Sevgili Okuyucular,
Eylül ayında, ayrıldıktan 47 yıl sonra doğum yerim olan Arapkir’e yaptığım seyahati sizlere anlatmak istiyorum. Daha önce önemli bir bölümünü özel bir gruba yazdığım notları, biraz daha elden geçirerek sizlere aktarmaya çalışacağım.
Sevgiler.
Murat Bebiroğlu
murat.bebir@gmail.com
ARAPKİR 2008
(Resim 1 Bizim mahallenin belediyeden görünüşü)
Son olarak Arapkir’e 47 yıl önce gitmiştim. Uzun zaman Arapkir’e gitmek istemedim, çünkü gidip görenler evimizin yıkıldığını, bahçedeki ağaçların yok edildiğini söyledi. Dedemin bahçesinde de bir tek meyve ağacı kalmamıştı. Ben hayalimdeki evi, bahçeleri kaybetmemek için uzun süre gitmek istemedim Arapkir’e. Ancak yine de merakımı yenemedim ve bu yıl Arapkir’i bir kez daha görmek istedim.
İstanbullu olan eşim Mari de benimle gelmeyi kabul etti. Arapkir’i bilenler Eylül bağ bozumu şenliği en güzel zamandır dediklerinden, Eylül ayında gitmeye karar verdik. Bu arada ablam da bize katıldı. Oğlum Alen Sarkis de bir günlüğüne gelirim dedi. Malatya’ya kadar uçakla gidip, Arapkir’e karayoluyla ulaşmaya karar verdik.
Üniversite öğrenimi için İstanbul’da bulunan Arapkirli iki genç arkadaş bana yol gösterdiler, yardımcı olacaklarını söylediler. Ancak ben onları Arapkir’de sanırken onların doktora imtihanı için İstanbul’da olduğunu öğrendim. Neyse gençlerin Arapkir’de yaşayan kardeşlerinin yardımcı olacağını söylediler. Bu arada Bakırköy Belediye başkan yardımcısı Yervant Özuzun, Bakırköy zabıta Müdürü olan Arapkirli Şevki Bey kanalıyla bize başka tanıdıklar ve belediyeden yetkililer buldu. Doğrusu Arapkir’de tanıdığım olabileceğini de hiç sanmıyordum. Bu yüzden de herkesten gelecek yardımlara açıktım.
ARAPKİR HAKKINDA KISA BİLGİ
Arapkir’in kuruluş tarihi konusunda kesin bilgiler yoktur. Bu konuda Türkçe kaynaklar da çok sınırlı. Sanırım bu konuda ki temel eser, benim de ilkokulda öğretmenliğimi yapan rahmetli Fikri Yücel’in ‘Arapkir Tarihi’ isimli kitapçığıdır.
“Arapkir’in en eski ismi ‘Daskuza’dır… Daskuza (Arapgir) etrafındaki şehirlerin eskilerinden Malatya ile yaşıt denecek eskiliktedir. (M.Ö. 15. Yüzyıl) Yakınındaki Divrik, yukarıda da yazıldığı gibi M.Ö. 100. yıllarda kurulmuştur.” (1)
Arapkir Belediyesi’nin sitesinde şu bilgiler var: “M.Ö. 612’de Asur Devletini yıkan Medler Arapgir’i egemenliklerine aldılar. 330 yılına kadar Arapgir Medlerde kaldı. Medlerin Doğu İran’da uğraşmalarından faydalanan Ermeniler merkezleri Ahlat olarak Urartuların ülkesinde bir Ermeni krallığı kurdular. Ermenilerin bir sürede Sakaların yönetiminde kalan Arapgir Med İmparatoru Keyaksar’ı Lidya üzerine giderken bütün Anadolu’yu yeniden kendine bağladı. Arapgir önce Med sonrada Pers İmparatorluğunun bir parçası olarak 215 yıl kaldı.” (2)
Arapkir’in nüfusu konusunda da değişik kaynaklarda çok farkı rakamlar görüyoruz. “Dr. Nejat Göyünç’un Ortadoğu Teknik Üniversitesi araştırmalarına göre Arapgir’in 1911 nüfusu 20,000 civarında olup, yarısı Türk Müslüman, diğer yarısı ise Ermeni Hıristiyan idi. 1830’lu yıllarda Arapgir tekstil ürünleriyle dünyaca ün salmıştır.” (3)
Bir başka kaynağa göre:
” 1894–1895 yıllarında “ Arapkir kazasının nüfusu 10.908 erkek, 11.152 kadın olmak üzere toplam 22.060 kişidir. Bu nüfusun 9.072 kişisi Ermenidir.” (4)
Arapkir Ermenilerini Tarihi isimli kitapta da Arapkir’in nüfusu konusunda -sağlıklı olduğu tartışmalı- değişik sayılar yer almaktadır. Kitapta, 1892 yılında yayımlanan Vital Kuini’in La Turqui d’Asie isimli eserinden alındığı belirtilen rakamlara göre, Arapkir’in nüfusu köyleriyle birlikte 69.507 kişidir. Bu nüfusun 27.622 kişisi Türk, 4218 Kürt, 10532 Apostolik Ermeni kilisesine bağlı Ermeni, 200 Ermeni Katolik, 235 Ermeni Protestan ve Kızılbaş 26.600’dır. Sonuç olarak çeşitli kaynaklara göre Arapkir’in nüfusu yukarıda belirtildiği gibi 69.507 ile 20.000 arasında değişmektedir. (5)
Bu gün Arapkir’in nüfusu şehir girişindeki tabelaya ve son nüfus sayımına göre 6.400 kişidir. Ermeni nüfus ise 6 kişidir.
Arapkir ve Kemaliye (Eğin) Ermeni halkı konusunda ise, Patrik Magakya Ormanyan, Azgabadum (Ermeni Milletinin Tarihi) isimli kitabında şu bilgileri vermektedir.
“Vaspuragan Ermeni krallığı kralı Senekerim, İslam saldırıları yüzünden Bizans İmparatorluğu ile anlaşarak Van’dan Sivas’a taşınmaya karar vermiştir. 1021 tarihinde Vaspuragan’ın toplam nüfusunun üçte biri olan 400.000 kişi ile Sivas’a yerleşmek üzere yola çıkar. Nüfusun büyük bölümü Sivas’a yerleşir. Orada Surp Nışan kilise ve manastırını kurarlar.
Beraber yola çıkan halkın ve din adamlarının bir bölümü ise başka şehirlere yerleştiler. Arapkir ve Kemaliye (Eğin) Ermeni toplumunu bu gruplar meydana getirmişlerdir.” (6)
Ormanyan, “Hayats Yegeghetsi” (Ermenilerin Kiliseleri) isimli eserinde, Arapkir’in nüfusu ve kiliseleri konusunda şu bilgiler verilmektedir. 1911’de “Arapkir bir Episkoposluktur. Ermeniler 16 semte yerleşmiş, 19.500 kişidir. Ermenilerin toplam 20 kilisesi vardır. 19.500 kişilik Ermeni nüfusunun 500 kişisi Ermeni Katolik, 1000 kişi ise Ermeni Protestan’dır”. (7)
Arapkir, 1834 yılında Diyarbakır’a, 1847’de Mamuret-ül Aziz (Elazığ) sancaklarına bağlanmış, 1928’de ise Malatya’nın bir ilçesi olmuştur. İlçenin yüzölçümü 956 kilometre karedir.
Malatya isimli eserde, Arapkir’de biri Katolik Ermeni, biri Protestan Ermeni kilisesi olmak üzere toplam 10 kilise olduğu belirtilmektedir. (8) Ne yazık ki bu gün bunların bir tekinin harabesi bile yoktur.
İsmi Semt Mezhep
Surp Pırgiç Kilisesi Ketenzade Katolik
Cuğran Kilisesi Berenge Protestan
Meryem Ana Kilisesi Hoca Ali Mahallesi Apostolik
Lusavoriç Kilisesi Şehruz Mahallesi ”
Surp Kevork Köseoğlu Mahallesi ”
Surp Agop Yenice-i Süfla Mahallesi ”
Meryem Ana Kilisesi Şepik Köyü ”
Surp Nışan Kilisesi Anberge köyü ”
Surp Plibos Arakel Çit köyü ”
Surp Serkis Kilisesi Eskişehir Kozluk Deresinde ”
YOLCULUK
Cuma sabahı saat 7.20 uçağına bilet aldık. Hem yolculuk hem de Arapkir’i görmek heyecanıyla da olacak çok az uykuyla yola çıktık. Atatürk hava limanında bazı aksilikler olduysa da nihayet uçakta yerimizi aldık. Yolculuk yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Uçakta Anadolu’nun çoraklığını, yeşilin azlığını gördük. Malatya ovası geçtiğimiz yerlere göre çok daha fazla yeşil görünüyordu. Keban gölü de ayrı bir görünüm vermişti Malatya’ya.
Rahat bir uçuştan sonra Malatya’ya indik. Malatya sıcaklıkta doğrusu İstanbul’u aratmadı. Küçük valizlerimizi kargoya vermediğimiz için, hemen Havaş otobüslerine yöneldik. Doğal olarak da valizi olanları beklemek zorunda kaldık. Muavine Arapkir garajında ineceğimizi ve bize haber vermesini söyledik. Malatya havaalanı şehirden 33 kilometre uzakta. Otobüs bizi bir yerde indirdi ve karşıya geçin pembe boyalı binanın arkasında Arapkir garajı dediler. Neyse epeyce dolaşıp bulduk garajı. Otobüs kişi başına 8 YTL alıyor.
Arapkir Malatya arasında sadece minibüsler çalışıyor. 25 minibüs iki saatte bir karşılıklı sefer yapıyor. Kişi başına 10 YTL ödeyip biletlerimizi alıp beklemeye başladık. Pek inanılır gibi değil ama Ramazanın ortasında garaj civarında sigara içenler, döner yiyenler vardı. Sanırım garaj civarında olanlar -dini deyimle- seferi (yolcu) sayıldıklarından oruç tutmaları zorunlu görülmüyordu.
Nihayet yola çıktık. Arapkir Malatya arası 120 kilometre, yanılmıyorsam eskiden 105 kilometreydi. Sanırım yeni yol biraz uzamış. Yol asfalt ve bakımlı. Minibüsler bildiğimiz minibüsler, yolda rastladığı her yolcuyu ayakta da olsa alıyor. Bu yüzden de yol iki saat sürüyor. Yollar hiç tanıdık değil. Yol sanki uzamış gibi bitmiyor bir türlü. Keban baraj gölünü uzaktan görüyoruz. Geçtiğimiz köylerin isimleri tanıdık değil. Köy isimlerini değiştire değiştire bitirememişler hala değiştiriliyormuş. Birçok köyün ismi hatta Ermenice olduğu çok şüpheli isimler bile, sanırım ne olur ne olmaz diye değiştirilmiş. Haklı olarak bizden korkuyorlar (!) Ne olur ne olmaz, köyün ismi Ermenice olunca bir bakarsın gidip sahiplenmişiz. Ne garip, hala devlet bu paranoyadan kurtulamadı.
Dağlar çıplak, yeşili yok neredeyse. Yolda Yervant arayıp bana yardımcı olacak Belediye yetkilisinin ismini ve telefonunu verdi. İstersem karşılayacaklarını söyledi. Ben karşılamalarına gerek yok dedim. İstanbul’da tanıdığım Arapkirli öğrenciler, kardeşlerinin otelde yer ayırtacağını ve bizi karşılayacaklarını söylemişlerdi. Arapkir göründüğünde Mari bak bir köy daha derken, bak o köy dediğin yer sanırım Arapkir dedim. Gerçekten Arapkir’e gelmiştik. Yol üzerinde tam Arapkir girişinde herkes gururla bu sene eğitime başlayacak olan, Malatya Üniversitesine bağlı Meslek Yüksek Okulunu gösteriyordu. Okul iki yıllık ön lisans, devam etmek isteyenler Malatya’ya gidecekmiş. Arapkir girişindeki eski semtleri de zaten pekiyi bilmezdim, bize çok uzaktı. Fakat şoför son durak geldik deyince cidden şaşırdım. Çünkü etraf hiç tanıdık değildi. Saat 12 civarında Arapkir’deydik.
ARAPKİR İLK GÜN
Bizi karşılayacağını söyleyen gençler ortada yoktu. Telefon ettim, uzakta olduklarını ancak otelin boş olduğunu, oda bulmakta sorun olmadığını söylediler. Bu arada yanımıza, isminin Uğur olduğunu söyleyen bir taksi şoförü yaklaştı. Yardımcı olayım dedi. Otel aradığımızı söyledik tamam dedi valizleri yükledik. Yola çıktık. Önce çocukların sözünü ettiği otele gittik. Uğur gelin bakın dedi, biz indik kapıda kimse yok, dış kapı açık. Uğur odalara bakın dedi ama kapılar kapalıydı. Ama dış görünüş bir fikir veriyordu, Eşim, gidelim buradan dedi. Uğur, burada bir de öğretmen evi var ona bakın dedi. Öğretmen evi de dışarıdan çok farklı görünmüyordu. Son olarak bir de özel idarenin bir oteli var dedi. Oraya yöneldik bana yol uzun geliyordu ama sonra gördük ki dolaştığımız yerlerin birbirinden uzaklığı 200–300 metre. Buraya da otel demek zor. Ne bir yazı ne bir tabela var. Alt kat kahvehane, üst kat otel. Bir belediye görevlisi aynı zamanda ikinci iş olarak oteli yönetiyor. Otelin hem müdürü, hem temizlikçisi, hem resepsiyonisti. Cana yakın, yardımcı olmaya çalışan bir kişi Ali Bey. Hep dost, hep yardıma hazır. Burası diğerlerine göre biraz daha temiz gibi. Neyse odaları dolaşıp iki oda seçtik. Sanırım tek müşteriyiz. Fiyatı sorduk. Ali Bey, adam başı günde 7,5 YTL ama siz yabancı değilsiniz üç kişi 20 YTL dedi. Uğur’a parasını verdim ve öğrendim ki Arapkir taksilerinde taksimetre yok. Her gidenin önceden bir zamanlar İstanbul’da olduğu gibi pazarlık etmesi gerekiyor. Gerçekten otel için istenen rakam komik ama banyo falan pek işe yarar değil.
Bir temizlik yapılacak mı diye sorduk. Ali Bey yapayım deyip paspası kapınca aman bırak vazgeçtik dedik. Biz temizliğe giriştik. Pek düzelecek gibi değil ama yapılacak bir şey yok. Ben de bu arada oğlumu arayıp Malatya’da ineceği durağı, garajı nasıl bulacağını anlattım.
Sonra Belediye yetkilisini aradım. Tuncay Bey, bizi beklediğini söyledi. Yolu tarif etti. Hükümet meydanı dediğimiz yeri tanıyamadım. Ne hükümet konağı var, ne eski belediye ne de ufacık PTT. Yeni hükümet konağı, yeni belediye binası yapılmış. Tuhaf olan güzelim hükümet meydanının yok edilmesi. Bir yanına büyük bir pasaj yapılmış ama dükkânların yarısı boş. Diğer tarafta büyük bir çay bahçesi. Neyse bir iki kişiye sorarak belediyeyi bulduk. Tuncay Bey bizi karşıladı, odasına aldı ve bu arada bizim için belediye misafirhanesinde iki kişilik yer ayırdığını söyledi. Üç kişi olduğumuzu bilmiyormuş. Sağa sola telefon etti ama sadece iki kişilik yer verebileceğini söyledi. Biz hemen odaları görelim dedik. Misafirhane belediye binasının üst katında ayrılan bir bölümde birkaç oda. Gerçekten de otellere göre çok daha iyi durumda. En azından banyo yapılabilirdi. Ben hanımlar burada kalsın ben otelde kalayım dedim. Hanımlar dünden razı. Hemen gidip valizleri aldık. Onları oraya taşıdık.
Arapkir söz konusu olduğunda Müslüman’ı Ermeni’si herkes neden Ermeni mezarlığına bakmıyorsunuz, hiç olmazsa etrafını çevirin diyordu. Tuncay Beye bu konuyu başkan ile konuşmak istediğimi söyledim. İsterseniz hemen görüştüreyim dedi. Ben hayır önce mezarlığı göreyim sonra, konuşayım dedim. Bağ bozumu şenliğini sordum. Bu sene hem Eylül Ramazana geldiğinden, hem de bu şenliklerin sponsorlarından Acıbadem hastanelerinin sahibinin oğlunun genç yaşta trafik kazasından ölmesi nedeniyle şenliklerin yapılmayacağını öğrendik. Kazayı hatırladım, gazetelerde okumuştuk haberi ve hiç tanımadığımız bu genç kayıp için gözlerimiz yaşarmıştı.
Bu arada Tuncay Bey bizi Belediye Zabıta Memuru Mustafa’yı tanıştırdı. Mustafa diyorum çünkü o kadar dost, o kadar ölçülü ve saygılı ki onu arkadaşım gibi görmeye başladım.
Mustafa isterseniz sizi bizim eve götüreyim yerimiz var dedi, dostça. Sonra tanıştırdığı babası Güngör Bey ile de hemen kaynaştık, dost olduk, o da evde yerimiz var gelin dedi. Tabi kabul etmedik. Bu arada herkese bir yolunu bulup Ermeni olduğumuzu anlatıyorum. En azında kim olduğumu anlatmak için Dabakçı Serkis’in oğluyum diyorum. Babam Arapkir’de öyle tanınır.
Odalara yerleşip orada da temizlik yapıldıktan sonra, Mustafa hadi sizi gezdireyim dedi. Nereyi görmek istersiniz diye sordu. Ben önce babamın dükkânına bakayım, sonra mahalleye gitmek isterim dedim. Olur dedi Mustafa. Babamın dükkânı ve yanındaki dükkân hatta karşımızdaki Bayi Mehmet’in dükkânı da yoktu artık. Yollar sanki daralmış, değişmiş. Hamam kapalı, yıkılma tehlikesi var dedi Mustafa. Belediye onarmaya karar vermiş ama ne zaman o belli değil. Çarşı yukarıya taşınınca aşağılar adeta yok olmuş. Her taraf boş ya da yıkılmış. Kapalı ama eski halini koruyan ahşap kepenkli iki dükkânı burada gördük. Fotoğrafını çektik.
Buğday (Buğda) meydanı denen, eskiden etrafı tamamen dükkân dolu meydan da boştu. Han da yıkılmıştı. Eski çarşıyı geçtikten sonra eskiden ismi Yeni İlkokul olan okulumu bulduk. (Resim 2 Yeni İlkokul)
Okulun ismi değişmiş yeni ek binalar yapılmış. Ablam bu okulda bir sene, ben dört sene okumuştum. Okuldan hemen sonra bizim mahalleye yaklaşık bir kilometrelik dik bir yokuşla iniliyor, eskiden olduğu gibi. Sadece yolun başında bir tek bina vardı, eskiden. Ortaokul öğretmeni -öğrencilerin deyimiyle- Deli Bekir Sami’nin evi. Allah rahmet eylesin benim de hocam olmuştu Bekir Sami Bey. Onu bile tanıyamadım etrafta başka binalar var. Yokuşun çok küçük bir bölümünü belediye –bence yanlış yaparak- asfaltlamış. Diğer bölümler eskiden olduğu gibi taş kaldırım. Karda, kışta o asfalta yürümek epeyce zor olur. Yokuşun daha başında Ablam pes edip bir evin yanında bizi beklemeye karar verdi. Sonra ona hak verdim, gerçekten iniş değil ama sonra çıkış ciddi dert oldu, çok yordu bizi.
Neyse Mari ve ben Mustafa ile birlikte başladık inmeye. İlk yokuşun bitişinde sadece iki dut ağacı tanıdıktı, nasılsa dayanmış. Köprüye inen yol bile kaybolmuş, toprak bir yol var. Ne dereyi tanıyabildim ne köprüyü. Dere yatağı plastik çöp torbaları ile dolu zaten iyice azalan su bu torbaları taşıyamamış. Önce dedemin evine gidelim dedim, yolumuza çok yakındı. Mustafa neredeyse herkesi tanıyordu. Tarif edince anladı evi. Dedemin evi duruyor ama tanımak mümkün değil. (Resim 3 Dedemin Evi-Nalbant Misek;Misak Ağacanoğlu)
Damın üzerine saç çatı yapmaları neyse, bir de önündeki avluya bir oda ilave etmek üzere tuğlaları sıralamışlardı. Hemen evin önünde akan kaynak suyu yok. Çünkü birkaç yüz metre uzaktan gelirdi ve her sene yollarını temizlemek gerekirdi. Hatta komşulardan biri astımlı idare lambasıyla temizliğe kakışınca ölmüştü o yolda. Kimse bakmayınca eğer su hala kurumadıysa muhtemelen dereye akmaya başlamıştır. Mustafa dönerken bir ev gösterdi bu Mükür’ün evi dedi. Tanırdım Mükür Hanımı. Mahalledeki tek olumlu gelişmeyi de onu evinde gördüm. Bu aile biz oradayken köyden Arapkir’e taşınan son aileydi. Önünde küçük bir boş saha vardı, biz okul dönüşü orada oyun oynar acıkınca yayama (nineme) koşar tandır ekmeği ile banir (peynir) ya da zsayin (Kurutulmuş domates ve kekik şimdi adını hatırlayamadığım iki taş arasında öğütülür ekmeğe serpilere yenir) alır oyuna devam ederdim. O boş bölümü Mükür (Mükür de Mükrüme’nin kısaltılmışıdır) ailesi tarafından ağaçlandırılmış, bahçede meyve ağaçları var. Mustafa, ben tanıdığımı söyleyince kapsını çaldı ama açan olmadı. Dar sokaklardan geçerek bizim evin bulunduğu yere doğru ilerledik. Sokağın üst tarafındaki bizim Tandır evi de, yakınındaki Ali dayının evi de olduğu yerde yıkılıp kalmıştı.
Bizim ev ise gerçekten yürekler acısı.
(Resim 4 evimiz- Dabakçı Serkis- Sarkis Bebiroğlu)
Ev yıkılmış yanında ve alt kapısının karşısında bulunan yaklaşık 200 metrekarelik bahçeden de sadece yıkıntı kalmış. Aklımda kalan 4–5 dut ağacı, üç elma ağacı, iki kaysı ağacı, iki erik ağacı ve iki üç yeni fidandan sadece bir dut kurtarmış kendini nasılsa. Havuz da, su da yok. Doğal olarak oralarda o zamanlar İstanbul gülü denen havuz başındaki kırmızı güllerin de yerinde yeller esiyor. Komşuların anlattığına göre satın alan yeniden yapmak üzere yıkmış ama o arada kendisi ölünce aile, ağaçlara bakmamış muhtemelen kesip yakmışlar. Sonra da aile tekrar köye dönmüş komşuların dediğine göre. Çok üzüldüm, çok hüzünlendim.
Arapkir’de Müslüman Ermeni herkes meyve ağacını sever korurdu. Kaldı ki o zaman bir tek meyve bile satmak mümkün değildi. Hiç unutmuyorum son gittiğim sene babam bahçeye yine bir elma ağacı dikiyordu. Karşıdan komşu Hüseyin Efendi seslendi “Serkis ağa o ağacı tikiysin de meyvesini kim yiyecek ?” Babam cevap verdi “Ağa biz tikerük bir yiyen bulunur.” Bu düşünce sanırım sadece Arapkir değil bütün Anadolu Ermenilerinin temel zihniyetidir. Ne yazık ki o ağaçların meyvesini kimse yiyememiş çünkü artık yoklar.
Bizi orada gören komşular toplanmaya başladı. Komşuların çoğu bizi değil, bizden sonra evi satın alanı bile tanımıyorlardı. Sonra Mükür yenge geldi. Eskiden olduğu gibi yine hep başını ve ağzını yazma mı, tülbent mi demeli bir örtü ile kapatmıştı. Saçları aradan görünüyor yani türban değil. Mustafa tanıştırdı. Benim ismimi duyunca hemen yanıma geldi, sen Murat mısın dedi evet deyince de yanıma geldi. Aileyi, ablalarımı sordu. Bütün komşular Mari ile tanıştı. Kendisini, ailesini çocuklarını anlattı. Bütün komşu kadınları gelin bir çay için diye ısrar ediyorlardı. Çoğunun oruç olduğunu tahmin ettiğimden teklifleri kabul etmedim. Tekrar bir gün sonra gideceğimizi söyleyip ayrıldık. Dönüşte yokuş ciddi olarak zorladı bizi. Her gün bu yokuşu inip çıkmak hele karda kışta gerçekten zor iş. Biz çok yorulduk. Bu arada Mustafa’nın da oruçlu olduğunu öğrendim. Bu kadar zor bir yola götürdüğüme üzüldüm. O, ‘yok iyi oldu zaman geçti zaten ne yapacaktım’ dedi. Yolda ablamı da alıp tekrar çarşıya döndük. Mustafa gelin siz Mireşoğluna götüreyim dedi. Zaten biz de görmek istiyorduk.
BU GÜN ARAPKİR ERMENİLERİ:
Bu gün Arapkir ve köylerinde yaşayan toplam, -bir Arapkirli olmayan Ermeni bakıcı dâhil- 6 Ermeni var. Bunlardan biri yüz yaşını aştığı söylenen Sarkis Mireşoğlu. Sarkis Bey kilisemiz yıkıldıktan sonra kilisenin kapısını satın alıp Badriarkarana (Patrikliğe) gönderen kişi. Bu kapı şimdi Mayr Yegegesi (Kumkapı Maryam Ana Kilisesi) Kazaz Amira salonunun kapısı. Çocukları, Sarkis beye bakması için bir Ermeni bakıcı tutmuşlar. Mustafa evi biliyor bizi götürdü. Biz tamam artık yolu buluruz deyip gönderdik Mustafa’yı. (Resim 5 Sarkis Mireşoğlu’nun evi)
Sarkis Bey çok net hatırlayamadı sanırım bizleri. Ablama, akrabaları olan kocasını, kocasının kardeşlerini sordu, öldüklerini yeni duymuş gibi çok üzüldü. Bakıcı kadına bize kahve yapmasını, meyve getirmesini söylüyor, azarlıyordu. Bu arada yardımcı kadın orada bulunan başka bir kişiyle tanıştırdı bizi. İsmi Mikayel, 50 yaşlarında bir Ermeni. Kendisinin ve abisinin yalnız yaşadıklarını anlattı. Ben Arapkir’de bir kişi olduğunu sanıyordum demek ki, üç kişiymişler, bakıcı ile birlikte 4 kişiler. Şepik köyünde yaşayan ve son gün tesadüfen tanıdığım Papken Bey ve kız kardeşi ile birlikte toplam 6 Ermeni var Arapkir’de. Bakıcı kadın koşuşturup durdu. Mireşoğlu tabi Ermenice konuşuyordu. Biz kahvemizi içerken Mireşoğlu askerlik anılarını anlatıyor ve ikide bir şimdi nereden bildiğimi, duyduğumu hatırlamadığım, çok bilinen bir sözü tekrarlıyordu “ Vay kez kağak vor işhanıd manug e” (Vah sana şehir -çünkü- kralın bir çocuk) diyordu. Sanırım Arapkir’in durumuna üzülüyordu. Kadını komşularıyla görüştüğü için azarlıyordu. Kadın da onlar iyi insanlar, bana kötülükleri yok diye bağırıyordu ama Sarkis beyin kulakları artık pek duymadığından sözlerinin çoğu boşa gidiyordu.
Mikayel safça bir çocuk. Ne iş olursa yaparım diyenlerden. Ara sıra ziyaret edip Sarkis Beye de bir isteği olup olmadığını soruyormuş. Sarkis Bey ona karşı da sert. Sanırım ara sıra para da verdiğinden Mikayel de ses etmiyor. Bazen sanayide iş buluyorum, bazen başka işler yapıyorum on lira falan veriyorlar diyor. Üzücü. Bu arada Mikayel sana bizim Kilise ile ilgili bir kitap vereceğim, patrikliğe vereceksin tamam mı dedi. Ben çok heyecanlandım. Çünkü bu konuda hiçbir kaynak yok elimizde. Yarın getirsin falan dediler. Ben yok hemen gidip alalım dedim. Epeyce uzakta oturuyormuş, alıp geleyim dedi yok bende geleyim dedim heyecanımı gizleyemedim. Hanımları orada bırakıp Mikayel ile başladık yürümeye. Mikayel ve kardeşi Sarkis küçük güzel bir evde oturuyorlar. Ayakkabımı çıkarıp eve girdim. Hemen kitabı ver dedim. Mikayel, benim şaşkın bakışlarımın arasında içinde üç tane Arapgir Postası gazetesi olan bir zarf tutuşturdu. Bu ne dedim. Gazetede Arapkir kilisesinin fotoğrafı varmış. Şaşkınlığımı ve hayal kırıklığımı tahmin edersiniz. Dönüşte bu yüzden bakıcı kadından iyi bir azar işitti Mikayel. Yıllarca yatalak annesine baktığından hem evlenememiş, hem de Arapkir’den dışarı çıkamamışlar. Söylediğine göre Arapkirli İstanbul’da yaşayan bir dişçi “gel dişlerini yapayım hatta seni evlendireyim” demiş. Son gördüğümde yarın domates alıp İstanbul’a gidiyorum dedi. Bilmem geldi mi?
Arapkir’de, Şepik köyünde yaşayan iki kişi var: Papken ve kız kardeşi. Papken ile son gün tamamen tesadüfen bir dükkânda karşılaştım. 75–80 yaşlarında bir kişi. Soyadını soramadım, bilmiyorum. Yıllardan beri iki kardeş Şepik köyünde yaşıyorlar. Bir baba dostunun oğlunun dükkânını ziyarete gitmiştim, bir kenarda oturuyordu. Kimse tanıştırmadı bizi. Biz konuşurken yanıma geldi Murat mısın dedi, evet dedim. Sıkı sıkı sarıldı bana hoş gelmişsin Muradım dedi, sesi titrekti. Hemen sordum, yoksa sen Papken misin dedim. Benim dedi. Çok sevindiğimi söyledim, Şepik’in önünden geçtik ama zaman yoktu gelemedik dedim. Gelin başımızın üstünüzde yeriniz var, bak gidiyorsunuz bir çay bile ısmarlayamadım dedi. Teşekkür ettim, içmiş kadar oldum sağ ol dedim. Biraz buruk, biraz kırık ayrıldım yanından.
Arapkir’in 6 Ermeni’sinin 4’ünü görmüş oldum. Mikayel’in abisi Sarkis’i ve Papken’in kız kardeşini göremedim. Ocak’a giderken Şepik önünden geçerken, sonradan tanıştığımız dost olduğumuz Derviş Bey, şu bilgiyi verdi. Şepik’te Sünni, Alevi ve Ermeni yaşar ve buranın en büyük özelliği her üç grubun aynı mezarlıkta yan yana yatmalarıdır dedi. Aklıma gelmedi yoksa Papken’e bu konuda bazı sorular sormak isterdim.
Sarkis Beye, bakıcı hanıma ve Mikayel’e veda edip evden ayrıldık. Yine tanıdık olmayan çarşıdan geçip otele geldik.
Bu arada İstanbul’da tanıdığım öğrencilerin kardeşleri aradı, buluşalım dediler. Saat 6 civarında tanıştık. İki genç insan. Mehmet evli ve inşaat işleri yapıyormuş, küçük kardeş ise konservatuar öğrencisi. Arabaları var, zaman var, hadi sizi mezarlığa götürelim dediler. Buralarda hala Kartal, Şahin gibi Murat arabalar revaçta.
(Resim 6 Siyah noktalar mezarlığın yaklaşık yerini gösteriyor. Yanında büyük bina okul. Belediyeden görünüş)
Ana yoldan mezarlığa giden yol yok. Taşlık, çalılık dağdan inmek gerekiyor. Mezarlık yürekler acısı. Sekiz on kadar mezar siyah çimento ile betonlanmış ve üzerlerine kurumadan isimler yazılmış. Diğerleri ise sadece isimsiz taş yığınları. Su yok, bu yüzden de ne bitki, ne ağaç var. Bölge yatılı okulunun bahçe duvarı mezarlığın batı tarafının sınırı olmuş. Bu mezarlıkta benim birinci ya da ikinci dereceden hiçbir yakın akrabam yok. Babamın tüm akrabaları 1915’de bilinmeyen yerlerde gömülmüş. Annemin babası ve annesini de İstanbul’da kaybettik. Ablamın kayınpederinin mezar taşını da üzerinde haç olduğundan kırılmış. Ablam taşın kırık yerinden mezarı tahmin edebildi.
Ramazan ama lokantalar gün içinde de açık. Bize iki lokanta gösterdiler. Birini gözümüze kestirip girdik. İki üç çeşit yemek ve bir de Adana, Urfa vardı. Ben böyle yerlerde parça et tercih ederim, pirzola, biftek vb. Kıymaya pek güvenmem. Seneler önce Ermenistan dönüşü Kars’ta (O zaman demir yolu da açıktı), parça et bulamadığımdan yediğim köfte yüzünden saatlerce perişan olmuştum. Kavurma çok yağlıydı, salata ile idare ettik. Adana ise, tabi uyarmadığımızdan zehir gibi acı geldi. En kötüsü sineklerin fazlalığı ve temizlik. Lokantadan çıktık, çok erken saat 8.00 falan, yapılacak bir şey yok. Kahve içmek için kahvehanelere baktık ama kahveler askerlik şubesi gibi, bir tek kadın yok. Televizyon da yok. Yine taksici Uğur imdada yetişti. İleride bir pastane var, oraya gidin kahve de içersiniz televizyon da var dedi. Böylece Tuncelili bir aile tarafından işletilen Arapkir’in tek pastanesini keşfettik. Üç gün boyunca da her gün kahvaltıyı orada yaptık, akşam kahvemizi orada içtik, tatlımızı yedik, TV izledik. Oradan çıkıp yatmaya gidiyorduk. Gidecek herkese öneririm, temiz ve ucuz. Üç kişilik ballı, tereyağlı kahvaltı 12 YTL.
Cumartesi günü oğlum geleceği için öğlene kadar beklemeye karar verdik. Birkaç gazete alarak zaman geçiriyordum. Arapkir’e gazete normal olarak saat 8 civarında geliyor ancak bir gün önce maç varsa gazetenin gelişi 10.30’u buluyor. Cep telefonumdan internete bağlanarak haberleri giriyorum, e-mailler bakabiliyorum. Hem yavaş hem de pahalı bir yol. Pastanenin yanında internet kafe buldum bir iki defa da oradan bağlandım internete. Oğlum 12,30 civarında geldi. Alel acele bir şeyler yedik ve yine mahalleye ama bu kez taksi ile yola düştük.
TABAKHANE BAHÇELER BAĞLAR
Eskiden bizim oralara otomobilin gitmesini hayal bile edemezdik. Zaten otomobil de yoktu.
Uğur’a bizi babamın tabakhanesinin, büyük bahçe, bostan ve bağların bulunduğu Çobanoğlu mahallesine götürmesini söyledim. Bizim bahçe, bostanı, bağ ve tarlalar bir derenin oluşturduğu vadinin iki yakasındaydı. Yanlış hatırlamıyorsam 22 dönümdü. Aslında eskiden bize çok büyük görünen arazinin hiç de o kadar büyük olmadığını sonra görecektik. Babam tabakhanenin arkasına bağ yapmıştı. Tabakhanenin ön tarafı ise dereye kadar, bahçe, bostan yapılırdı. Derenin karşı yakası ve tabakhanede yukarısı tamamen içinde 80–100 kadar badem ağacı bulunan tarlalardı.
Ceviz, dut ağaçları ile kavaklık ve söğüt ağaçları ise hemen derenin tabakhane tarafındaydı. Yol üzerindeki tarladan çıkan kaynak suyu borularla bizim eve kadar gidiyordu. Avluda yaz kış akardı ve isteyen her komşu suyu yoksa su alabilirdi. Musluk kapandığı zaman da evin yanındaki bahçede bulunan havuza akardı su. Bu yüzden bahçemiz her zaman sulanabilirdi.
(Resim 7 Çeliğin suyu kaynak görülmüyor)
Yine doğal olarak (!) ne ablam ne de ben geçtiğimiz yolları tanıyabildik. Birden kendimizi havuzlu bir bahçenin kenarında bulduk. Eski tabakhane burası dediler. Gerçekten havuz falan duruyordu ama bizim tabakhane ile ilgisi yoktu. Orada hemen iki kişi yanımıza yaklaştı. Arabadan indik. Birisi yanımıza gelip ben seni tanıyorum Murat değil misin dedi? Gerçekten şaşkınlıktan yere düşecektim. Bende iz bile yok, yetmedi ablan Nartu nerede diye sordu. Yani arkadaş bizi çok iyi tanıyor. Dayımın oğlunun arkadaşıymış. Adını söyledi hiçbir şey ifade etmedi ama utanma belası hayal meyal hatırladım falan diyorum. Ne hatırlaması, 50 sene görmediği bir kişiyi bir bakışta tanıyor, olacak şey değil. İki üç yıl önce benzer bir olay Bursa’da Çelik Palas’da başıma gelmişti. Havuzda birisi yanıma gelip “Sen Arapkirli değil misin ismin Murat değil mi” dedi. Şaşkın evet dedim benim. Adam ilkokul arkadaşım çıktı, ne isimi ne soyadı bana bir şey hatırlatıyor.
Neyse sonra babamın meslektaşı olan ve aile dostumuz olan dabakçı Ahmet Beyin tabakhanesinde olduğumuzu anladık. Dabakçı Ahmet’in oğlu Hasan da oradaydı. O da isim verilince hatırladı, ben de onu hatırladım ama çehre yok hafızamda sadece isim. Aslında bütün aileyi tanırdım, hatta hasta olan ve sonra ölen küçük kardeşi de tedavi için İstanbul’a geldiğinde bizde kalmıştı. Kucaklaştık, hemen bağa davet ettiler koparın yiyin dediler. Neyse utanma belası biraz oturduk. Bu arada hemen Surp Kevork’u sordum, çünkü Surp Kevork onların bahçelerine çok yakındı. O zamanlar hatırımda kaldığına göre daire şeklinde bir bir buçuk metrelik taşlarla çevrili bir yıkanma yeri vardı ve mum yakmak için taşlar arasında bir yer vardı. Hasan bir tarlanın köşesindeki bir taş yığınını gösterdi. Ne bir özen, ne mum yakacak yer. Çok üzüldüm ve dua etmeden ayrıldım oradan. Surp Kevork (Kiverk) kilisemizin son taşları da dağıldığından sanırım diğerleri gibi bu kilisemizin de izi kalmayacak.
Uğur’a bizim tabakhaneyi tarif ettiler. Yola çıktık. Ve nihayet Tabakhanenin bulunduğu yere geldik. Tabakhane yıkılmış yerine küçük bir bağ evi benzeri kulübe yapılmıştı. Kapı kapalıydı. Seslendik neyse sonunda arazinin ve tabakhanenin yeni sahibi geldi.
Resim 8 Tabakhanenin önü ve yeni sahibi)
Uğur ona bilgi verdi. Hemen yakınlık gösterdi, kapıları açtı buyurun dedi. Kulübenin önünde tabakhaneden kalan tek hatıra vardı. Derilerin işlendiği büyük mermer tezgâh, evin önünde masa olmuştu. Burada da pek çok meyve ağacı yoktu ama eve göre çok bakımlıydı. Bağ aynen korunmuştu ve bostanın bir bölümü de bağ haline getirilmişti. Bostanda fasulye, domates, salatalık görülüyordu. Aşağıya inince dört büyük dut ağacını tanıdım, sadece onlar değişmemişti. Yan taraftaki büyük ceviz ağaçları yoktu ama dutların hemen yanında yeni bir ceviz ağacı vardı. Üzerinde pek çok da ceviz vardı. Bostanın yanındaki vişne ağaçlarından ve kaysı ağacından eser yoktu. Badem ağaçları, çeliklik denilen kavaklık bölümü bakımsızdı. Genellikle bizim Ermeni gençlerinin toplanıp başında keyif yaptıkları (içki içip müzik eşliğinde şarkı türkü söylemek, oynamak, eğlenmek) kaynak suyu yine akıyor ama kaynak yerini bile bulamadım. Yine buz gibi soğuk, yine berrak. Biraz ceviz topladık. Sonra biraz sohbet ettik. Ben neden özellikle dere kenarındaki ağaçların bu kadar bakımsız olduğunu sordum. İrfan (adı), “ben satın aldıktan sonra 18 sene gelemedim, çocuğumu okutmak için büyük şehre taşındım. Sonra döndüm ve her şeyi yeniden yaptım” dedi. Zaten burada oturmuyoruz. Ancak hafta sonları gelip bir gün kalıyoruz diyordu. Fotoğraflar çektik. Teşekkür ettik ayrıldık.
Oradan tekrar bizim mahalleye döndük. Oğlum da ablam da gelmemişlerdi mahallemize. Bu defa Uğur’un ve tabi benim ve Mari’nin kılavuzluğumda dolaştık. Ne de olsa bir gün önce gelmiştik. Ablam da bütün komşularla ve tek tanıdığımız Mükür yenge ile tanıştı. Yine ısrar ettilerse de evlere girmedik, ikramları kabul etmedik. Mahalleden ayrıldık.
KÜÇÜK ÇARŞI
Uğur’a bizi Küçük Çarşı’ya götürmesini söyledim. Küçük Çarşı eskiden birçok Ermeni’nin ve eniştemin oturduğu mahalleydi. Hemen yanında bulunan bir kaç dükkândan ibaret bir çarşısı olduğundan adı Küçük Çarşıydı bu mahallenin. Epeyce uzaktı yolumuz bizim mahalle şehrin doğusunda Küçük Çarşı ise şehrin batısında kalıyor. Yol Demirkapı dediğimiz mahalleden geçiyordu ama ne ablam ne de ben tanıyabildik. Evler bakımsız, sanki terk edilmiş. Neyse küçük Çarşı semtine geldik. Ben çarşıya gitmeden önce dur dedim. Uğur güldü, abi artık çarşı falan yok, orada dükkân kalmadı dedi. Elmasiğ’in hamamı ( İlk sahibi olan Elmasig Ermeni bir aileymiş, şimdi mülkiyeti kimin bilen yok) da çökmüş, yıkılmıştı. Neyse geri gelip yol üzerinde durduk. Resim 9 Elmasiğin Hamamı-Küçükçarşı)
Araçtan indik. Eniştemin evine giden yol değişmiş beton bir merdiven yapmışlar. Yolu değiştirmişler. Neyse bir yolla eniştemin evinin önündeki çeşmeyi bulduk. Çeşmenin taşları duruyordu, içinde iki üç çiçek saksısı vardı ama su yoktu.
(Resim 10 Küçükçarşı çeşmesi)
Daha aşağıya yeni bir çeşme yapılmıştı o da bir şey. Ev yerinde, saç çatı eklenmiş, üst kapı kapatılmış ve önüne bir ek oda yapılıyor. (Resim 11 Eniştem Setrak Vartikoğlu’nun ve Ekmekçi Garabed’in evi)
Nedense bu moda galiba, herkes bir yerlerden genişlemeye çalışıyor. Eniştemin halasının oğlu Mardiros’un evi de duruyor. Pek değişiklik yok. Kapının yakınında buluna dibek taşı kullanılmadığından olacak, bir kaya parçasına dönüşmüş. Yola dönünce orada bizi bekleyen biri vardı. Yanıma gelip ben Marzuka’nın torunuyum dedi. Babaannesi Marzuka hanımı ve benden hayli büyük olan babasını tanırdım, bir böcek ısırmasından ölmüştü. Biraz sohbet ettik, ailede hatta mahallede bizleri tanıyabilecek kimsenin kalmadığını öğrendik, sonuç olarak.
ARAPKİR’İN SON KİLİSESİ
Kilisenin eski hali.
(Resim 12 Arapkir Ana Kilisesi- sonra ortaokul olan ve şimdi yerinde arsa kalan kilise)
Oradan ayrılıp Eski Cumhuriyet İlkokulunun bulunduğu, bizim sonradan Ortaokul olan ve terk edildikten sonra kendiliğinden yıkılmadığı için dinamitle yıkılan kilisemizin yerine gittik. Kilisenin ismi Meryem Ana Kilisesi ya da Ana Kilise (Surp Azduvadzazin ya da Mayr Yegeğesi). Burada büyük bir kilise ve iki ek binası vardı. Cumhuriyetten sonra iki ek bina ilkokul, kilise ise ortaokul yapılmıştı. Her zaman buralarda dolaşan ruhlar olduğu geceleri okulun sallandığı vb pek çok korku veren söylenti vardı. O zamanlar tek ilkokul burası olduğundan biz de 4–5 kilometre yürüyerek bu okula gelirdik. Ablam dört yıl, ben bir yıl okudum bu okulda, sonra bize çok yakın olan bir okul yapıldı oraya geçtik.
Yeni ortaokul yapılınca kilise senelerce boş kaldı. Çok bekledi ama beklenen olmadı, kilise binası kendiliğinden yıkılmadı. Yanılmıyorsam, yanlış hatırlamıyorsam dinamitle yıkıldı, taşları da dağıtıldı. “Arapkir’de yayınlanan bir haftalık gazetenin, 20 Eylül 1957 tarihli sayısında, ‘18 Eylül 1957 Cuma günü, saat 10’da Arapkir Belediyesinin kararıyla Arapkir Ana Kilisesi (Mayr Yegeghetsi), 28.005 liraya Eski Arapkirli Hüseyin isimli bir köylüye yıkıp, kullanması amacıyla satılmıştır, yazdığını okudum’
Böylece bu acımasız kararla bizim doğum yerimizin inanç evi yok edildi” (9)
Şimdi yerinde kocaman bir arsa var, tam uçurumun kenarında. Sadece temellerin izleri duruyor.
(Resim 13 Arapkir Ana Kilisesinin yıkıntısından kalanlar ve arsa)
Çok üzücü. Şu bina o haliyle korunsaydı Arapkir için ciddi bir tarihi ve turistik değer olurdu. Kilisenin müştemilatı olan binalar yıkılıp, başka bir ilkokul binası yapılmış. İlköğretim sekiz yıla çıkınca, bölge okulu yapılmış ve okul terk edilmiş. Camları kırık, bakımsız.
Oradan ayrılıp ablamın gelin gittiği evi görmeye gittik. Bu mahalle nispeten daha iyi durumdaydı. Sarkis Mireşoğlu’nun kardeşi Pilibos Mireşoğlu’nun (rahmetli, değerli arkadaşım Fırat Mireşoğlu’nun babası) evi, onun yanındaki dönme Neriman ile Bay Cemil’in evi aynen duruyor. Eniştemin, ablamın evi de korunmuş görünüyor.
(Resim 14 eniştem Sımpat Çarsancıklı’nın evi- Kalaycı Kirkor’un evi)
Yeni sahibi ısrarla davet etti gelin gezin bir çay için dedi ama gitmedik. Bu arada Uğur, Ermeni’den dönme Neriman ile Rum’dan dönme Cemil’in hiç kimseye bir şey bırakmadıklarını, çocukları da olmadığından her şeyin devlete kaldığını söyledi. Uğur’a göre evden küplerle altınlar bile çıkmış.
Cumartesi gününü yorgun bitirdik. Akşam Arapkir’in meşhur tandır kebabını yedik ama doğrusu hiçbirimiz pek mutlu olmadık. Sanki kalmış da sertleşmişti etler. Neyse Ramazan’da bu kadar olur dedik. Yine pastanede günü kapattık. Ertesi gün oğlumun isteğine uyarak, Kemaliye’ye (Eski ismi Eğin) gitmeye karar verdik.
Doğrusu ne ben ne de ablam gönüllüydük Kemaliye’ye gitmeye. Çünkü bu yol inanılmaz uçurumların kenarından Fırat’ı izleyerek giden bir yoldu ve ben de ablam da yüksekleri pek sevenlerden değiliz. Ben yanlış hatırlamıyorsam iki defa gitmiştim Kemaliye’ye ve yollarda çok korkmuştum. Çaresiz katlanacağız.
Bu arada dönüş günümüzü bir gün öne almaya karar verdik, telefonla sorunu çözdük ve Salı yerine Pazartesi akşamı 21.20 uçağıyla döneceğiz.
Ertesi sabah, yine gidip banyomu misafirhanede yaptım, pastanede kahvaltıdan sonra Uğur’a haber verdik geldi. Uğur hem taksi şoförü hem de iyi bir kılavuz hem de dost. Kemaliye sanırım 60 kilometre falan. 100 YTL’ye anlaştık.
KEMALİYE- (Eğin -Agn)
Kemaliye, (Ermenice ismi Agn ve eski ismi ile Eğin) son nüfus sayımına göre 2.400 nüfuslu Erzincan’a bağlı bir ilçe. Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, milattan önce kurulduğu kesin. “1021 yılında Vaspuragan krallığının Ermeni kralı Senekerim, Bizans İmparatoruyla anlaşarak, Van’dan Sivas’a taşınırken beraber gelen 400.000 kişini bazıları Arapkir, Kemaliye (Eğin) gibi Sivas dışındaki bölgelere yerleşmiş ve o şehirlerin ilk Ermeni toplumunu oluşturmuşlardır. Kemaliye’ye yerleşen Ermeni halkı orada Narek (vankı) Manastırını kurar ve buraya Krikor Naregaszi’nin kemikleri de konur”. (10)
“1911 yılında Kemaliye de Arapkir gibi Episkoposluktur ve Ermeniler 7 semtte yaşayan 12.200 kişidir ve bunlara ait 12 kilise vardır. Ermeni nüfusun 200 kişisi Protestan’dır.” (11). Bu gün Kemaliye’de Ermeni yaşayıp yaşamadığını öğrenemedim.
Sabah oğlum gazete almaya gitti, gecikti. Bir baktım oğlum Mustafa’nın babası Güngör’ün dükkânının önünde oturmuş sohbet ediyor. Ben her sabah gazete aldıktan sonra Güngör’e merhaba diyorum da oğlumu hiç tanıştırmamıştım. Nasıl oldu, nasıl tanıdın dedim, Güngör, baktım bir şeyler aranıyor, çağırıp sordum kim olduğunu, sonra da sohbete başladık dedi.İnanılmaz.
Arapkir Kemaliye yolu önce kozluk, sonra Fırat kenarından hep uçurum kenarından geçiyor. Fırat’a karışan Kozluk çayına yaklaşınca başladı uçurumlar. Yeni bir köprü yapılmış. Yollar asfalt ve bakımlı. Fakat çok viraj var ve bir yanımız hep uçurum. Bir süre sonra ablam da ben de yer değiştirdik, uçurumu en az görecek şekilde yerleştik. Şepik köyünün önünden geçtik. Şepik’te pek az yerli kaldığını, çoğunun Keban barajı yapılınca tahliye edilen köylerden geldiklerini anlattı Uğur. Yolun 3–4 kilometre uzağında ve tepelerde bulunan Ocak isimli Alevi köyünden söz etti. Köyde müze, kitaplık ve Cem evi olduğunu, bu konuda belki Türkiye’de tek olduğunu anlatı. Çok görmek istedim ama zaman sıkışıklığı nedeniyle uğramadık. Son gün gidebildik Ocak’a.
Fırat inanılmayacak kadar küçülmüştü, gözlerime inanamadım koca nehir sanki büyücek bir çay ya da ırmak gibi. Su izlerinden suyun ne kadar azaldığını görmek mümkün. Kemaliye, Arapkir’den çok daha küçük bir kasaba. Ancak görünüşü Arapkir’den çok daha iyi. Eski binalar korunmuş, eklektik yapılar az. Daha da önemlisi üç yıldızlı çok düzgün görünen bir oteli var. Uğur’un anlattığına göre geçen sene Amerika’dan 1–2 otobüs Ermeni gelmiş Arapkir’e. Yatacak yer bulamayınca her gün misafirler Kemaliye’ye gidip dönmüş otobüslerle. Aslında Kemaliye’ye, ilçeyi görmekten çok reklamı yapılan mağara ve kanyonu görmeye gelmiştik. Şehirden geçip, Fırat kenarında açılan büyük tüneller ve dinamitle açılmış yollardan geçerek mağaraları ve sonra Kanyonu gördük. (Resim 15 Kanyonda Fırat)
Yolun sonuna kadar gitmedik, kanyon gerçekten müthişti, iki yanda 50–100 metre kayalar arasından akıyor Fırat. Fotoğraflar çektik, biraz gezindik ve oğlum saat üç minibüsü ile Malatya’ya gideceğinden tekrar yollara düştük. Uğur yol üzerinde bir köyde kilise harabesi bulunduğunu söyledi.
Dönüşte yoldan ayrılıp, Uğur’un söz ettiği kiliseyi görmek için Gemirgap köyüne gittik. Yol toprak ve dik. Kilise denen yer, köyün girişinde yoldan 3–5 metre yuk(Resim 16 Gemirgap köyü kilise denen harabe 1)
arıda dağa doğru yaklaşık 15 metrekarelik bir yapı. Taşlar sonradan yerleştirilmiş gibi ama üstte görülen kemerin eskiliği belli. Kilise denen harabenin önündeki taşın üstündeki haçı orada fark edemedik, sonra fotoğraflarda gördük. Bina kilise olmayacak kadar küçük. ( Resim 16 Gemirgap köyü kilise denen harabe 2)
Belki Madur belki de bir aziz mezarı falan kestirmek zor.
Çok istediğim halde gecikme korkusu ile Ocak köyünü görmeden döndük Arapkir’e.
Arapkir’e tahminimizden erken gelmiştik. Uğur öğlen yemeği için bize Göz’de Alabalık yemeyi önerdi. Elbette hemen kabul ettik. Uğur telefon edip, sahibinin orada olup olmadığını kontrol etti. Göz’ü çocukluğumda duymuştum ama hiç gitmemiştim. Göz Arapkir’e 8 kilometre uzakta dere kenarında gerçekten güzel bir yer. Üç dört metreden akan buz gibi bir suyun içinde damızlık Alabalıklar yüzüyor. (Resim 17 Göz1)
Havuzlarda da boylarına göre ayrılmış Alabalıklar var. Lokantanın, sahibi de, aşçısı da, garsonu da komisi de tek bir kişi. Patron pantolonunu kıvırıp, ayakkabılarını çıkararak girdi buz gibi havuza ve elinde ağ kepçe sekiz on balık yakaladı. Hemen ızgarayı kuru odunlarla yaktı. (Resim 18 Göz 2)
Balıkları temizlemeye başladı. Tahmin edebileceğiniz gibi tek müşteriyiz. Lokantanın sahibi karşıya bakın geyikleri orada diyordu. Epeyce bekledik gerçekten dört geyik kayalardan atlayıp otlamaya başladı. Fotoğraf çektik ama geyikleri görmek zor. Balıklar ızgaraya kondu. Lokantanın sahibi size çoban salatası yapayım dedi. Gerçekten de satırla yaptığını söylediği nefis bir salata yapmıştı. Yıllardan beri ilk kez domates gibi kokan domates, salatalık gibi kokan salatalık yiyordum. Her şey iyi güzel de burada da hep yaşadığımız bazı sorunlar var. Yemek masasına örtü olarak gazete serildiğini söylersem sanırım bir fikir vermiş olurum. Uğur oruçlu, bu da beni rahatsız ediyor, biri yer biri bakar oldu. Bu yüzden de adamdan içki isteyemedim. Balıklara ayıp oldu ama alacakları olsun ne yapalım.
Oğlumu gönderip otellerimize döndük. Bayağı yorulmuştuk. Yemekten sonra kahve içerken, Arapkir’de lokantalardan birinin sahibi olan Derviş bey ile tanıştık. Derviş Bey çok cana yakın ve kolayca dost olan insanlardan. Bize ertesi gün Ocak ve Ağın’a gitmeyi önerdi. Hanımlar çok gönüllü değillerdi ama ben Ocak’ı görmek istiyordum. Ertesi gün haberleşmeye karar verip ayrıldık.
Akşam Mehmet aradı. Bizi evlerine kahveye davet etti. Yemekten sonra araba ile gelip aldılar bizi. Epeyce uzak evleri Küçük Çarşı’yı ve köprüyü geçiyorsun semt ismini not etmedim. Küçük güzel bir eve gittik. Gece olduğu için çevreyi görüp gezmek mümkün olmadı. Sütlü kahve içip uzun uzun sohbet ettik sonra da veda edip otelimize döndük.
OCAK VE AĞIN
Kemaliye’nin bir bucağı olan Ağın, 1954 yılında ilçe olmuş ve Elazığ’a bağlanmış. Yüzölçümü 268 kilometre kare, Keban baraj gölüne 70 km kıyısı olan ilçenin nüfusu yaklaşık 2.000 kişi.
Ocak Kemaliye’nin bir köyü. Hıdır Abdal Sultan tarafından kurulduğu söyleniyor. Ocak hakkında bilgi almak isteyenler www.ocakder.org.tr adresine göz atabilirler.
Pazartesi sabahı Derviş beyle buluştuk ben nüfus memurluğuna gitmek istediğimi ve soy ağacı isteyeceğimi söyledim. Hemen gidelim dedi. Gittik memur maalesef bilgisayarımız arızalı ve ne zaman düzelecek bilmiyoruz, sonra yine uğrayın dedi. Nüfus memuru bu arada soy ağacının en çok iki nesil için, yani en fazla dedemin kayıtlarını verebileceklerini daha fazlasını vermenin yasak olduğunu söyledi. Hemen aklıma yine meşhur paranoya geldi. Sanırım birileri soylarında Ermeni, Rum, Süryani çıkacak diye korkuyorlar. Ne garip eski tapu kayıtlarının açıklanmasına da Genel Kurmayın itiraz ettiği yazılmıştı basında. Acaba soy ağacı da mı genelkurmaya takıldı diye düşünmeden edemedim.
Öğlenden sonra tekrar uğramak üzere ayrıldık. Derviş beyin dört çekerli arabasına binip yine yola düştük. Çaresiz yine en az Kozluk uçurumlarının kenarından geçeceğiz. Derviş Bey yolları ezbere biliyor bir yandan bize bilgi veriyor bir yandan aracı kullanıyor. Tabi biz müthiş korkuyoruz aman yola dikkat diyoruz ikide bir. Derviş Bey kalender, korkmayın ben bu yolları çok iyi bilirim ve iyi araba kullanırım diyor. Sonuçta Ağın kavşağını geçip Ocak köyüne geliyoruz. Sanırım yaklaşık 40 kilometre falan olmalı.
Ocak tam bir Alevi köyü. Ana yoldan 3–4 kilometre uzakta tepelerin üzerinde. Köyün girişi bile çok değişik, mermerden bir tak var. Köye girince etrafın temizliği hepimizin dikkatini çekiyor. Köyde Hıdır Abdal Türbesi, müze, kitaplık ve kültür merkezi var. (Resim 19 Ocak Köyü-Cemevi 1)
Cem evinin hemen yanına da bir cami yapılmış. Hepsi hayırseverler tarafından yapılmış. İstanbul’da Türkiye çapında bir iki mobilya fabrikası ve şimdi Ağın civarında şarap yapan Aşir Şimşek ailesi yapmış önemli harcamaları. Pazartesi olduğu için müze kapalı ancak pencereden bakabildik. Önce büyük çınarlar altında son derece temiz ve düzenli kanepelerde dinlendik. Sonra bir görevli eşliğinde dolaştık yatırı, cem evini ve cem evinin mutfak ve yemekhanelerini. (Resim 20 Ocak Köyü Cemevi 2)
Gerçekten Türkiye’de Ocak’a benzer ikinci bir köyün olacağını sanmıyorum. Düşünün köyde helikopter pisti bile var. Camiyi neden yaptınız, kullanan var mı diye sordum Yok dediler, cami’yi yapıp şu mesajı vermek istedik, bakın biz köyde bir tek Sünni olmadığı halde Cami yaptık isterseniz gelip ibadet edebilirsiniz. Siz de örnek alıp Alevilerin bulunduğu her yerde cem evi açmamıza izin verin. Bütün bu güzelliklere sahip köyün yaz nüfusu, yazlık için gelenler ve tatil için dönen öğrencilerle birlikte en fazla 250–300 kişi ama kış nüfusu 25–30 kişiyi geçmiyor, üzücü. Görevliye teşekkür edip köy için küçük bir yardımda bulunup, ayrıldık.
Tekrar yola çıkıp, epeyce geri gelerek Ağın’a döndük. Ağın daha küçük bir ilçe ve Elazığ’a bağlı. Nüfusu yanlış hatırlamıyorsam 1900 kişi. Ağın’ın içinden geçip 100 dönüm kadar bağ, 600 ceviz ağacının bulunduğu ve şarap imalatı yapılan bir çiftliğe geldik. Derviş Bey herkesle ahbap. Bu bağların kurucusu Aşir Bey vefat etmiş, çiftliği iki oğlu yönetiyor. Mustafa Bey bizi karşıladı.
(Resim 21 Şaraphane ve Bağlar. Arka planda Keban görülüyor)
Bizi çok iyi karşıladılar, ne isterseniz çocuklar versin dediler. Balkonumsu bir yerde masalar ve sandalyeler, yanında küçük de bir mutfak var. Asıl güzeli, bağların bitiminde Keban baraj gölü başlıyor. Çok uzun zamandan beri yakından görmek istediğim Keban 200 metre uzakta. Derviş Bey bir sürü hazırlık yapmış, et balık vs almış. Ancak uğraşacak zaman yok. Biz domates, salatalık vs bir şeyler yedik öğleni geçiştirdik. Derviş bey getirdiği balıkları, etleri çalışanlara verdi. Bu arada masamıza bir sürahi kırmızı şarap koydular, kadehler geldi. Güzel bir şarap da bana göre biraz tatlıydı. İmalathane tertemiz, senede 20.000 şişe kadar şarap çıkarıyorlar. Sünni köylülerin çoğu şarap yapanlara üzüm satmak istemiyormuş, bu yüzden kendi üzümlerini kendileri yetiştiriyorlar. Bir başka köyde açılan daha büyük boydaki bir şarap imalathanesi de bu yüzden sıkıntı çekiyormuş.
Burada üç ayrı şarap yapılıyor: Karpata isimli Kalecik karası üzümünden yapılan şarap, Sofen isimli Öküzgözü üzümünden yapılan şarap ve Alia ismiyle satılan Kalecik karası ve öküzgözü karışımından yapılan şarap. Nedense bir marka oluşturmak yoluna gidilmemiş, sanırım butik satış için marka önemli görülmemiş. Bence ciddi bir eksiklik. Bu şekilde bir marka bilinci ve marka bağlılığı yaratmak zor.
Şarapları taşımak zor, 6 şişe şarap aldım, şişesi 10 YTL gerçekten ucuz sayılır. Sahipleri istersek İstanbul’a da Yurt İçi kargo ile gönderebileceklerini söylediler.
Çiftlik sahiplerine teşekkür edip ayrıldık ve Arapkir’e döndük. Ben yine önce nüfus memurluğuna gittim yine maalesef bilgisayar problemi vardı. Neyse sonra vereceklerini söylediler. Sonunda da bir dost kanalıyla aldık bizim soy ağacını. Ne yazık ki dedelerimden sonrası yok. İki nesil geçilemiyor. Bu gerçekten çok garip bir yasak.
Oradan çıkıp hemen yakındaki, belediye binasına gittim. Tuncay Bey beni belediye başkanı Halit Konukçu beye götürdü. Başkana, biri kütüphaneye verilmek üzere iki kitabımı hediye ettim. Başkana ilk olarak Arapkir’in en önemli ihtiyacının temiz bir otel olduğunu söyledim. Başkandan Ermeni Mezarlığı konusunda yardım istedim. Öncelikle mezarlığın boyutunu ve sınırlarını bilmiyoruz, bir yanı okul bahçe duvarıyla çevrilmiş diğer taraflar ise boş. Şehir o yana doğru gelişince dağın başındaki bölge bir anda şehir içinde kalmış. Başkana mezarlığa bir yol yapılması gerektiğini söyledim. Başkan zaten yolu var dedi. Ben yoldan mezarlığa kadar olan 150–200 metrelik bölümde yol olmadığını, oraya kadar bir yol yapılabileceğini söyledim. Başkandan ikinci olarak mezarlığa su sağlamasını istedim. En azından birkaç ağaç birkaç çiçek yetişebilir dedim. Ayrıca mümkünse mezarlığın etrafının çevrilmesi için gerekecek masrafın da belirlenmesini istedim. Başkan, önce Fen işlerinden gerekli tespitlerin yapılmasını ve mezarlığın bir duvar ya da telle çevrilmesi için gerekecek masrafların çıkarılmasını isteyeceğini ve bu konuda bilgi vereceğini söyledi. Telefonla kendisini arayabileceğimi söyledi. Kendilerine teşekkür ederek ayrıldım. Yakında bir haber alacağımız umuyorum. Sonra Tuncay Bey ile görüştüm o da isteklerimizi dikkate alacağını ve gelişmeleri izleyeceğini bildirdi.
Misafirhane için belediyeye makbuz karşılığı sembolik bir ücret ödedik. Valizleri hazırlayıp Uğur’u beklemeye başladık. Malatya’ya minibüsle değil taksi ile gitmeye karar verdik.
BİTİRİRKEN
Biliyor musunuz korktuğum başıma gelmedi. Bende yaşayan evimiz, dedemin evi bahçelerimiz, tabakhane vb bende aynen yaşıyor. Çünkü bir türlü yeni resmi eski resmin üzerine tam olarak yerleştiremedim. Bu yüzden de eski resim silinmeden duruyor. Şimdi bende iki Arapkir yaşıyor. Birisi 13 yaşına kadar yaşadığım, 18 yaşına kadar gidip geldiğim, doğduğum Arapkir. Diğer ise bana yabancı, eskiyle çok az bağı olan yeni Arapkir.
Bir seyahat böyle geçti.
ARPAPKİR NELER YAPMALI
Arapkir’in ekonomik yapısı da çok değişmiş. Eskiden Arapkir’de çoğu Ermeni pek çok manusacı (bir nevi dokuma) ve en az 200–300 evde dokuma tezgâhları vardı. Bu dokumalar hem Orta Anadolu’ya hem Doğu Anadolu’ya pazarlanırdı. Şimdi onların hiçbiri yok. Biri babamın ve dayımın olmak üzere beş tabakhanede üretilen sahtiyan, meşin ve köseleler Sivas’tan Erzincan’a kadar gidilir, satılırdı. Görülüyor ki onlar da artık yok. Eskiden ümidini vilayet olmaya bağlayan Arapkir, şimdi ümidini üniversiteye bağlamış görünüyor. Yanlış değil ama yetersiz. Şarapçılık ve benzeri işler bir şekilde teşvik edilmelidir.
Bunun dışında da Arapkir yüzlerce yıllık tarihe sahip bir şehir olarak tarihi değerlerini turizmin hizmetine vermelidir.
Kanımca ilk yapılacak iş, Arapkir’e, en az üç yıldızlı temiz bir otel kazandırmak olmalıdır. Bana kalırsa çok fazla bir masraf etmeden benim kaldığım, Özel İdareye ait otel pek ala temiz bir üç yıldızlı otel olur. Banyonun değişmesi, resepsiyonun medeni bir hale getirilmesi, odaların ve balkonun elden geçirilmesi de hiç zor görünmüyor. Kapısına bir otel levhasını konulması, her gün temizliği yapacak mümkünse bir kadının görevlendirilmesi de zor değil. Tabi doğru çözüm gelişme bölgesinde yeni ve medeni bir otelin yapılması. Böyle bir otel yapılırsa, sanırım turizm şirketleri Ermeni grupları Arapkir’e yönlendirecektir.
Özellikle, Dünya Ermenilerini Arapkir’e çekmek için de bazı şeylerin yapılabileceğini düşünüyorum.
Ermeni mezarlığı, gelecekte Arapkir için bir turistik değer olabilir. Mezarlıkların bakımı ve korunması Belediye ve Mezarlıkların Korunması Kanunlarına göre belediyenin görevleri arasındadır. Belediye yol ve su sorununu çözerse, mezarlığın etrafının çevrilemesi konusunda, sanırım İstanbul’da yaşayan Arapkirli Ermenilerden destek sağlanabilir.
Arapkir’in kiliselerinden pek azının yeri biliniyor. En azından bu gün hala yeri bilinen Ana Kilise (eski ortaokul), Surp Kevork (Çobanlı) gibi yerlere basit bir beton duvar üzerine isim yazılıp, mum yakılacak bir yer yapılııp ziyaret yeri haline getirlebilir. Bunlar da gelecekte turistik değer taşıyan yerler olacaktır. Bu gün değil ama gelecekte belki Ana Kilisenin yerine madur denen küçük bir kilise bile yapılabilir. Yanına da kilisenin eski fotoğrafları ve kilise konusunda bilgi veren broşürler konabilir. Arapkir küçük bir turizm merkezi olabilir.
Arapkir’in tanıtımı ayrı bir proje olarak ele alınmalıdır. Arapkir’i tanıtacak bir kaç dilde broşürler, afişler, kitapçıklar hazırlanmalı, turizm şirketlerine dağıtılmalı hatta yurt dışına gönderilmelidir.
Her şey gönlünüzce olsun.
Not: Arapkir’de gördüğüm tanıştığım herkes çok yakınlık, dostluk gösterdi. Not etmediğim için çoğunun ismini bile yazamadım. Burada bütün tanıştığım görüştüğüm Arapkirlilere teşekkür ederim.Arapkir konusunda, isimlerde yanlışlarım, hatalarım varsa Arapkirli dostlarımdan özür dilerim. Onu da benim hafizamın zayıflığına versinler, kusura bakmasınlar.
Buraya kadar okumak zahmetine katlanan bütün dostlarıma çok teşekkür ederim.
(1) Arapgir Tarihi- Öğretmen Fikri Yücel- Arapgir Matbaası- 1967- Sayfa 9–11
(2) http://www.arapgir.bel.tr/Eski%20tarihimiz.htm
(3) http://tr.wikipedia.org/wiki/Arapgir,_Malatya
(4) Malatya Tarihi ve Sosyoekonomik Durumu (M.Ö. 5500-M.S. 1920) Mevlut Oğuz sayfa 434- İstanbul- Kurtiş Matbaacılık 2000.
(5) Badmutyun Hayotz Arapkiri- (Arapkir Ermenileri Tarihi) Antarnik L. Pladian New York 1969 –Arapkir Union Sayfa 63-64 Ermenice
(6)Azgabadum-Mağakya Arkyebizkopos Ormanyan- Erivan—2001- 1. Cilt Sayfa 1400 (Ermenice)
(7) Hayotsz Yegehetsi – Mağakya Arkyebiskopos Ormanyan–1949 Bonesaires –Ararat matbaa- Sayfa 284 (Ermenice)
(8) Malatya 1830–1919 – Adnan Işık- Kurtiş Matbaacılık- İstanbul 1998- Sayfa:282
(9) Badmutyun Hayotz Arapkiri- (Arapkir Ermenileri Tarihi) Antarnik L. Pladian New York 1969 –Arapkir Union Sayfa 931 Ermenice
(10) Azgabadum-Mağakya Arkyebizkopos Ormanyan- Erivan—2001- 1. Cilt Sayfa 1400
(11) Hayotsz Yegehetsi – Mağakya Arkyebiskopos Ormanyan-1949 Bonesaires –Ararat matbaa- Sayfa 283–284
Yorumlar kapatıldı.