İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

“Kurtarıcı şiddet”

Katiller gene çıktılar piyasaya. Bu sefer Malatya’da üç can aldılar, hem de en vahşi yöntemlerle… Bu katillerin nasıl tanımlanabileceği hakkında hiçbir bilgim yok. Her seferinde klasik bir soru olarak gündeme düşen “arkalarında kim var?”, “bu cinayetler hangi komplonun paçası?”; “islamcılar ve laklikler arasında yeni bir kutuplaşmanı temelleri mi atılıyor?” Kendilerinin üzerinde konumlanmış olan birilerinin, karanlık şebekelerde ilişkide oldukları ağababalarının, efendilerinin kuklaları mıydılar yoksa kendi başlarına hareket eden insanlar mıydılar? Bu insanlar ulvi bir amaca mı hizmet ettiklerini düşünüyorlardı yoksa onlar sadece “kötü” kategorsine atılacak bir takım insan müsveddeleri miydiler? Bu sorulara da cevabım yok.

Ne olursa olsun, bu katiller gene cana kıydılar. Kolayca, normal bir şekilde… Gözlerini kırpmadan şiddet dünyasına, ölümün dünyasına adım attılar. Üç insanı öldürdüler, çünkü onlara göre bu insanlar “Hıristiyanlık propagandası” yapıyorlardı…

Yani anlaşılan, onlar kendi sahip oldukları dine o kadar az güveniyorlardı ki, kendi dışlarında yapılacak herhangi bir propaganda onların dinlerini, en temel referanslarını yok etme riskini taşıyordu.

Bu arada yeni yeni öğreniyorum; meğer 14 Nisan Ankara mitinginde kürsüden kitleyi heyecanlandırmaya çalışanlardan biri, bir ara, gururla, “Bu meydanda ‘hepimiz Ermeni’yiz’ sloganı atan kimse yok” demiş. Ayrıca mitingde konuşan Alpaslan Işıklı da, AKP hükümetini ve Başbakan Erdoğan’ı kast ederek şunları söylemiş: “Minareler süngümüzdür demişti. Geldi haçlı seferlerini yapanların eş başkanlığını kabullendi. Bu arada, Irak’ta yıkılmayan minare kalmadı. Bunların zamanında Hıristiyan misyonerliği başını alıp gitmektedir. İstanbul’u başında Ortodoks patriğinin bulunduğu bir dukalığa dönüştürmek isteyenlerin iştahları iyiden iyiye kabarmıştır.”

ADD’sinden, Alpaslan Işıklı’sından, Nur Serter’ine, Rahşan Ecevit’inden, Nihat Genç’ine kadar uzanan bir yelpazede her türlü ötekinden nefret ederek inşa edilen “milliyetçilikler”, misyonerliği hedefleştirerek, bir takım katilllere, faşistlere, ırkçılara inanılmaz bir meşruiyet veriyor; “kötülüğü” normalleştiriyor.

Zamana adapte olmuş, zamanın ihtyaçlarına cevapveren ve yeni tezahürleriyle ortaya çıkan her boy ve soydan “ulusalcılar” (ya da “milliyetçiler”) neden korkar misyonerlerden?

Ali Bayramoğlu, TESEV yayınlarından çıkan Çağdaşlık Hurafe Kaldırmaz adlı araştırma kitabında misyonerlik konusu da yer alyordu. Garip bir şekilde dindar olmayan kesimler, ya da dindarlıkları oldukça arka plana itilmiş laikler, daha doğrusu laikçiler, kendilerini dindar olarak tanımlayan insanlara kıyasla çok daha fazla korkuyor bu misyonerlerden…

Çünkü onlar misyonerlerden önce kendi toplumlarından, toplumun değişmesinden korkuyorlar ve bu korku eşliğinde kendilerie olan güveni de tamemen kaybediyorlar. Toplumun tepesinden aşağıya giydirilmiş ancak işi boş milliyetçilik stratejisi ve onun üretmek için canla başla çalışan stratejistler kendi yaşadıkları korkulardan kaynaklanan ve arkalarındaki silahlı güçlerin (yani gayet güvenilir olan silahlı güçlerin) desteğini alan söylemlerini büyük pervasızlıkla topluma da dayatmaya çalışıyorlar.

İşte burada inanılmaz bir karşılaşma ortaya çıkıyor. Her yerde düşman arayan, kibirli ve “herşeyi ben bilirim” havalarındaki strateji ve stratejistler katillerle buluşuyor. Ötekinden nefreti meşrulaştıran strateji ve onun sadık uygulayıcıları olarak, katillere olağanüstü bir güç ve meşruiyet veriyorlar.

Farklı coğrafyalardan, farklı siyasal ve kültürel kimliklerden ve farklı toplumsal koşullardan gelen bir çok insan, “misyonerlik”te bir “hayalet”, başka bir deyişle nihai bir “ötekilik” ya da “yabancılık” buluyor. Bu kişilerin her biri, farklı yollardan geçerek, bir “karşı sembol” haline gelen misyonerliğe uğrayarak, milliyetçi söylemin içini dolduruyorlar. Genellikle “kulaklarına gelen duyumlar” vasıtasıyla, içinde yaşadıkları toplum hakkında duydukları güvensizlikleri artarken, milliyetçilik söylemi altında bir sığınak ya da korunma dili buluyorlar.

Düşmanlara ve farklılık yaratanlara sürekli ceza vermek üzerine kurulu olan bu strateji için şiddet içeren eylemler (ya da daha üst düzeyde darbeler), bir türlü zapt-ı rapt altına alınamayan toplum üzerinde kontrol sağlamanın trajik girişimleri olarak hep varoldu. Kutsallaşmış bu devlet ve onunla organik ilişkide olan gövde için “kurban etmek” (kurban vermek, kurban almak) hep meşru oldu.

Bugün katiller, sık sık darbelerle yapılan “vatanı kurtarma” operasyonlarını bir model olarak, kendi hayatlarına transfer ediyorlar. Aynı darbeciler gibi, onlar da “kurtarıcı bir şiddet” vasıtasıyla hayatın farklı alanlarında “kurban” peşinde koşuyorlar. Kurbanları üzerinde başvurdukları “kurtarıcı şiddet” vasıtasıyla kendi durdukları çukura, toplumun tamamını çekmeye çalışıyorlar.

19 Nisan 2007, Perşembe

Yorumlar kapatıldı.