TÜRBAN VE TÜRKİYE
Türbanla ilgili Anayasa değişiklikleri Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. Bu yüzden de saflar epeyce karıştı yine. Türkiye’de ulusalcı laikler ve türban yanlıları daha sert çizgilerle bölündü. Taraflar yeniden belirleniyor. Solcu gazetelerin ve solcuların büyük bir bölümünün, sağcıların yanında yer alarak Anayasa Mahkemesinin kararını şiddetle eleştirdikleri görülüyor. Mahkemenin yetkisini aştığı, kararın hukuki değil siyasi olduğu iddiaları var. Hatta mahkeme, yargı darbesi yapmakla, yargıçlar yönetimi (kritokrasi) ile suçlanıyor. Bizimkilerin büyük bir bölümü ise epeyce şaşkın. Türbana karşılar ama idolleri olan yazarlar türbandan yana olunca işler karışıyor.
Hükümet ve türban yanlılarının, türban konusunu iyi düşünmeden, üzerinde ciddi tartışmalar yapmadan gündeme getirdiği görülüyor. İnancı gereği üniversiteye türbanla girmeyi din ve vicdan özgürlüğünün gereği olarak görünce, inancı gereği sarık sarmak, siyah çarşaf giymek isteyene neden ve nasıl karşı çıkılabilir? Hele eğitimden sonra bu gençlere kamuda görev vermemek nasıl kabul edilebilir? Nedense ağaca bakmaktan orman görülemiyor. Eğer konu özgürlük ise, din adamlarının dini kıyafetleriyle -bırakın üniversiteyi-, sokakta dolaşmaları nasıl yasak olabilir ve o zaman neden “Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun” tartışma konusu değil.(1) Eğer inkılâp kanunu olduğu için korunması neden olarak gösteriliyorsa, ilgili Anayasa maddesi de (Madde 174) değişmeyecek maddelerden olmadığına göre o da değiştirilmelidir. İnanç gereği kıyafet serbestliği varsa, ahlaka aykırı olmamak kaydıyla her türlü kıyafet üniversitede serbest olmalıdır. Yahudi kipasıyla, papaz, papaz kıyafetiyle, isteyen Müslüman sarığıyla, cüppesiyle gidebilmelidir. Aksi takdirde kızların türbanla üniversiteye girmesini din ve vicdan özgürlüğüne bağlamak ciddi bir yanıltmadır.
Türban karşıtlarının da bu konuda çok tutarlı olduğunu söylemek zor. Türbanlı kızların üniversiteye girmesini laikliğin sonu görürken, sadece Sünnilik eğitimi veren mecburi din dersleri tartışma konusu değil. Yine sadece Sünnilere hizmet eden dev bütçeli Diyanet işleri kurumu ve onun ekonomik gücü gündeme gelmiyor. İhtiyacı yüzlerce kez aşan sayıda imam hatip yetiştiren okulları ve imam hatip’te okuyan ve imam olmaları mümkün olmayan kız öğrencileri görmezden geliniyor. Gayrimüslimleri, hatta Alevileri yok sayan Sünni diyaneti nedense laiklik taraftarlarınca eleştirilmiyor.
LAİKLİK VE İSLAM ÜLKELERİ
Laiklik en basit tanımıyla din ve devlet işlerinin ayrılması, devlet düzeninin ve yasaların dini referanslara dayandırılmamasıdır. Ancak uluslar arası boyutta din devlet ilişkilerini belirleyen tek bir tanım yoktur. Örneğin Avrupa Birliği içinde bile ortak bir laiklik uygulamasından söz edilemez. Avrupa Birliği laikliği din ve vicdan özgürlüğü kapsamında ele aldığı için Yunanistan ve Danimarka anayasalarında devletin dini olduğunu yer almasına rağmen yasalar dini referanslara göre hazırlanmadığı ve din ve vicdan özgürlüğü engellemediği için sorun yaratmaz. Yazılı anayasası olmayan İngiltere’de, Kraliçe kilisenin başı olmasına rağmen kimse İngiltere’nin teokratik bir devlet olduğunu söyleyemez.
Bu açıdan ele alındığında din ve vicdan özgürlüğünün Avrupa’da değişik uygulamalar görüyoruz. “AB’de üç türlü din-devlet ilişkisi var. Birincisi, din ve devlet ilişkilerinin çok katı çizgilerle ayrıldığı, devletin bir dini faaliyete fon ayırmasının mümkün olmadığı model ki Fransa ve Hollanda buna örnek. İkincisi, din-devlet ilişkilerinin resmen ayrıldığı ama devletin farklı kiliselerle bir takım özel anlaşmalar yaparak ilişkiyi bir şekilde sürdürdüğü model, Almanya, İtalya ve İspanya bunun tipik örnekleri. Üçüncüsü ise, din-devlet ilişkilerinin ayrı olmasına karşın ‘devlet Kiliseleri’nin olduğu anayasalarında devletin dininin belirtildiği model, Yunanistan ve Danimarka buna örnek.
Her üç modelde de kiliselerin herhangi bir siyasi talebi ve hukuki veya siyasal kararlarda etkisi yok. Ama üç modelin alt yapısındaki temel ilke de din ve vicdan özgürlüğü.” (2)
Türkiye bu modeller arasında yine tahminlerin aksine Fransa’ya değil, ikinci model olan Almanya’ya daha yakın göründüğü belirtiliyor.
Türkiye’de çoğunluk, Türkiye’nin laik tek İslam ülkesi olduğunu sanır. Hatta bu konuda tek örnek olduğu iddiası da vardır. Ancak bu düşünce doğru değil. Konuyla özel olarak ilgilenen bir uzman bu konuda bir gazeteciye şunları yazıyor:
“Cambridge University Press tarafından basılacak olan ‘Secularis and State Policies toward Religion: The United States, France, and Turkey’ kitabında detaylı anlattığım gibi, nüfusun yüzde 51 ve fazlasının Müslüman olduğu 45 ülkeden sadece 11 tanesi şeriat ile yönetilirken, 15 tanesi İslam’ı resmi din kabul ediyor, fakat şeriatla yönetilmiyor. Kalan 19 ülke ise laik. Bu 19’un 11’inin anayasasında açıkça ‘bu bir laik devlet/cumhuriyet’tir ifadesi yer alırken diğer 8’i (mesela Arnavutluk ve Lübnan) anayasasında laik lafzı geçmeyen, ama İslam’ı da resmi din kabul etmemiş laik devletler.
Demokrasi konusunda da dünyanın en etkili ölçüm kuruluşu olan Freedom House’a göre iki Müslüman ülke Türkiye’den daha demokrat: Endonezya ve Senegal. Bunların ikisi de laik devletler içinde. Dünyada başörtüsünü üniversitelerde yasaklayan üç ülke var: Türkiye, Tunus ve Özbekistan. ..
Ahmet T. Kuru, PhD Postdoctoral Research Scholar Assistant Director Center for the Study of Democracy, Toleration and Religion SIPA, Columbia University” (3)
Kısacası Türkiye tek laik İslam ülkesi değil. Hatta İslam ülkeleri arasında Endonezya ve Senegal’in Türkiye’den daha demokrat olduğu da belirtilmektedir.
Son türban tartışmalarından sonra, Türkiye İran olur mu, Arabistan olur mu sorusu pek çok kişinin aklına takılıyor. Özellikle türban karşıtlarının değişmez gündemi bu. Peki, gerçekten Türkiye bir İran ya da Suudi Arabistan olur mu?
CUMHURİYETE BAKIŞ
Cumhuriyet kuruluşunda sonra, uzun süre dini görmezlikten geldi. Halifelik kaldırıldı, din adamları geri planda kaldı, Medeni Kanun yürürlüğe girdi, ezan Türkçeleştirildi. Vakıflar Kanununun, azınlıklardan çok İslam vakıfları için hazırlandı. Medeni Kanunun tam çözemediği İslami vakıflar sorununu vakıflar kanunu çözdü. İslam vakıflarının tamamı denetim altına alındı. Vakıflar Kanununun, Medeni kanundan dokuz sene sonra yayımlanmasının nedenlerinden biri de önce uygulamayı görmektir. Bilindiği gibi 1926 yılında eski vakıflar için ayrı bir kanun çıkarılacağı belirtilmiştir ama kanun ancak 9 sene sonra çıkarılabilmiştir.
Bu aksiyon, 1949’da başlayarak reaksiyonunu üretti, eski deyimle devrim karşıtları adım adım kaybettikleri mevzileri geri almaya başladılar. 1 Şubat 1949’da ilkokullarda ihtiyari olarak din dersi okutulması kararı ile başlayan reaksiyon, 16 Haziran 1950’de Ezanın Arapça okutulmasına ve dev bir Diyanet örgütüyle, 80.000 civarında caminin yanında yüzlerce İmam hatip açılmasıyla, nihayet mecburi din dersiyle zirve yaptı.
İmam olması mümkün olmayan yüz binlerce kız öğrenci bu okullarda türbanlı olarak okudu. Orta öğretimde türbanlı olan bu kızlardan ne bekleniyordu acaba. Yani Türban bir sonuçtur, neden değil.
1960’lı soğuk savaş yıllarında komünizme karşı bir güney cephesi oluşturmak üzere batının parası ve desteğiyle Türkiye’yi de kapsayan yeşil kuşak projesi gündeme girdi. Dini –özellikle İslam dinini- öne çıkararak komünizmi güneyden sınırlamak amaçlı plan, Afganistan’da Sovyet’e karşı çok başarılı oldu. Ancak Sovyet’in çöküşünden sonra, dine eğilim arttı, yeşil kuşak da kendiliğinden karşıtını kaybetti, diyalektik kırılma yaşandı. Milyarlar harcanarak meydana getirilen bu güç, karşıtını kaybedince, artık bu güce ihtiyaç duymayan ve dışlayan eski müttefikleri olan batılıları ve gayrimüslimleri doğal düşman ve karşıt güç ilan etti. Batı birden yetiştirdiği finanse ettiği bu gücü karşısında buldu. Daha kötüsü de başlarında cihat adına her türlü cinayeti, sabotajı yapmaktan kaçınmayan, terörün her türlüsünü mubah gören anlayıştaki lider kadrolarının bulunmasıydı. Sonuç olarak, İran İslam Cumhuriyeti de, Taliban da bir bakıma batının yetiştirmesidir. Özellikle İsrail’in kuruluşundan sonra meydana gelen olaylar yüzünden, Müslümanların Batıya ve dolayısıyla Hıristiyanlara ve tabi Yahudilere karşı duydukları kin ve nefret de şiddet yanlısı İslam’ın sürekli yükselmesine neden oldu. Türkiye de bu gelişmelerden az da olsa payını aldı.
BU KOŞULLARDA TÜRKİYE İRAN YA DA SUUDİ ARABİSTAN OLUR MU?
Kanımca Türkiye bir İran bir Arabistan olmaz ya da olamaz. Böyle düşünmemin nedenini anlatabilmek için öncelikle İslam’a ve İslam mezheplerine bakmak gerekir.
İslam, Hıristiyanlıktan çok farklıdır. Unutmamak gerekir ki, İslam Peygamberi ve dört halife aynı zamanda devlet başkanlarıdır.
“İslam dininin bunlardan (diğer dinlerden) çok farklı bir yönü var. Bu da, ‘Kuran’da sadece Tanrı ile kulu arasındaki ilişkilerin değil, devlet ve adaletle ilgili kuralların da yer alması. Ancak, bu kurallar ‘kitap’ta yer aldığı için, dünyadaki gelişime uygun olarak gelişememiştir.” (4)
Bu günkü İslam ile Osmanlı’nın İslam’ı arasında farklar olduğunu kabul etmek gerekir. Cumhuriyet, Osmanlının bazı çevrelerce saray İslam’ı denen hoşgörülü İslam’ını ciddi boyutlarda zayıflattı. Saray İslam’ının zayıflamasının, 1826’da Yeniçerilerin yok edilmesi ve onların tarikatı olan Bektaşiliğin devletin gözünden düşmesine başladığını ileri sürenler de vardır. Gerçekten de Alevilerin Bektaşi tarikatının hoşgörülü görüşünün yerini daha katı olan Sünni tarikatların alması dikkate alınması gereken bir değişimdir.
Sarayın asırlar süren hoşgörülü İslam uygulamaları doğal ve zorunlu olarak halkın inancını da etkiliyordu. Ancak zayıflayan Saray İslam’ının yerini bazılarının köy İslam’ı dediği, çok iyi bilinmeyen pek çok tarikata dayanan bir İslam aldı. Bu İslam daha katı ve giderek sertleşen bir İslam oldu. Hatta çoğu kez dayandığı orta sınıfın kişiliği gereği zamana ve zemine göre hareket eden takiyecilikten de kaçınmadığı görüldü.
Diğer yandan, İslam’da pek çok mezhep ve tarikat vardır. Nitekim peygamberin şöyle dediği söylenir: “Yahudiler 71 fırkaya bölündü, Hıristiyanlar 72 fırkaya. Ümmetim ise 73 fırkaya bölünecek. Biri dışında hepsi ateşte olacak. Kurtulan fırka benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir.” (5)
İslam’ın iki büyük temel mezhebi var: Sünnilik ve Şiilik ya da Şia. Bu iki mezhep arasında çok ciddi farklar var. En önemli farklar Şiilerde 12 İmam inanışının yanında, çok ciddi bir din adamı hiyerarşisinin varlığı ve din adamı sınıfının toplum üzerinde son derece etkili olmasıdır.
“Hz. Muhammed’in ölümünden sonra halifelik meselesinden çıkan çatışmalar ortaya iki güçlü mezhebi çıkardı: Şii-Sünni. Emeviler döneminde veraset yoluyla belirlenen halifelik, Abbasiler döneminde sembolik bir makama dönüştürüldü. Sünni gelenek, halifelik makamına sembolik değerler yükleyip dünyevi siyasal otoritenin etki alanını genişletti.” (6)
Sünniler mezhep yönünden kendi aralarında dört ana gruba ayrılırlar: Hanefi, Hambeli, Şafi, Maliki.
Sünni mezhepler inanç yönünden de iki temel gruba ayrılırlar. Bunlardan biri Maturudilik’dir ki inanca akıl yoluyla ulaşacağını, insanın iyi ve kötüyü seçme hakkını kabul eden yenilikçi bir inanıştır. İkincisi ise, Eşarilik’dir. Eşarilik, inanca akıl yoluyla ulaşılamayacağını vahyin gerekliliğini öne süren, insanın seçme hakkını reddeden, kaderci bir inançtır.
“Şii gelenek ise bunun (Sünniliğin) tam tersi yolda gelişti; azınlık olmanın getirdiği bilinçle, siyasal, dinsel, sosyal ve ilahi olanı birleştirmeyi amaçlayan bir doktrin geliştirdi. Halifelik kavramı karşısına “imam” kavramını çıkardı. “İmam” cemaatin siyasal ve dinsel lideri olduğu kadar manevi konularda da en üst makamı oldu.
Şii doktrinine göre, imam doğrudan peygamber soyundan gelen kişiydi. İmamın otoritesi, bireyin günlük yaşamından manevi dünyasına kadar tüm sorunlarda “yol gösterici” olmaya kadar giden geniş bir alanı kapsıyordu.
Yani; siyasal liderlik yanında, İslam hukukunu en iyi bilen kişi olarak yorum yapma otoritesi de vardı.” (7)
Genellikle, Sünnilerde din adamları devlet gücüne sahip olmak peşinde değildirler. Din adamları Osmanlı’da olduğu gibi devletin emrindedir. Buna karşılık Şiilerde dini lider aynı zamanda siyasi lider olabilir ya da lider üstünde yorum yapan kişi olabilir.
Şiiler de Caferilik, İsmailiye, Zeydilik ve İmamilik olmak üzere yine dört temel mezhebe ayrılır.
Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu Sünni, Hanefi ve Maturudi inancındadır. Yine nüfusun %20’ye yakın bir bölümü ise, Alevidir. Alevilik on iki İmam inancı ve Hz. Ali sevgisi açısından Şiiliğin bir kolu gibi görünmekle birlikte, uygulamalarda hem Şii hem de Sünni mezheplerden tamamen ayrılır. Cem evleri, müzik, semah ve benzeri tüm uygulamalarıyla çok hoşgörülü, şiddeti reddeden, zorlamaya yer vermeyen bir mezheptir. Elbette, din referanslı devlete en çok karşı çıkacak gruplardan birinin de Alevilerin olacağı açıktır.
İran ise Şii ve Caferi’dir. Şii’lerde, Sünnilerin aksine çok güçlü olan ruhban sınıfı her zaman siyaset üzerinde de etkili olmuştur. Şah bu zümrelere dayandığı için hiçbir grubun ciddi bir direnişi olmadan devrilip gitmiştir. Nitekim Humeyni başta en büyük desteği örgütlü komünistlerden ve liberal aydınlardan almıştır. Görüleceği gibi Türkiye’ye şeriat gelse bile İran’a benzemesi mümkün değildir. Türkiye’de etkin bir ruhban sınıfından söz edilemez.
Suudi Arabistan’a gelince, Suudiler Hanbelî ve inanç yönünden bütün Sünni mezheplerden ayrı olarak Vehabidirler. Vehabilik’te İslam’ın bütün şartlarının yerine getirilmesinin zorunlu olduğu, şartları yerine getirmeyenlerin de dinden çıktığı kabul edilir. Bu yüzden de katli vacip olur. Yani bilerek şartları yerine getirmeyenlerin öldürülmesi gerekir. Vehabilerde mezar, türbe vb yoktur ve ziyareti büyük günahtır. Ölüler gömüldükten sonra tüm izler silinir. Görüldüğü gibi bu İslam’ın da Türk İslam’ı ile herhangi bir yakınlığı yoktur.
İkinci olarak, Osmanlı 622 yıllık İmparatorluk döneminde 1516 yılından sonra İslam halifeliği unvanını da almasına rağmen hiçbir dönemde bu günkü İran ya da Suudi Arabistan’a benzememiştir. Halife Padişahların birkaç istisna ile tamamı içkisini de içer, haremini de korur. Düşünün ki, bu gün hala Sudan, Suudi Arabistan ve İran gibi ülkelerde uygulanan pek çok ceza Osmanlı tarafından uygulanmamıştır. Şeriata göre yönetilen ülkelerde zaman zaman başvurulan recm, yani taşlayarak öldürme cezası 622 yıllık Osmanlı tarihinde bir defa uygulanmış, yanılmıyorsam bir Yahudi ile ilişkiye giren Müslüman kadın taşlanarak öldürülmüştür. Birkaç padişah dönemi hariç içki yasaklanmamıştır.
Üçüncü olarak, Türk toplumunun, diğer çağdaş toplumlar gibi dini konularda, yasakların en kolaylarını uygulamak gibi bir özelliği var. Örneğin Türkiye’de domuz eti yememek nüfusun %99’unun kabul edip uyguladığı bir yasakken, içki yasağında uygulama çok daha küçük oranlardadır. Hele faiz ile ilgili yasağın pek dikkate alındığı söylenemez. Sadece marjinal küçük bir grup bankaya parasını faizsiz bırakmaktadır. Dindarların bir bölümü, parasını yasağı faizsiz bankacılık adı altında hileyi şeriye (kanuna karşı hile) yoluyla aşan bankalarda tutmaktadır. Önemli bir bölüm ise faiz alıp vermekte bahis görmemektedir. Milyarlarca dolarlık faizin hepsini gayrimüslim azınlık almadığına göre, ezici çoğunluğun faiz aldığı ileri sürülebilir. Hele faiz vermenin de haram olduğu düşünülürse milyarlarca liralık kredinin, milyonlarca kredi kartının kimin tarafından kullanıldığı düşünülmelidir.
Türkiye’nin başka bir özelliği de, silahlı kuvvetlerin kendisini Atatürk ilke ve devrimlerinin, laikliğin bekçi ve koruyucusu olarak görmesidir. Silahlı kuvvetler, gereğinde bu gücünü kullanacağını da kanıtlamıştır. Köprülerin altından çok sular akmakla birlikte, silahlı kuvvetlerin kısa ve orta vadede Türkiye’nin şeriatçı bir devlet olmasına göz yumacağı düşünülemez.
Son olarak da, İslam ülkelerinin pek azında Türkiye benzeri –pek çok eksiğine rağmen- bir demokrasi yaşanmıştır. Askeri dikkate almasak bile 50–60 yıllık çok partili demokrasinin kazanımlarını inkâr etmek mümkün değil.
Bütün bunlardan sonra Türkiye hiçbir zaman bir şeriat devleti olmaz, olamaz denebilir mi? Bence evet. Ne olursa olsun Türkiye’nin tam anlamıyla bir İran, bir Suudi Arabistan gibi bir şeriat devleti olmayacaktır.
Sonuç olarak, globalizm ile birlikte, her ne kadar çelişkili görülse de, bir yandan etnisite ve etnik kültürler öne çıkarken, bir yandan da dine eğilim artıyor. Eğer Türkiye, şu ya da bu nedenle Avrupa Birliği hedefinden tamamen vazgeçer ve yönünü doğuya ve güneye dönerse, dinin toplum üzerindeki etkilerinin çok daha fazla olacağı açıktır. Bu durumda bile Türkiye mevcut Şeriatla yönetilen İslam Ülkelerinden farklı bir ülke olacaktır. Tarihi, mezhebi, deneyimleri gereği Türk İslam’ının bir İran, bir Suudi Arabistan ve bir Taliban İslam’ından çok farklı ve çok daha hoşgörülü olacağı kesindir.
Bu durumun biz gayrimüslimler üzerinde etkileri ayrı bir yazı konusudur.
(1)https://web.archive.org/web/*/http://www.hyetert.com/yazi3.asp?Id=243&DilId=1&AltYazi=Kaynaklar%5C%3E%C4%B0nsan%20Haklar%C4%B1
(2)Yeni Aktüel. 12–18 Haziran Sayı:153 Sayfa.37
(3)http://www.haberaktuel.com/news_detail.php?id=136399
(4)http://www.milliyet.com.tr/2005/08/01/yazar/toruner.html
(5)http://www.sorularlaislamiyet.com/subpage.php?s=show_qna&id=12221
(6)http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/9183713.asp?yazarid=218&gid=61&sz=23297
(7)http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/9183713.asp?yazarid=218&gid=61&sz=23297
Murat Bebiroğlu
Haziran 2008
murat.bebir@gmail.com
Yorumlar kapatıldı.