İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

SİVİLLEŞME MACERAMIZ

SİVİLLEŞME MACERAMIZ

Değerli Okuyucular,

Son zamanlarda sivilleşme denen her gün niyete göre değişen, her derde deva kavram yine gündemde. Ne zaman ve niçin içi doldurulmadan piyasa çıkarıldığı unutulan, sivilleşme ve temsil ya da bazılarına göre temsiliyet, (1)Türkiye Ermenileri için tek çıkış yolu olarak öne çıkarılıyor.

Önce geçmişi bir yana bırakıp günümüze bir göz atalım. Son bir iki yılda, büyük toplum gibi bizim toplumda da gazete entelektüelleri çoğaldı. Kimi meşhur olmak, aydın görünme ve tabi cemaate yön verme meraklısı, kimi kahramanlık adayı yazarlar, röportaj ve beyanat verenler inanılmaz boyutlara geldi. Bunların pek çoğunu kendi yakın çevreleri dışında, kimsenin ciddiye aldığını sanmam. Patrik karşıtları tarafından düzenlenen, maniple edilmiş ankete dayanan tespitler yapan ve yazılar yazanları başka kim ciddiye alsın? Bu anketin, bizleri kelaynaklar gibi soyu tükenme tehlikesinde olan canlılardan kabul etmekle kalmayıp, kelaynaklar gibi homojen bir grup sanan ulusal sol basınca hiçbir araştırma yapılmadan yayımlanması da ayrı bir konu.

Cemaat içine dönersek, bir iki yıl öncesine kadar kendisini cemaatten uzak tutan ve cemaat işlerine karışmayan Etyen Mahçupyan’ın da bu kampanyaya katıldığını görüyoruz. Sayın Mahçupyan, demek ki bir gazetenin ortağı ve yöneticisi olunca cemaati yönlendirme ve sivilleştirme görevini de üstlenmiş. Mahçupyan’ın, solun teorisyenliğine soyunmasına da, -katılmamakla birlikte- solu cemaatçi ve cemaatçi olmayan sol olarak yeni bir ayırıma tabi tutmasına da bir diyeceğim yok. Ancak Mahçupyan gibi tanınmış bir yazar da Ermeni cemaatini ilkel tarikat ve mensuplarını mürit olarak gören zihniyete ortak olunca mesele ayrı bir önem kazandı. Konu, Türkiye Ermeni toplumunun sivilleşerek sekülerleşmesi. Bu konuyla ilgili kavram kargaşası ayrı bir yazıda ele alınmıştı. (2)

Biraz gerilere giderek bu kavramın nerelere gittiğini görelim. Önce, ‘cemaat kurumları sivillerce yönetilmelidir’ diye başladı, sivilleşme maceramız. Biz, bütün kurumlarımız seçilmiş sivillerce yönetildiği için, şaşkın bu konuyu izlerken iş birden -Mahçupyan’ın da benimsediğini belirttiği- şu noktaya kadar geldi. “Kilise hastane yönetiminden ne anlar? Hastane yönetiminden anlayan insanlar varken neden kilise bu konuda son otorite oluyor? ”

Şimdi, insaf sahibi herkese soruyorum. Bu sözlerin neresi doğru? Hangi hastaneyi kilise yönetiyor? Hastanemiz Türkiye Ermenileri tarafından seçilmiş siviller tarafından yönetilmiyor mu? Kilise hangi hastanede son otorite? Yasal olarak Patrik dâhil hiçbir kişi ya da kurum vakıf yönetimine karışamaz. Eğer geleneklerimize bakarsanız orada da böyle bir durum olmadığını görürsünüz.

Neyse devam edelim. ‘Yapmayın, bizim bütün kurumlarımızı seçilmiş siviller yönetiyor, batıda, doğuda herhangi bir demokratik ülkede istediğinize, beklediğinize benzer bir yönetim var mı?’ deyince, örnek bir model gösterilemedi ama konuya açıklık getirmek amacıyla yeni kavramlar girdi gündeme. Yöneticilerin sivil olması yetmez, yöneticiler ‘sivil duruş’ göstermeli dendi. İyi de benim gibi sıradan insanlar bilemediler sivil duruşun ne olduğunu. Sonra zihniyet değişimi geldi gündemimize. Seçilen yöneticilerin zihniyeti beğenilmedi sivilleşme taraftarlarınca. Bu da başka bir sorun, seçime inanıp seçilenleri beğenmemek, seçenleri suçlamak da büyük topluma ve bize has bir durum.
Fakat akşamdan sabaha zihniyetin değişmesini beklemek kolay değil. Eğer elde sihirli bir sopa varsa mesele yok, bir darbe ile insanların zihniyeti değişir, herkes istenen zihniyete gelir. Az gelişmiş ülkelerde medyanın kullandığı –bizde olmaz ya (!)- medya sopası sistemi de hemen sonuç verebilir. Basın gücünü silaha dönüştürüp, yazarım rezil olursun, yazarım aziz olursun da çalışan bir sistemdir. Dert şu ki, istenen zihniyetin de ne olduğu belli değil.

Kavram kargaşası sürdü. Birden efendim, kiliselerle okulları nasıl aynı yönetimler yönetir, neden ayrılmaz okullar kiliselerden denmeye başlandı. “Bugün Türkiye’de cami ve okulları aynı yönetimler idare etseydi, hanginiz kabul ederdiniz? Ama Ermeni toplumunda okulu ve kiliseyi aynı yönetim idare etmektedir”

Bu, gerçekten bilmeyenlere yönelik çok ciddi bir yanıltma. Öncelikle kiliseyi yöneten din adamları okulu değil, okulu yöneten siviller kiliseyi yönetmektedir. Türkiye Ermeni toplumu, neredeyse 150 yıldan beri, Patriği ve bütün kurumlarının sivil yöneticileri cemaat tarafından seçilen bir toplumdur. Cami benzetmesinin tuhaflığını bir yana bırakalım, burada iki gariplik var. Bir, dünyanın hiçbir yerinde, hatta sekiz on kurumu dahi olsa bir vakfın iki üst yönetimi olmaz, ne yasal olarak ne de geleneksel olarak bu mümkündür. De ki yapalım şu işi dedik, okulu yönetecek ekibi ithal etmeyeceksek, yine kiliseyi yönetenlere benzer adamlar seçilecek, ne değişecek anlaması zor. Kaldı ki, nüfus azalması nedeniyle birkaç popüler vakıf dışında gerek okulu olan, gerek okulu olmayan vakıflar için bırakın rekabeti, tek bir seçim listesi bile güçlükle oluşturuluyor.

Sonunda, sivilleşmenin toplumun Patrik tarafından değil, sivillerce siyasi olarak temsil edilmesi olduğunu açıklandı. Böylece hem sivilleşme konusu hem de temsil konusu açıklığa kavuştu.

Son olarak 18.09. 2008 tarihli gazetedeki Sayın Mahçupyan’ın yazısının bazı bölümlerine bir göz atalım.

“…. Böylece geliyoruz Patrikliğin ‘karakterine’ ve kendisiyle ilgili tasavvuruna. Eğer cemaat üzerinde bir tür Osmanlı vezirliği makamı olarak kalmak istenirse, Ermeni toplumunun özellikle genç nesiller açısından giderek yaşanamaz bir alan olması mukadderdir. Çünkü günümüz gençliğinin cevval kesimini Patrikliğin ataerkil himmeti altında tutmak mümkün gözükmüyor. Diğer bir deyişle, ruhani ve dünyevi otoritenin aynı elde toplanmasının sonuçlarından biri, cemaatin dinsel açıdan çözülmesi olacaktır. Bu açılım zaten mevcut olsa da, şimdilik dinin kültürel bir yapıştırıcı olmasından hareketle, fazla etkili değil. Ama bu gidiş, yeni nesillerde dinin kültürel işlevlerinin azalabileceğini ortaya koyuyor.”

“…Kısacası, ‘sivilleşme’ denen şey, cemaatin dünyevi işlerine ilişkin karar mekanizmalarının çalışmasında esas yönlendirmenin seçilmiş sivillere verilmesidir. Bunun tek tek vakıf yönetimlerini nasıl bütünleştireceği, koordinasyonun nasıl sağlanacağı, hangi konuların hangi yetkilerle bir ortak kurulda toplanacağı vb meseleler tamamen teknik özelliklerdir ve bu yönde bir niyetin var olması halinde kolaylıkla çözülebilir.”

Sayın Mahçupyan’ın kolaylıkla çözülür dediği konuyu ele almak için önce bir durum tespiti yapalım:

1) Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir kanununda ya da yönetmeliğinde ve Lozan Anlaşmasında Patriklik ya da Hahambaşılık sözü geçmez.

2) Patriklik hala de facto (fiilen) tanınmasına rağmen de Juro (hukuken) tanınmaz. Tüzel kişiliği kabul edilmemiştir.

3) Cemaatin de hala tüzel kişiliği yoktur.

4) Patrikliğin bütün çalışma ve taleplerine rağmen bu güne kadar Patrikliğin tüzel kişiliğinin tanınması sağlanamamış, hazırlanan yönetmelikler de bu güne kadar onaylanmamıştır.

5) Seçilen Patriğin onayı, Hükümetin 2596 Sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanunun 1. maddesine göre, seçilen kişiye mabet ve ayin haricinde dini kıyafeti taşıyabilme izni vermesi yoluyla olur.

6) 1863 Nizamnamesine göre, cemaatin sivil işlerini yönetmekle görevli seçilmiş cismani (Sivil) meclis devlet tarafından kaldırılmıştır. Sivil meclisi kaldıran Patriklik değil, devlettir.

7) Önce 5 sonra 11 Ortak vakfı yöneten sivil Merkezi Mütevelli (Getronagan Varçutyun) 1961 yılında devlet emriyle kaldırılmıştır.

8) 1960’lı yıllarda vilayet emri ile kurdurulan atanmış sivil danışma kurulu da yine vilayet kararıyla kaldırılmıştır.

Patriğin karakteri ile ilgili sözlere, kendisini Osmanlı Veziri gibi görmesi vb suçlamalara cevap vermek anlamsız. 85 yıldan beri kendi tüzel kişiliğini kabul ettiremeyen patriklik, Mahçupyan’ın o basit dediği sivilleşmeye niyeti olmadığı için suçlanıyor. Niyeti yargılamak ayrı bir sorun. Eğer patrikliğin öyle bir gücü olsaydı önce kendi ve cemaatin tüzel kişiliğini kabul ettirir, kalıcı bir patrik seçim yönetmeliğine sahip olurdu. 30 yıldan beri mallarımıza el konurken Patrik bu muazzam gücünü (!) kullanırdı. Gerçekten şaka gibi.

Eğer konu niyetle çözülüyorsa daha ne sorunları çözeriz. Yok, eğer yasa, yönetmelik kısacası mevzuat meselesi ise konuyu hükümete, meclise götürmek, onlara şikâyette bulunmak yerine Patriği suçlamanın nedenini, amacını anlamak zor.

Bir de şu siyasi temsil meselesine gelelim. Çağdaş demokrasilerde siyasi temsil ancak parlamentoda ya da yönetimde olur. Yani milletvekilleri, halkı temsil ederek, hem yasa yapar hem de halk adına diğer güçleri denetler. Bazı ülkelerde, azınlıklara milletvekili kontenjanları ayrılarak, azınlıkların parlamentoda siyasi temsili sağlanmaktadır.

“Bizim üzerinde durmak istediğimiz siyasî temsil demokrasilerin bir çeşidi olan “temsili demokrasi” ile ortaya çıkmıştır…. ” (3)
“Etnik azınlıkların politik sistemde yeterince temsil edilebilmeleri için sadece İngiltere’deki değil Avrupa’nın tüm ülkelerindeki politik partilerin daha duyarlı olması gerekiyor. Özellikle bazı bölgelerde öncelikli olarak etnik azınlık adaylar gösterilmesi gerekiyor. İşçi Partisi’nin bu konuyu ciddiyetle ele alması için önümüzdeki dönem daha fazla çalışma yürüteceğiz.” (4)

“Politik temsilde şüphesiz ki vekâlet vardır deniliyor. Bir vekâletin (mandat) mevcut olduğu inkâr edilemez; ancak bu vekâlet seçim çevresinden saylavına (milletvekillerine) verilmiş değildir. Her vekâlette bir müvekkil ve bir vekil vardır. Temsilci sistemde müvekkil, irade sahibi bir tüzel kişi olan milletin bütünüdür; vekil, tüzel kişi sayılan parlâmentonun kendisidir; vekâlet halk tarafından parlâmentoya verilmiştir.” (5)

Görüleceği gibi, Patriğin Türkiye Ermeni toplumunu siyasi olarak temsil ettiği sadece bir yakıştırmadır. İstese de böyle bir görevi üstlenemez. Patriğin cemaati temsili, Patriğin cemaatin tüzel kişiliği adına – ki o da henüz tanınmamıştır- onun hukuki vekili sıfatıyla yeminine uygun olarak cemaatin hak ve menfaatlerini korumakla sınırlıdır. Kaldı ki bu konu da halen tartışmalıdır.

Patrik aşağıdaki yemine göre hareket eder.
Cumhuriyet döneminde yapılan son iki patrik seçimi, Bakanlar Kurulunun 18.09.1961 gün ve 5/1654 sayılı kararnamesi ile yürürlüğe konan Patrik Seçim Talimatnamesine göre yapılmıştır. Bu talimatnamenin 30. Maddesi aynen şöyledir: (6)

Madde 30.- Yeni patriğe patriklik asasının tevdi ve yemin merasimi patrikhanece tespit edilecek bir gün ve saatte Kumkapı’daki Meryem Ana Kilisesi’nde icra olunur. Yeni Patrik, tespit edilecek gün ve saatte yapılacak ayin esnasında, kilise mihrabının önünde şu şekilde yemin eder. “ Vazifemi Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına, nizamlarına ve örf ve adetlerimize uygun olarak ifa edeceğime, cemaatimize ait dini, hayri ve içtimai müesseselerin hak ve menfaatlerini koruyacağıma, dindaşlarıma hak, hakikat ve fazilet yolunda rehber olacağıma ve bu yolda sadakatle hizmet edeceğime huzuru ilahide söz veririm” Bundan sonra Patrik vekili tarafından yeni Patriğe patriklik asası tevdi ve kendisi tebrik olunur.

Bazı mahkemelerin Hahambaşılığı cemaatin temsilcisi olarak görmeleri, siyasi değil hukuki temsildir. (7) Patriğin ya da Hahambaşının cemaati hukuken temsili için bile AB 2007 İlerleme Raporunda da yer aldığı gibi cemaatlerin tüzel kişiliğinin tanınması gerekmektedir.

“ Bir kuruluşa, bir makama hükmi şahsiyet, yani tüzel kişilik tanınıyorsa, bu tüzel kişilik, Türk Medeni Kanununun 48. maddesi gereğince insana has olanlardan maada bütün yetkileri kullanabilir ve tasarrufta bulunabilir… Eğer azınlık cemaatlere tüzel kişilik tanınacak olursa, bu vakıflar mensup oldukları dini cemaat tüzel kişiliğine bağlanacak, yani merkezi bir idare teessüs edecektir” (8)

Görüldüğü gibi söz konusu olan hukuki temsildir. Bu gün Patriklik tüzel kişiliği bile henüz tanınmadığından bu konu da tartışmalıdır. Kısacası hukuki temsili, yani Patriğin cemaati mahkemelerde ve idari makamlarda temsili bile sorunluyken, Patrikliğin cemaati parlamentoda ya da hükümet nezdinde siyasi olarak temsil ettiği iddiası hiç tutarlı değil.

Sayın Mahçupyan’ın, dinin artık bağlayıcı olamayacağı yolundaki düşüncelerine diyeceğim yok, bu da bir görüş. Zaten söz konusu “cevval gençlik” çoktan yollarını ayırdı. Bu küçük gruplara bakarak Ermeni cemaatinin paradigmasının değiştiğini sanmak da başka bir yanılgı. Son yıllarda kilise karşıtı, Patriklik karşıtı genç, yaşlı önemli bir grubun varlığı inkâr edilemez. Ancak genelleme tuzağına düşmeyelim, kiliselerimiz hala doluyor. Toplumun çoğunluğu, hala kilisesine de, patriğine de bağlı. Globalizm bir yandan dünyayı küçültürken bir yandan da azınlık kültürleri ve din öne çıkıyor. Çağdaş insan hakları bu kültürleri, tabi dinleri koruyor. Sovyet, 70 yılda bütün melanetiyle dini ortadan kaldıramadı, din de kilise de hala var. Türkiye Ermenileri açısından bakıldığında, büyük toplumun sağcılarının dışarıdan, bizim küçük toplumun bir kısım solcularının içeriden bütün gayretlerine rağmen bu topraklarda Ermeniler var olduğu sürece kilise de, Patriklik de varlığını sürdürecektir. Bu topraklarda pek çok felakete, pek çok travmaya rağmen, bu toplum hala varsa bunun en önemli dayanağı, daima kendi milletiyle özdeşleşen, Apostolik Doğu Ortodoks’u Ermeni Kilisesidir. Bunu Ermeni karşıtı tarihçiler bile kabul eder. Dininden, kiliseden uzaklaşan grupların kolayca asimile olduğu görülür. Bu gün Ermenice konuştuğu halde ben Ermeni değilim diyenlerin yanında, bir tek kelime Ermenice bilmeyen, bir asırdır din adamı ve kilisesi olmayan, hatta Türkçe bile bilmeyen gruplar hala Ermeni’yim diyorsa bunun tek nedeni dinimizdir, mezhebimizdir.

Sonuç olarak, eğer amaç gerçekten Patriklik yanında sivil işlerle görevli seçilmiş bir merkezi meclisin bulunması, merkezi bir yönetim tesisi ise, buna kimse karşı çıkmaz. 1863 Nizamnamesinde yer alan sivil (cismani) meclis benzeri ya da başka seçilmiş merkezi bir kurul herkesin isteğidir. Ancak bu konuyu bir niyet meselesine indirgemek ve buradan yola çıkarak genellemelerle suçlamalarda bulunmak, sadece son yıllarda yeteri kadar var olduğu bilinen patrik karşıtlarını çoğaltmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Eğer gerçekten cemaate yararlı olmak isteniyorsa, öncelikle cemaatin ve Patrikliğin tüzel kişiliğinin tanınmasını istemek gerekir. Bu konu da, Patikliğin istek ve niyetiyle değil doğrudan doğruya hükümet ve parlamento ile ilgilidir. Şu ya da bu nedenle, yasal eksiklikleri patrikliğin suçu gibi göstererek patriği suçlayıp toplumda patrik karşıtlarını çoğaltmak, gençleri kiliseden ve dolayısıyla cemaatten uzaklaştırmak kanımca asimilasyonu hızlandırmaktan başka bir sonuç doğurmaz.

Büyük toplumun içinde, onlardan tamamen ayrı seküler bir toplum olmak mümkünse, bu düşüncede olanların bize iyi bir örnek olmalarını beklemek hakkımızdır sanırım. Şu ya da bu nedenle Patrikliğe karşı olanların paraları pulları, gazetesi, arkalarında her sözlerini gazetelerinde yayımlayan en az üç dört ulusal solcu gazete ve solcu yazarçizerlerin önemli bir bölümünün açık desteği, gençlik kolu, derneği hatta yararlanabileceği radyosu var. Sadece din adamlarını suçlayarak, uyduruk anketler yoluyla toplumu maniple etmeye çalışarak, din adamı ve kilise karşıtlarını artırarak cemaatlikten kurtulup cemiyet (toplum) olacaklarını sanmaları acıklı olur doğrusu.

Sonuçta, biz Türkiye Ermenileri için çok önemli olan pek çok sorun, sivilleşme denen bu garip iddianın gölgesinde kayboluyor. Ağaca bakmaktan orman görülemiyor.

Kısaca bir göz atalım:
Patrikliğin ve cemaatin hala tüzel kişiliği kabul edilmiş değil, bir yönetmeliği yok. Vakıflar kanununda pek çok eksiklik var. Bu eksikliklere rağmen pek çok sorunu çözebilecek Vakıflar Kanununun en önemli maddeleri Anayasa mahkemesinde. Türkiye, Lozan Antlaşmasının azınlıklarla ilgili maddelerinin bazı bölümlerini hala uygulamıyor. Türkiye, AB’nin İlerleme Raporundaki, cemaatin tüzel kişiliğinin tanınması ve bir bölümü BM sözleşmelerine konulan çekincelerle ilgili pek çok öneriyi hala dikkate alıp yerine getirmedi. Türkiye, azınlıklar açısından çok önemli olan Avrupa Bölgesel Ve Azınlık Dilleri Şartı’nı, Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Çerçeve Sözleşme’yi hala imzalamadı. Öğretmen ve din adamı yetiştirme sorunlarımızı da saymıyorum artık. Sanırım AB henüz bu sivilleşme işinin önemini kavrayamadığı için ilerleme raporuna koymuyor(!)

Son bir nokta daha: Kimseden patriğe ve patrikliğe saygı göstermesini isteyemeyeceğimiz gibi kimseyi de saygı duymaya zorlayamayız ama en azından hastalığa saygı gösterilmesini –belki- bekleyebiliriz. 

1)Türkçede temsiliyet sözü yok büyük bir yanlıştır (galattır).
2) https://web.archive.org/web/*/http://www.hyetert.com/yazi3.asp?s=0&AltYazi=Makaleler%20\>%20Genel&Id=283&Sayfa=1&DilId=1 
3) http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/1/0272.htm Prof. Hayrettin Karaman
4) http://www.birgun.net/world_index.php?news_code=1113169177&year=2005&month=04&day=11
5) Kamu Hukuku Dersleri-Leon Duguit- http://auhf.ankara.edu.tr/auhf-yayinlari-arsivi/leon-duguit/kamu-hukuku-dersleri/kitabin-tamami.pdf
6) Av. Yuda Reyna- Av. Ester Moreno Zonana, Son Yasal Düzenlemelere Göre Cemaat Vakıfları – Gözlem yayıncılık sayfa 256
7) A.g.e sayfa 233 
8) A.g.e sayfa 230–231

Murat Bebiroğlu
Kasım 2008

Yorumlar kapatıldı.