2007 İLERLEME RAPORU VE AZINLIKLAR
İçişleri Bakanlığının Azınlıklarla ilgili Genelgesi:
Bilindiği gibi Avrupa Komisyonu, Avrupa Birliğine aday her ülke için her yıl bir ilerleme raporu yayımlıyor. Raporda ülke, her yönüyle incelenerek sorunlar belirleniyor, çözümler öneriliyor. Türkiye ile ilgili 2007 raporu 6 Kasım tarihinde yayımlandı. Biz bu raporda özellikle azınlıkları ilgilendiren konuları ele aldık.
Raporda çeşitli Bakanlıkların üst düzey yetkililerinden oluşan bir heyetin, Haziran ayında “gayrimüslim topluluklarının dini liderlerini” İstanbul’da ziyaret ettiği belirtilmekte ve İçişleri Bakanlığının genelgesinden söz edilmektedir. Raporda azınlıklarla ilgili görüşleri incelemeden önce raporda yer verilen 19 Haziran tarihli ve 508 sayılı 2007–63 numaralı İçişleri Bakanlığı genelgesinden söz etmek yerinde olur.
Genelgede Anayasa’nın 10. Maddesine göre herkesin kanun önünde eşit olduğundan ve 24. Madde gereğince 14. Maddede belirtilen devletin bölünmez bütünlüğünü, laik ve demokratik cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlamamak koşuluyla ibadet dini ayin ve törenlerin serbest olduğu belirtilmektedir. Sonuç olarak bu ve benzeri maddelerde belirtilen ilkelere göre “ülkemiz tüm dini özgürlüklerin hukuka uygun surette tatbik edildiği, bu yönde engellerin bulunmadığı çağdaş bir hukuk devletidir” denmektedir.
Genelgenin ikinci bölümünde Türkiye’nin imzaladığı inanç ve ibadetlerle ilgili uluslar arası sözleşmelerden söz edilmektedir. “Türkiye’nin BM, Avrupa Konseyi ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Örgütü ve diğer birçok uluslar arası ve bölgesel organizasyonların saygın bir üyesi sıfatıyla, temel insan hak ve hürriyetlerinin yanı sıra, gayrimüslimlerin ve azınlıkların inanç ve ibadet hürriyetlerini güvenceye alan tüm sözleşmelere imza atmış ve onaylanmış, bu sözleşmeden doğan yükümlülüklerini taahhüt etmiş bulunmaktadır.”
Üçüncü bölümde gayrimüslim vatandaşlara ve gayrimüslimlerin ibadethane ve benzeri mekânlarına saldırılar olduğundan söz edilmektedir. Bu saldırılar yüzünden ülkenin saygınlığına leke düşürüldüğü, ülke hakkında olumsuz önyargılar oluşmasına neden olduğundan söz ediliyor.
Sonuç olarak Bakanlık valilerden:
a-Gayrimüslimlere yönelik saldırıların tekrarlanmaması için gerekli tüm önlemlerin alınmasını;
b-Bu konudaki istihbarat bilgi ve şikâyetlerin titizlikle araştırılması ve risk tespit edilmesi halinde gerekli koruma önlemlerinin alınmasını;
c-Farklı din ve inançlara mensup kişi ve gruplara karşı toplumsal müsamahanın artırılması doğrultusunda sosyal ve kültürel faaliyetlere olabildiğince ağırlık verilmesi hususu bildirilmekte ve söz konusu genelge hususunda gerekli hassasiyetin gösterilmesini istemektedir.
AVRUPA KOMİSYONU TÜRKİYE 2007 İLERLEME RAPORU
—Raporda, Raporun amaçları şöyle sıralanmaktadır:
“Bu rapor;
—Birlik ile Türkiye arasındaki ilişkileri kısaca tanımlamakta;
—üyelik için siyasi kriterler açısından Türkiye’deki durumu incelemekte;
—üyelik için ekonomik kriterler açısından Türkiye’nin durumunu incelemekte;
—Türkiye’nin üyelik yükümlülüklerini, diğer bir deyişle, Antlaşmalar, ikincil mevzuat ve Birlik politikaları olarak tanımlanan müktesebatı üstlenme kapasitesini gözden geçirmektedir.
Bu rapor, 1 Ekim 2006 ve 2007 Ekim ayının ilk günleri arasındaki süreyi kapsamaktadır.”
—Komisyon raporunda azınlık hakları konusunda silahlı kuvvetlerin üst düzey mensuplarının “bilimsel araştırma ve kamuya yönelik tartışmaları sınırlamak için çeşitli girişimlerinin” olduğu belirtilmektedir.
Doğrusu hangi bilisel araştırmaların ve kamuya yönelik tartışmaların engellendiğini bilmiyoruz ama yalanlayan olmadığına göre bir şeylerin olduğu kesin.
—Raporda insan haklarıyla ilgili belgelerin onaylanmasıyla ilgili bilgiler verilmektedir.
“İnsan haklarına ilişkin belgelerin onaylanması bağlamında, 2006 Ekim ayında Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin denetim sistemine değişiklikler getiren 14 No’lu Protokolü onaylamıştır. (1) Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 2004 yılında imzalanan Birinci İhtiyari Protokolü (2), 2006 Kasım ayında onaylanmış ve 2007 Şubat ayında yürürlüğe girmiştir. Söz konusu Protokol, BM İnsan Hakları Komitesi’nin, insan hakları ihlallerine ilişkin olarak bireylerin şikâyetlerini alma ve değerlendirme yetkisini tanımaktadır.”
Bu bölümde çok önemli olan artık BM İnsan Hakları Komitesine de bireysel başvurunun mümkün olmasıdır. Ancak dikkat edilecek en önemli nokta, “Aynı konu başka bir uluslararası soruşturma veya çözüm usulüne göre incelenmekte olmamalıdır.”Yani birden fazla uluslar arası kuruma başvurulamaz.
—Raporda, rapor döneminde “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM), Türkiye’nin AİHS’nin en azından bir maddesini ihlal ettiği sonucuna vardığı 330 karar” verdiği açıklanmaktadır.
— Raporda Başbakanlık insan hakları başkanlığına ve İnsan Hakları Kurullarına başvuruların arttığı belirtilirken, söz konusu kurumlar hakkında kamuoyunun yeteri kadar bilgilendirilmediği, yeterli personele sahip olmadığı ve yeterli kaynak tahsis edilmediğinden söz edilmektedir. Ayrıca Baskın Oran ve arkadaşları tarafından hazırlanan Azınlık hakları raporu da burada ele alınmaktadır.
“Başbakanlığa bağlı İnsan Hakları Başkanlığı ve 931(81 il ve 850 ilçe MB) İnsan Hakları Kurulu 2006 yılında bir önceki seneye nazaran daha fazla sayıda başvuru almıştır. İnsan Hakları Kurullarının gözaltı merkezlerine ve kamuya bağlı sosyal hizmet kurumlarına ziyaretleri devam etmiştir.
Ancak, söz konusu kurumların çalışmaları hakkında kamuoyunun daha fazla bilgi sahibi olmasına ve özellikle personel bakımından yeterli kaynakların tahsis edilmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Bazı sivil toplum örgütleri, İnsan Hakları Kurullarının bağımsız olmamalarını, bu kuruma katılmayı reddetmek için bir gerekçe olarak ileri sürmektedir. Ayrıca, Başbakanlığa bağlı, sivil toplum örgütleri ile Bakanlıklardan uzmanlar ve temsilcilerden oluşan bir yapıya sahip İnsan Hakları Danışma Kurulu, 2004 Ekim ayında Azınlık Hakları konusunda bir rapor yayımlamasından bu yana faaliyet göstermemektedir. Bu raporun önde gelen iki yazarı hakkında yasal işlem başlatılmıştır. Başlangıçtaki beraat kararı, 2007 Eylül ayında Yargıtay tarafından reddedilmiş olup, temyiz süreci devam etmektedir. Genel olarak, insan haklarının kurumsal çerçevesinin iyileştirilmesi için ilave çaba sarf edilmesi gerekmektedir” Burada Başbakanlığa bağlı –az bilinen- İnsan Hakları Başkanlığının varlığı ve problem olduğunda bu kurula da başvurulması gerektiği unutulmamalıdır. Ayrıca il ve ilçelerde 931 insan hakları kurulu bulunmaktadır. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığına http://www.basbakanlik.gov.tr/sour.ce/index.asp?wss=basbakanlik.gov.tr&wpg=birimdetay&did=9A6F20EA-652B-4C58-A1B0-E0085C0C059F adresinden ulaşılabilir.
—Raporda Ceza Kanununun 301. Maddesi de ele alınmıştır. “Ceza Kanununun belirli hükümleri uyarınca, şiddet içermeyen görüşlerin ifadesinin kovuşturmaya ve cezalandırmaya tabi olması ciddi endişe kaynağıdır. Hakkında kovuşturma açılan kişilerin sayısı 2006 yılında 2005’e kıyasla neredeyse iki katına yükselmiş, 2007 yılında bu sayı daha da artmıştır. Bu suçlamaların yarısından fazlası Türk Ceza Kanunu ve özellikle de Türklüğe, Cumhuriyete ve devletin kurum ve kuruluşlarına hakareti cezalandıran 301. madde kapsamında getirilmiştir.” “Ancak, Yargıtay’ın 301. maddeyle ilgili olarak 2006 yılında geliştirdiği kısıtlayıcı içtihat halen yürürlüktedir. Bu çerçevede, 301. maddenin ilgili AB standartlarıyla uyumlu hale getirilmesi gerekmektedir. Aynı husus şiddet içermeyen görüşlerin ifadesinin kovuşturulması için kullanılan ve ifade özgürlüğünü sınırlandırabilen diğer yasal hükümler için de geçerlidir”
—Raporda Hrant Dink’in öldürülmesi ile ilgili görüşlere yer verilmekte ifade özgürlüğünü kısıtlayan 301. madde ve Türk Ceza Kanununun diğer hükümlerinin, “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin içtihat hukukuyla uyumlu hale getirilmelidir”.denmektedir.
“ Terörle Mücadele Kanununun ifade özgürlüğü üzerindeki potansiyel etkisi de endişe vericidir.
Tarihi konularda şiddet içermeyen görüşler ifade ettiği için çeşitli cezai hükümlerle karşılaşan Ermeni kökenli Türk gazeteci Hrant Dink 2007 Ocak ayında bir suikasta kurban gitmiştir. Öldürülmesi Türk toplumunda dayanışma hareketi başlatmış olsa da, faillere destek ifadeleri de dile getirilmiştir. Hrant Dink cinayetinin faillerine karşı 2 Temmuz tarihinde açılmış olan dava halen devam etmektedir. Polis ihmali iddiaları dâhil olmak üzere, kapsamlı soruşturmaya ihtiyaç duyulmaktadır.”
—Raporda derneklerin yurtdışından yardım almalarının kolaylaştırılması istenmektedir:
“Dernekler Kanununca öngörülen, yurtdışından mali destek almadan önce ilgili makamların bilgilendirilmesi ve bu tür desteklere ilişkin ayrıntılı belgelerin sunulması yükümlülükleri, derneklerin faaliyetleri açısından bir yük teşkil etmektedir. Ayrıca, bazı dernekler zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Amnesty International Türkiye’nin hesapları 1 Ocak 2007’den bu yana bloke edilmiştir. Siyasi partilerin Türkçeden başka bir dil kullanmalarına izin verilmemektedir”.
AI’ın Türkiye hesaplarını neden bloke ettiği tam anlaşılamamakla birlikte, Türkiye ile kurum arasında sorunlar olduğu anlaşılmaktadır.
— Raporda yukarıda söz ettiğimiz İçişleri Bakanlığı genelgesinden söz edilmekte, valilerden gayrimüslimler konusunda daha duyarlı olmaları istenmektedir.
“Hükümet ve gayrimüslim topluluklar arasındaki diyalog sürmüştür. Çeşitli Bakanlıkların üst düzey yetkililerinden oluşan bir heyet, Haziran ayında gayrimüslim toplulukların dini liderlerini İstanbul’da ziyaret etmiştir. 19 Haziran’da, İçişleri Bakanlığı, gayrimüslim Türk vatandaşlarının dini özgürlüklerine dair bir genelge yayımlamıştır.”
— Raporda, kimlik belgelerinde dinle ilgili bölümlerin kişilerin isteklerine göre değiştirilmesi ele alınmakta; bazı resmen tanınmayan dinlerin endişelerinden söz edilmektedir. Bilindiği gibi örneğin Bahailik hala devlet tarafından tanınmamaktadır.
“Nüfus Hizmetleri Kanununun Uygulanmasına İlişkin Yönetmelik, 2006 Kasım ayında yürürlüğe girmiştir. Yönetmelik, aile nüfus kayıtlarında dine ilişkin olarak talep edilen bilgilerin, sadece vatandaşların yazılı beyanına bağlı olarak yazılmasını, değiştirilmesini ve silinmesini sağlamaktadır.
Bununla birlikte, nüfus cüzdanları gibi idari belgeler, doldurulabilecek veya boş bırakılabilecek olan din hanesi içermektedir. Bu durum, ayrımcı uygulamalara yol açabilecektir. Ayrıca, resmen tanınmayan dinler hakkındaki endişeler halen devam etmektedir.”
Burada bizim açımızdan önemli olan nüfus kayıtlarında mezhep belirtilmediğine göre, okullarımıza yapılan başvuruların nasıl değerlendirileceğidir. Okullarımızda kayıtta sadece vaftiz esas alınmalı vaftiz belgesi olan her Hıristiyan çocuğu azınlık okullarına kaydedilebilmelidir.
— Malatya’da öldürülen Hıristiyanlarla ilgili bölümde, Protestanlar aleyhine dava açıldığından söz edilmekte, misyonerlerin tehdit olarak görüldüğü açıklanırken, Gayrimüslimlere yönelik nefreti teşvik edecek söylemlerin cezasız kaldığı belirtilmektedir.
“Nisan ayında, Malatya’da, yerel Protestan topluluğa ait bir basım evinde üç Protestan öldürülmüştür. Suçun, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında soruşturulmasına devam edilmektedir. Protestanlar aleyhinde “Türklüğe hakaret” nedeniyle açılan bir başka dava, yoğun güvenlik önlemleri altında devam etmektedir. Gayrimüslim toplulukların din adamlarına ve ibadet yerlerine yönelik saldırılar hakkında haberler gelmektedir. Medya veya resmi makamlar tarafından, misyonerler, ülkenin bütünlüğüne bir tehdit, gayrimüslim azınlıklar Türk toplumunun ayrılmaz bir parçası olmadıkları şeklinde tasvir edilebilmektedir. Bugüne dek, gayrimüslim azınlıklara yönelik olarak kullanılan nefreti teşvik edebilecek söylemler cezasız kalmıştır.”
— Raporun bizce en önemli bölümü gayrimüslim dini toplulukların tüzel kişiliğinin olmadığından söz eden bölümüdür. Yeni Anayasa hazırlanırken acaba bu konu gündeme gelebilir mi? Ayrıca bu bölümde sınırlı mülkiyet haklarından da söz edilmektedir.
“Gayrimüslim dini topluluklar – örgütlenmiş dini gruplar olarak – tüzel kişiliklerinin olmayışı ve sınırlı mülkiyet hakları gibi sorunlarla karşılaşmaya devam etmektedirler. Bu topluluklar, vakıflarının idaresinde ve mülklerini yargı yoluyla geri almakta da sorunlar yaşamaktadırlar.”
— Bir başka bölümde ibadet yeri inşasından söz edilmektedir.
Yerel makamlarca ibadet yerleri için inşa izni verilmesi, ilden ile değişiklikler arz etmektedir. Bu durum, İmar Kanununun keyfi uygulanmasına yol açabilmektedir. Bazı kiliseler, ibadet yeri olarak tescil edilememiştir. Aleviler, ibadet yerlerini (cem evleri) açmakta sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Cem evleri, ibadet yeri olarak tanınmamakta ve resmi makamlardan yardım alamamaktadır.
— Raporda, din dersi mecburiyeti ve AİHM’nin kararı ele alınmakta ve konunun Avrupa İnsan Hakları sözleşmesine uygun hale getirilmesi istenmektedir.
Eğitimle ilgili olarak, din kültürü ve ahlak bilgisi dersleri zorunludur. Alevi bir aile tarafından yapılan başvuruya karşılık AİHM, Ekim 2007’de, oybirliğiyle, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 No’lu Protokolünün (eğitim hakkına ilişkin) 2’nci maddesinin ihlal edilmiş olduğuna karar vermiştir. Mahkeme, Hükümet tarafından, bu derslerin Türk toplumundaki dini çeşitlilikleri gözetmediğinin kabul edilmesini not etmiştir. Mahkeme ayrıca, Türkiye’deki din eğitimi müfredatının demokratik toplumun gerektirdiği tarafsızlık ve çoğulculuk ölçütlerini karşılamadığına ve ebeveynlerin inançlarına saygı duyulmasını teminat altına alan uygun bir yöntemin bulunmadığına hükmetmiştir. Sonuç olarak, Mahkeme, Türkiye’nin eğitim sistemini ve ulusal mevzuatını Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun hale getirmesi gerektiğine hükmetmiştir.
— Türk mevzuatının din adamı eğitimi konusundaki sınırlamalarından ve Heybeliada Ruhban okulunun açılamamasından söz edilmektedir. Ayrıca yabancı din adamlarının Türkiye’de çalışmaları konusunda zorluklar çıkarıldığı belirtilmektedir.
“Din adamlarının eğitimi konusundaki sınırlamalar devam etmektedir. Türk mevzuatı, bu topluluklar için özel yüksek öğrenim imkânı sağlamamaktadır ve kamu eğitim sistemi içinde de bu tür imkânlar bulunmamaktadır. Heybeliada Rum Ortodoks Ruhban Okulu hala kapalıdır. Türkiye’de 2006 Aralık ayı itibarıyla Yabancıların Çalışma İzinlerine İlişkin Kanunun Uygulama Tüzüğüne bağlı olarak 122 yabancı din adamı çalışmaktadır. Buna rağmen, Türkiye’de çalışmak isteyen ancak sorunlarla karşılaşan ve Türk vatandaşlarıyla eşit muameleye tabi olma hakları sağlanmayan yabancı din adamlarına ilişkin vakalar rapor edilmektedir.”Bilindiği gibi Patrikliğimiz din adamı ve öğretmen yetiştirmek amacıyla bir üniversitede bir Ermenice kürsüsü kurulmasını istemektedir.
— Bu bölümde Fener Rum Patrikliğinin Ekümenik olduğu ancak Ekümenik unvanının kullanılmasına izin verilmediği ve Yargıtay’ın patrikliği Ekümenik olması için dayanağı olmadığını açıkladığı belirtmektedir. Ayrıca Patrikhanenin hala tüzel kişiliği olmayan bir kurum olduğu açıklanırken patrik seçimi ile ilgili olarak seçilenlerin Türk vatandaşı olması ve Türkiye’de çalışıyor olmaları koşullarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle sağlanan hakların kullanılması konusunda yeni sorunlar çıkarma potansiyeli olduğu belirtilmektedir. Bu sorunların yeni anayasada çözülmesi mümkün olabilir mi?
“Ekümenik Patrik, dini “Ekümenik” unvanını her vesileyle kullanma özgürlüğüne sahip değildir. Haziran 2007’de, Yargıtay, Ekümenik Patrikhane’nin Sen Sinod Meclisine karşı açılan dava hakkında karar vermiştir. Mahkeme, sanığın beraatına hükmetmiştir. Bununla birlikte, kararda, Türk mevzuatında Patrikhaneyi Ekümenik kılan hiçbir dayanağın bulunmadığına, Patrikhanenin tüzel kişiliği bulunmayan bir dini kurum olduğuna, Patrikhanede yapılan dini seçimlere katılanların ve seçilenlerin Türk vatandaşları olmaları ve seçim tarihinde Türkiye’de çalışıyor olmaları gerektiğine hükmedilmektedir. Bu karar, Patrikhanenin ve diğer gayrimüslim dini toplulukların, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi tarafından teminat altına alınan haklarını kullanmalarında ilave sorunlara yol açma potansiyeli vardır.
—Bu bölümde Aleviler ve gayrimüslim topluluklar için Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygun yasal çerçevenin beklendiği belirtilmektedir.
“Genel olarak, dini özgürlüklere ilişkin ortam, uygulamada bu hakların tam olarak saygı görmelerine imkân tanımamaktadır. Tüm dini toplulukların gereksiz kısıtlamalara tabi olmaksızın faaliyet göstermeleri için, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine uygun bir yasal çerçeve oluşturulması beklenmektedir. Aleviler ve gayrimüslim dini topluluklar tarafından karşılaşılan temel zorluklara ilişkin olarak gelişme kaydedilmemiştir”.
— Vakıfların 1936 Beyannamesine dayanılarak el konulan mallarının bir bölümü için açılan davaların sonuçları da raporda yer almaktadır. Ayrıca halen TBMM’de bulunan ve maalesef eski cumhurbaşkanı tarafından haksız olarak veto edilen Vakıflar Kanununun bazı konularda kolaylık sağlayacağı belirtilmektedir.
“Mülkiyet hakları konusunda; AİHM Fener Erkek Lisesi Vakfı-Türkiye davasında son kararını Nisan ayında vermiştir. Mahkeme, AİHS’nin 1 Numaralı Protokolü’nün birinci maddesinin (mülklerin barışçı kullanımı) ihlaline oybirliğiyle karar vermiş, müştekinin maddi zararının karşılanmasını veya mülkünün iadesini tavsiye etmiştir. Türkiye Hükümeti ile İstanbul Ermeni Hastanesi Vakfı arasında vakfın 1943 ve 1963’te edindiği mülke ilişkin AİHM’ deki bir davada dostane çözüme varılmıştır. Söz konusu çözüm uyarınca, hükümet Vakfa taşınmazı iade edecektir. Türk Hükümeti söz konusu taşınmaza Mayıs 1974 tarihli Yargıtay Kararı’na istinaden el koymuştu.
TBMM’ye iade edilen yeni Vakıflar Kanunu’nun nihai kabulü henüz gerçekleşmemiştir. Yeni kanunun kabulü, malların kullanımı ve kazanımına ilişkin olarak dini toplulukların karşılaştıkları çeşitli sorunlara çözüm getirebilecektir.
Mülkiyet konusunda güçlüklerle karşılaşmaya devam eden Süryanilerin durumu konusunda herhangi bir ilerleme sağlanmamıştır. Süryanilerin mülklerine el konulmasına ilişkin şikâyetler artmıştır.”
—Özel Eğitim Kurumları Kanunu ile Lozan Antlaşmasının resmi makamlarda tanınan şekliyle onaylandığı belirtilirken, Türk Makamlarının Türk vatandaşlarını çoğunluktan ya da azınlıktan bireyler olarak görmek yerine kanun önünde eşit bireyler olarak görmekte bu nedenle de etnik köken, din ve dillerinden dolayı bazı vatandaşlarına kimliklerini korumaları için özel haklar verilmemesine neden olmaktadır. Burada sözü geçen etnik, dil ve din farklılığı Alevileri, Kürtleri ve Rum, Ermeni ve Yahudiler dışında kalan ve azınlık olarak tanınmayan Süryaniler gibi toplulukları kapsamaktadır. Bu konuda da Avrupa standartlarına uygun olarak dil ve kültüre saygı gösterilmesi ve korunması istenmektedir.
“Azınlıkların eğitim hakları hususunda, Şubat 2007 tarihinde yürürlüğe giren Özel Öğretim Kurumları Kanunu Lozan Antlaşması ile resmi makamlarca tanınan gayrimüslim azınlıkların azınlık okullarına sahip olma haklarını teyit etmektedir.
Ancak, Türkiye’nin azınlık haklarına yaklaşımı değişmemiştir. Türk makamlarına göre, Türkiye’deki azınlıklar, 1923 Lozan Antlaşması uyarınca, sadece gayrimüslim topluluklardan oluşmaktadır. Uygulamada Resmi makamlar tarafından Lozan Antlaşması uyarınca tanınan azınlıklar Yahudiler, Ermeniler ve Rumlardır. Lozan Antlaşmasına halel getirmeksizin, Türk makamları, Türk vatandaşlarını, çoğunluğa ya da azınlığa mensup olan bireylerden ziyade kanun önünde eşit haklara sahip bireyler olarak görmektedir. Bu tutum, Türkiye’yi etnik köken, din ve dillerinden dolayı bazı Türk vatandaşlarına, kendi kimliklerini korumalarını teminen, özel haklar tanımaktan alıkoymamalıdır. Avrupa standartlarına uygun bir şekilde, dil ve kültüre tam saygı gösterilmesi ve bunların korunması, dernek, toplantı, ifade ve din özgürlüğü ile geçmişine ve kökenine bakılmaksızın bütün vatandaşların kamu hayatına etkin katılımının garanti altına alınması henüz bütünüyle sağlanmış değildir.”
— Bu arada AGİT Milli Azınlıklar Yüksek Komiseri’nin Türkiye’yi ziyaret ettiği ancak bazı bölgelere gitmesinin engellendiği belirtilmektedir.
“AGİT Milli Azınlıklar Yüksek Komiseri (MAYK), 2003 ve 2005’teki ziyaretlerinin ardından Aralık 2006 tarihinde Ankara’yı üçüncü kez ziyaret etmiştir. Bölgeleri –bilhassa Türkiye’nin Güneydoğusu- ziyaret etme önerisi kabul edilmemiştir. Türkiye ve MAYK arasında, azınlıkların kamu hayatına katılımı ve azınlık dillerinde yayın gibi konulara ilişkin diyalogun başlaması gereklidir. Bu, Türkiye’nin uluslararası standartlarla ve AB üyesi ülkelerdeki en iyi uygulamayla aynı çizgiye gelmesini kolaylaştıracaktır.”
— Raporun en önemli bölümlerinden biri de Türkiye’nin taraf olduğu BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesine azınlıklar konusunda, Sosyal ve Kültürel haklar Sözleşmesine eğitim hakkı konusunda koyduğu çekincelerin endişe verici olduğunun belirtilmesidir. Bu bölümde okullarda Türk Müdür yardımcısı konusu da ele alınmaktadır. Daha önemlisi ise Türkiye’nin hala Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi (3) ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı (4) imzalamamış olmasıdır.
“Türkiye BM Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’ne (ICCPR) taraftır. Ancak, azınlık hakları konusunda ve BM Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’ne (ICESCR) eğitim hakkı konusunda koyduğu çekinceler endişelere neden olmaktadır. Türkiye, Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nı imzalamamıştır.
Çift müdürlük uygulaması da dâhil olmak üzere azınlık okullarının yönetimi konusu halen sorun teşkil etmektedir. Okul kitaplarındaki ayrımcı ifadelerin kaldırılmasına yönelik olarak daha fazla çaba gerekmektedir.
Rum azınlık eğitim ve mülkiyet haklarıyla ilgili sorunlarla karşılaşmaya devam etmektedir. Bu bağlamda, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rum azınlığı etkileyen sorunlar bildirilmeye devam etmektedir.
Genel olarak, Türkiye, kültürel çeşitliliğin sağlanması ve Avrupa standartlarına uygun biçimde azınlıklara saygı gösterilmesi ve korunması konularında ilerleme kaydedememiştir”.
Türkiye’nin çekince koyduğu madde ve fıkraları ele alırsak:
BM Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslar arası Sözleşmesi’nin 13. maddesinin 3 ve 4. paragraf hükümlerine çekince koymuştur.
Madde 13.-
3.- Bu sözleşmeye taraf devletler, ana babalarının ya da –kimi durumlarda- yasal vasilerin, Devlet tarafından kurulanların dışında Devletçe konmuş ya da onanmış belli eğitim ölçülerine uyan okulları seçme özgürlüklerine saygı göstermeyi ve çocuklarının kendi inançları doğrultusunda ahlak ve din eğitimi görmelerini sağlamayı üstlenir.
4.- Bu maddenin hiçbir hükmü, her durumda bu maddenin 1.fıkrasında öne sürülen ilkelerin gözetilmesi ve verilen eğitimin Devlet tarafından konacak belli ölçülere uygun düşmesi koşuluyla, birey ve kuruluşların eğitim kurumları kurma ve yönetme özgürlüğünü zedeleyici biçimde yorumlanamaz. (5)
Konulan çekince “T.C. bu sözleşmenin 13. maddesinin 3 ve 4. paragrafları hükümlerini, TC Anayasası’nın 3, 14 ve 42. maddelerindeki hükümler çerçevesinde uygulama hakkını saklı tutar.”
Türkiye BM Kişisel Ve Siyasi Haklar Uluslar arası Sözleşmesi’nin 27. maddesine çekince koymuştur.
Madde 27.- Etnik ve dinsel azınlıklarla dil azınlıklarının bulunduğu devletlerde bu azınlıklardan olan kişilerin, gruplarındaki öteki üyelerle birlikte topluluk olarak kendi kültürlerinden yararlanmak, kendi dinlerini açıklamak ve uygulamak ya da kendi dillerini kullanmak hakları yadsınamaz. (6)
Konulan çekince şöyledir: “T.C. Sözleşmenin 27. Maddesini, T.C. Anayasası’nın ve 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması ve eklerinin ilgili hükümlerine ve usullerine göre uygulama hakkına sahiptir.”
— Kültürel Haklar incelenirken Türkçe dışında yayınlardan söz edilmekte ve uygulama zorlukları anlatılmaktadır. Burada söz edilmemekle birlikte Lozan Antlaşması’nda azınlıklara kendi dillerinde yayın yapmasının serbest olduğu açıkça ifade edilmektedir (Madde 39). Aslında bu konunun gündeme getirilip tartışılması gerekir.
“Kültürel haklar, Türkçe dışındaki dillerde yayın bağlamında, Mart 2007 tarihinde Diyarbakır’daki yeni bir radyo kanalı olan Çağrı FM Kırmançi ve Zaza Kürtçesinde yayın yapma izni almıştır. Şu an Kürtçe yayın yapan dört adet yerel radyo ve televizyon istasyonu bulunmaktadır.
Ancak, film ve müzik programları dışında yayınlara zaman kısıtlamaları uygulanmaktadır. Şarkılar dışında bütün yayınlara Türkçe altyazı konulması veya yayınların Türkçeye çevrilmesi zorunluluğu özellikle canlı yayınları teknik olarak zorlaştırmaktadır. Kürtçe öğreten eğitim programlarının yayınına izin verilmemektedir. Bu kurallar aleyhine açılan dava Danıştay’da üç yıldır beklemektedir. Bazı yayıncılar aleyhine sudan sebeplerle davalar açılmıştır.”
SONUÇ:
Rapordaki her bölüm bizim için çok öneli olmakla birlikte bazı noktaları vurgulamakta yarar var.
1.- Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin Birinci İhtiyari Protokolü Türkiye tarafından onaylanmıştır. Söz konusu Protokol, BM İnsan Hakları Komitesi’nin, insan hakları ihlallerine ilişkin olarak bireylerin şikâyetlerini alma ve değerlendirme yetkisini tanımaktadır. Ancak konunun başka bir uluslararası kuruma götürülmemiş olması gerekir. Soğuk savaş döneminin ürünü olan İkiz sözleşmelerinin yaptırım gücünün az olduğu, BM İnsan Hakları Komitesinin, Avrupa İnsan Hakları mahkemesinin yetki ve gücünde olmadığı unutulmamalıdır.
2.- Başbakanlığa bağlı İnsan Hakları Başkanlığı ve 931 İl ve ilçede İnsan Hakları Kurulu bulunmaktadır. İnsan Hakları Kurullarının amacı şöyle belirtiliyor. “Toplumda ve kamu görevlilerinde insan hakları bilincini geliştirmek, insan haklarını korumak, ihlal iddialarını incelemek ve araştırmak, insan hak ve özgürlüklerinin kullanılmasının önündeki engeller ile hak ihlallerine yol açan sosyal, siyasi, hukuki ve idari nedenleri incelemek, araştırmak ve bunların çözümüne ilişkin önerilerde bulunmak üzere, illerde “İl İnsan Hakları Kurulu” ile ilçelerde “İlçe İnsan Hakları Kurulu”nun kuruluş, görev ve çalışma esaslarını belirlemektir.” Başvuru formu http://www.basbakanlik.gov.tr/docs/ihb/İNSAN%20HAKLARI%20İHLAL%20İDDİASI%20%20BİREYSEL%20BAŞVURU%20FORMU.xls adresinden sağlanabilir.
3.- Amnesty International Türkiye’nin hesapları 1 Ocak 2007’den bu yana bloke edilmiştir. Raporda bu konuda açıklık olmamakla birlikte konunun derneklere zorluk çıkarılmasından kaynaklandığı tahmin edilebilir. Türkiye gerekli düzeltmeleri yaparak bu blokajı kaldırmalıdır.
4.- Nüfus kayıtlarında beyana göre din yazılmakta, istenirse din bölümü boş bırakılabilmektedir. Ancak okullarımızda kayıt sırasında kimliğinde Hıristiyan yazan bir kişinin okulumuza alınmasında giderek artan problemler yaşanabilir. Bu nedene bu konu açıklığa kavuşturulmalı vaftiz olduğunu kanıtlayan her Hıristiyan istediği azınlık okuluna gidebilmelidir.
5.- Gayrimüslim azınlıklara yönelik olarak kullanılan nefreti teşvik edebilecek söylemler cezasız kalmıştır, şeklindeki tespit maalesef geçerliliğini korumaktadır. Bilim adamlığı maskesine sığınan yabancı ve azınlık düşmanı bazı kişilerin özellikle Ermenilere yönelttikleri kin ve nefret bir bölüm medya tarafından da desteklenmektedir. Terör bir etnik gruba mal edilmek istenmektedir.
6.- “Gayrimüslim dini topluluklar – örgütlenmiş dini gruplar olarak – tüzel kişiliklerinin olmayışı ve sınırlı mülkiyet hakları gibi sorunlarla karşılaşmaya devam etmektedirler. Bu topluluklar, vakıflarının idaresinde ve mülklerini yargı yoluyla geri almakta da sorunlar yaşamaktadırlar.”
Burada söz konusu olan siyasi temsil değil (Son zamanlarda moda olan Temsiliyet sözü, sözlüklerde ve ansiklopedilerde yer almayan bir kelime. Galiba Dilaçar’ın torunları bir galatı meşhur – meşhur olmuş yanlış- olan teslimiyetten yola çıkarak temsiliyet sözünü türetmişler, aslında temsil demek istiyorlar) , vakıfların yönetimi ve hukuki olarak temsilidir. Bu nedenle etnik grupların hükmi şahsiyeti olmalıdır. Cemaat, cemaat yöneticisi tarafından temsil edilmelidir. Bu temsilin siyasi temsille ilgisi yoktur.
7.-Zorunlu din dersi, özellikle devlet okullarında ve yabancı okullarda okuyan çocuklarımız için ciddi bir sorundur. Yeni Anayasa’da umarız din dersi ihtiyari ders haline getirilir ya da tümüyle kaldırılır. Eğer kaldırılmazsa din dersi muafiyeti için istekte bulunmak yerine, çocuğunun din dersine girmesini isteyen veli istekte bulunmalıdır. Ancak bu şekilde belli ölçüde “mahalle” baskısı azaltılabilir.
8.- Rapor bir yandan Heybeliada Ruhban Okulunun açılmasını desteklerken diğer yandan da Patrikliğimizin din adamı ve öğretmen yetiştirmek amacıyla bir üniversitede kürsü verilmesi talebi desteklenmektedir.
9.- Bütün eksiklerine rağmen TBMM’de bulunan Vakıflar Kanununun bir an önce çıkması pek çok problemi çözecektir.
10.- Raporda BM ikiz sözleşmelerine Türkiye tarafından eğitim ve azınlıklar konusunda konulan çekincelerin hala geri çekilmediği belirtilerek konunun endişe verici olduğu belirtilmektedir. Dileğimiz Türkiye’nin en kısa zamanda bu çekinceleri geri çekerek çağdaş insan haklarının önündeki bir engeli daha kaldırmasıdır.
11.- Bizim için çok önemli olan Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesi ve Bölgesel veya Azınlık Dilleri Avrupa Şartı’nın Türkiye tarafından hala imzalanmamış olması üzücüdür.. En kısa zamanda her iki sözleşmenin imzalanmasını umuyor ve bekliyoruz.
12.- Azınlık okullarında çift müdür ya da Türk müdür yardımcısı uygulamasına son verilmesi, tüm öğretmen ve müdür yardımcısının sicil amirinin okul müdürü olması gerekir. Azınlıklara ve başka milletlere karşı duyulan mevcut ayrımcılığı, kin ve nefret artıran bölümlerin okul kitaplarından çıkartılması için hükümetin çalışmaları hızlandırması son derece önemlidir.
13.- Lozan Antlaşmasının 39. maddesinin 4. fıkrasının açık hükmüne göre ”Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiçbir kısıtlama konulmayacaktır.” Bizim her türlü yayın hakkımız vardır. Devlet nedense bu fıkrayı görmezden gelerek bizim için de Kürt radyo ve televizyonları için geçerli olan yasaları uygulamak eğilimindedir. Böyle br uygulama tamamen hukuk dışı olacaktır.
1)http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5512.html
2)http://www.tbmm.gov.tr/kanunlar/k5468.html
3)http://www.avrupakonseyi.org.tr/antlasma/aas_157.htm
4)http://www.yerelnet.org.tr/uluslararasi/avrupakonseyianlasma6.php
5)Belgelerle İnsan Hakları-Muzaffer Sencer-Beta Yayınları 1988. Sayfa 56–57
6)A.g.e. Sayfa 69
Murat Bebiroğlu
murat.bebir@gmail.com
Kasım 2007
Yorumlar kapatıldı.