İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hakikat acıtır, susmak öldürür*

Hakikat acıtır, susmak öldürür*

Halûk Sunat
BDP, PEN üyesi yazar/psikiyatr

Yakın tarihsel süreçte, özellikle de ‘Duvar’ın yıkıldığı 1989 sonrasında, geçmişi, ‘insan hakları ihlalleri’ ya da ‘insanlığa karşı işlenmiş suçlar’la sorunlu olan toplumlar, söz konusu sorunlarını sorunsallaştırmaktan, bir başka deyişle, ‘geçmişleri ile yüzleşip hesaplaşmaktan’ –öyle ya da böyle- kaçınamadılar.

Duvar’ın yıkılması önemli; zira, yıkılan, yalnızca duvar değil, duvarın kendi içine kapattığı değerler dünyası idi –gizliliğin, ‘benim sorunum seni ilgilendirmezciliğin’ yıkılışı. Giderek, yaşanmış insani sorunlar ve yaşanmakta olanların geniş insanlık ailesini ilgilendirdiği kabulünün geçerlilik kazandığı bir dünya kurulur oldu.

Muhtemelen, tarihi bu minvalde besleyen iki ana damar vardı: Birincisi, ‘kapitalist-sosyalist’ iki karşıt dünyanın birbirlerine karşı direnç/savunu alanlarını gözeten, iç çatışmaları kendi içinde ayrıştırıp ele almak yerine, dikkati dışarıdaki düşmana kaydıran (iç şiddeti mazur gösterici, gerekçelendirici) tutumun zemininin kaybolması; ikincisi de, duvarları dinamitlediği gibi, ulusallıklarla ilgili sınırları ve kaygıları aşıp küreselleşen kapitalizmin, ‘hesabı kesilmemiş, yüzleşilmemiş’ sorunları ve sözde mahremiyeti –ulusalcı duyarlıkları- ile kendi içine kapanan toplumları maddi bir engel, bir ayakbağı olarak tanımlayışı. Bir başka deyişle, ulusal devlet algısı ve hassasiyetleri ile temin edilen (ve insan hakları ihlallerinin üstünü örten) ‘siyasi istikrar’ın küresel kapitalist pazar tezgâhında –artık- sırıtır oluşu. Kendini ‘öteki’nin denetimine, ilgisine, yargısına açan, o anlamda, kendi ile hesaplaşma cesaretine işlerlik kazandırmış düzeyde bir siyasi istikrarın işlevsellik kazanışı. Tabii, bu, burjuva-demokrasisinin özsel bir kutsanma vesilesi değil, küresel devinimi içinde sermayenin, siyasi-ideolojik aygıt ve pratikleri bir başka nitellik içinde yapılandırmaya dair maddi ihtiyacı olarak anlaşılmalıydı –kaba eşitlemelerden uzak durarak.

İşte; 90’lı yıllarla başlayıp içinde yaşadığımız günü kuşatan sürece, Henry Rousso, ‘tarihsellik rejimi’ (‘régime d’historicité) adını veriyor. Geçmişte olan biteni egemen ulusal ihtiyaçlar üzerinden kurgulayan, tarihsel hakikatlere yabancılaştırıcı tarih alımlayışı yerine, hakikatlere dayanıp bugünü ve geleceği olumsuz/ketleyici yüklerden kurtaran bir (demokratik-insani) bilincin kurucu öğesi olarak tarih ve tarihsellik rejimi.

Bakın, söz konusu rejime dünya insanlık ailesini hazırlayan, geçmişi ile hesaplaşma sorumluluğunu toplumsal hayatına katmış aile üyeleri arasında (meseleyi enine-boyuna işleyen sayın Mithat Sancar’ın Geçmişle Hesaplaşma/ Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne isimli çalışmasına bakarak görüyorum ben de) kimler var: Arjantin (‘Hakikat Komisyonları’nın ilk ciddi örneğinin deneyimlendiği ülke), Bolivya, Çad, Şili, Doğu Timor, Ekvador, El Salvador, Almanya, Gana, Guatemala, Haiti, Nepal, Nijerya, Panama, Peru, Filipinler, Sırbistan Karadağ, Sierra Leone, Güney Afrika, Güney Kore, Sri Lanka, Uganda, Uruguay ve Zimbabwe (kaynak: ‘United States Institute of Peace’).

Görüldüğü üzere, ailenin üyelerinden Türkiye, hakikat komisyonları oluşturarak hakikatlerini karşısına alıp yüzleşmeyi beceren üyeler arasında yok. Halbuki, aynı Türkiye, dünyanın en gelişmiş ekonomiler katarının ilk yirmi vagonluk kısmına dahil olabilmiş. Bir vakitki tabirden kalkarak, -bu kez- diyebiliriz ki, ‘iktisadi uyanış, içtimaî olanın önüne geçmiş’. Az önce andığım doğrultuda değişip dönüşen dünya, söz konusu iktisadi uyanış uyarınca, -insani duyarlıklar, demokrasi ve açıklık bağlamında- Türkiye toplumunu tarihsel hakikatleri önünde içtimaya davet ediyor.

Sicilimiz kabarık: Gayrimüslim ahaliye uygulanmış pogromlar, kıyımlar, kırımlar, Sünni-Alevi çatışmaları ile tezgâhlanmış katliamlar ve düzenli askeri darbeler silsilesi ile geçip giden bir hayat. Ve bütün bu kirli tarihin bir ucundan bugünlere akıp gelen, ‘reddedilmiş Kürt gerçekliği’, zulümler, bitmek bilmeyen –dayatılmış- bir savaş, faili meşhurlarla birlikte kaybedilmiş binlerce insan, yakılmış-yıkılmış binlerce köy, yerinden-yurdundan göçertilmiş yüzbinlerce insan, nihayetinde, alt-üst edilmiş hayatlar. Tarih, yaşarken görmezden gelinen hakikatleri içinde ‘nakışlanarak’, göz göre göre, muhtemel (mümkün mü bilinmez) ‘hakikat komisyonu’na havale edilmekte. Dahası, linç teşebbüsleri, iç savaş eşikte.

Yalnızca, iktisadi/maddi gerekircilik bağlamında takdir edilmesi kaçınılmaz bir hal de değil, yüzleşme/hesaplaşma sorunu. Âlem, kaçınılmaz, şunun da ayırdında: Nasıl ki, etrafı ile kavgalı, kendi ile barışık olmayan, tehdit algılarından başını kaldırıp hayatın tadına varamayan birey, hangi kendiliksel (‘self’ kuruluşuna dair) tarihçenin içinden gelmektedir, geçmişte ne olup bitmiştir de böylesine malulleştirici savunmalara mahkûm olmuşturun farkındalığını kurmak ihtiyacındadır, toplumsal kendilikle ilgili marazlar da öylesi bir muameleye muhtaçtır. Oradan mülhem, kendi dışımızdaki dünyanın davetinden öte, kendimizin de kendimize dönüp, sürekli bir ‘düşman öteki’ yaratma marazımızı hangi tarihsel/toplumsal kendi olma süreçlerinde kotardığımıza dönüp bir bakmamız, tarihsel hafızamızı sağaltıcı manada tahkim etmemiz icap eder.

Tarihimize öylece dönüp baktığımda (-miz, derken, elbet, yanına başka kurucu öğe yakıştırmayan Türk ulusal tarihinden söz ediyorum), tek adamı, tek partisi ve asker-sivil bürokrasisi ile tahakküm geleneğini kurmuş bir devlet ve onun, tanımladığı ‘düşman ötekine’ yönelik ‘şiddet ehli’ kimliği ile kendini özdeşleştirmiş Türk halkını görüyorum ben. Devleti karşısında özgür/özerk varoluşsallığını kuramamış, siyasi özne olma erginliğine erişememiş Türk halkı. Sağı ile solu ile devletinin şiddetini (kendisine yöneldiğinde dahi -mazoşistçe!) mazur görmeye yatkın, demokrasi ve özgürlükler meselesini ilkesel mertebede kabulden yoksun bir halk.

Andığım çalışmasında, Sancar, şöylece altını çizmiş vaziyetin: “Lakin bugüne kadarki tecrübeler ve bugün bulunduğumuz yer, Türkiye’nin ‘hatırlama kültürü’ üzerine kurulmuş bir ‘geçmiş politikası’nı benimsemesinin, buradan da uzak ve yakın ‘geçmişin işlenmesi’ne ve ‘geçmişle hesaplaşma’ya doğru ilerlemesinin epeyce zor bir hedef olduğunu gösteriyor” –ne yazık ki. Eh, siyasi hareket ve kararlılığını mehter marşı hâleti rûhiyyesinden kurtaramamış –aynı milli marazlarla malul- bir siyasi iktidar ve onun –kendi maddi/siyasi koşullarının da dayattığı- demokrasi ve özgürlüklerle ilgili –ürkek ve ikircimli de olsa- açılımlarını eleştirel bir kararlılıkla sahiplenip ileriye taşımak yerine indirgemeci karşıtlığı siyaset bellemiş bir toplumsal muhalefetle işimiz zor elbet.

Evet; ‘hatırlama yasağını bir yönetim biçimi olarak benimsemişlere’ karşı güçlü bir toplumsal talep yaratabilmeli, geçmişte yaşatılan travmaların yasını tutup uygun yas çalışmasını yapabilmeli, hatırlayıp gözyaşı dökenlerin ‘sahteciliğini’ teşhis ve teşhir gayretiyle siyasi ikbal derdine düşmek yerine gözyaşı dökenleri (Zeynep Tanbay’ın ifadesiyle) hüngür hüngür ağlamaya ama gözyaşlarının izini de sürmeye ısrarla davet edebilmeliyiz, derim.

Dünyadaki hesaplaşma süreçleri, genellikle, bir, ‘kırılma noktası’nı izleyerek başlamış. Bir savaş sonlandırılmış, iç çatışmalar karşılıklı durdurulmuş, askeri diktatörlükler nihayetlendirilmiş, vb. Bana kalırsa, yaklaşık otuz yıllık tarihi içinde olup bitenleri ve ‘kopma’ noktasına dayanmış hâli ile Kürt sorunu, anılan tarzda bir kırılma noktası (tarihimize dönüp bakmanın eşiği) olarak alınmak zorundadır. İhmal etmeyelim; tarihsel bir hesaplaşma hamlesi için, Kürt halkının da ‘meşru müdafaa’ mağduriyet mevziinden çıkıp demokratik –sivil- siyasi mücadeleye yaptırım değeri kazandırmaya azmetmesi kaçınılmazdır. Şu unutulmamalıdır: Toplumsal insani sorunlarını, barış-demokrasi-eşitlik kabulleri içinde ele alıp halledememiş ulusların –andığımız tecrübelerle de sabit- gelecek kuşaklarına müreffeh bir hayat vaat edebilmeleri, hangi zaferin peşinde koşarlarsa koşsunlar, geleceğe yenik düşmemeleri mümkün değildir.

_______________________
* Dönemin Güney Afrika Hakikat Komisyonu sekreteri, Martin Coetze.

Yorumlar kapatıldı.