getirilmiş, Dink’in, devletin derin güçleri tarafından öldürülmesi bazı çevrelerde, adeta meşum bir işbirliğinin cezalandırılması olarak yüreklere su serpmişti(!)

Geçtiğimiz ağustos ayında Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in “Ermeni terörü ile PKK terörü arasında yakın işbirliği var, bunlar kan kardeşidir. O devreden çekildi, işi bu tarafa verdiler. Zaten, özür dilerim, bir kısım teröristlerin sünnetsiz oluşu, size çok şeyi ifade ediyor demektir” açıklaması bu geleneğin ürünüydü.

Sonuç olarak, Halaçoğlu’nun veya Çiçek’in tarif ettiği ‘dış düşmanla ilişkili iç düşman’, hem Kürt, hem Ermeni, hem Alevi, hem solcu, hem de ‘dönme’ gibi resmî tarihin zihinlerimize çaktığı beş düşman unsurunun iç içe geçtiği son derece karmaşık bir yapı olarak bu kesimlerin taleplerinin meşruiyeti üzerinde soru işaretleri yaratmayı amaçlıyordu ve kanımca göre epey de başarılı oldu. Edward Said’e göre herhangi bir siyasi eylemin terörizm olarak adlandırılması ona siyaset, tarih, gelenek ve yorumun buluştuğu bir anlatı statüsü tanınmaması demektir. Filistin, Kürt ve Ermeni meselelerinin başına gelen tam da bu.

hurayse@hotmail.com

Yorumlar kapatıldı.