İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Aman kendimizi kandırmayalım

Cengiz Aktar (30.01.2007)

Hrant Dink cinayetinden bu yana öfke çeşitli yollarla dile getirildi. Toplumun her kesiminden insanın katıldığı 23 Ocak yürüyüşü iyi bir “nümune” idi. Vatandaşlar samimi bir tepkiyle hislerini ortaya döktüler. Ama bu, bir dönüm noktası değildi. Ülkeyi boydan boya kaplayan bir tepki hiç değildi. Keşke öyle olabilseydi. Bu, bu ülkede nesilleri hızla tükenmekte olan ve Hrant’ın temsil ettiği insan canlısı, demokrat, zihni açık ve özgüvenli bir dünya görüşünü benimseyenlerin kenetlenmesiydi. Fertlerinden birinin sırtlanlar tarafından avlanması sonrasında kitlenin hayatta kalma adına toplanma içgüdüsüydü. Tıpkı safarilerdeki gibi…

Siyaset milliyetçi mecrada yola devam
Tevekkülle kulluk arasında bocalayanların yaşadığı bu toprakları 68 Fransa’sıyla filan karıştırmayalım. Türkiye’nin çelimsiz ve soluksuz sivil toplumu ancak devlet ve siyasetin kararlı ve uzun soluklu desteğini arkasına aldığı ölçüde bir yere varabilir. Tıpkı 2002-2004 arasında AB reformları gerçekleştirilirken olduğu gibi. Bu temel veriye rağmen cinayet sonrasında ortaya çıkan sağlıklı tepkiyi siyasete tahvil etmek için ne yapıldı?

Önce, devlet ve siyaset cenazeden bucak bucak kaçtı. Haydi siyasetin sinsi yaklaşımını seçim hesabı olarak değerlendirelim, büyük olasılıkla birkaç ay sonra Türk siyaset sahnesinden ebediyen çekilecek olmasına rağmen kuru bir çelenk yollamakla yetinen Cumhurbaşkanı için ne demeli? Arkadan, toplumun son derece sınırlı bir kesiminin bir günlüğüne dahi Ermeni olmasından millî hassasiyet adına tiksinildi. Cinayet dünyayı ayağa kaldırdığı sıralarda AKP Kızılcahamam kampında Başbakan, MKYK üyesi Ayşe Böhürler’in milliyetçi dalga konusundaki uyarısını sert bir biçimde reddetti ve “düzovada siyaset DYP’yi bitirdi” teşhisiyle rotayı çizdi.

Hükümet 301’in kaldırılmasını, aylardır yaptığı gibi oyalamayı sürdürdü. Dışlama üzerine bina edilmiş tarih kitapları ve gayrimüslim azınlığa genel yaklaşımın gözden geçirilmesi gibi uzun soluklu işlerden bahis dahi etmedi. “Bana milliyetçiler adam öldürüyor” dedirtemezsiniz mantığıyla seçim döneminde milliyetçi oylara göz kırptı. Zira seçilmek için, 1980 darbesinden bu yana milliyetçi ideolojiyle yoğrulan toplumda “milliyetçi hassasiyet” denilen olgunun artık ne denli baskın ve kalıcı olduğunun bilincindeydi. Dolayısıyla bu cinayet ülkenin geçmişini olduğu kadar geleceğini de ilgilendiren siyasî bir eylem olmasına rağmen hükümetin yaklaşımında polisiye bir vakanın ötesine geçmeyecek.

Üstelik toplum yakında ABD ve Fransa’da “soykırım” kararları sonucu meselenin “Türkiye karşıtı” boyutuyla karşı karşıya kalacak. Baskın söylem bu gelişmeleri kullanarak ( “Hrant olsa kızardı” yollu ifadeleri şimdiden görür gibi oluyorum) bugünkü tepki, öfke ve üzüntüyü olduğu gibi tersine çevirecek. Bu, içe kapanma sürecini pekiştirdiği gibi cinayete duyulan öfkeyi de silip süpürecek.

Esasında hava şimdiden döndü. Nitekim Hrant’ın katledildiği günden bu yana ortalığı izliyorum. Dolmuşu, otobüsü dinliyorum. Birkaç gün tam siper olduktan sonra yeniden ortalığa çıkan milliyetçi hezeyanları ibretle kaydediyorum. Geçen çarşamba Beşiktaş Ağır Ceza önünde katillerin mahkemeye sevki esnasındaki tezahürat; katil yakalandığında “Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terkedilmez” posteri önünde çekilen afili resim; AGOS’a, Kadıköy ve Samsun’daki kiliseye gelen tehditler; internet sitelerinde atılan zafer çığlıkları; utangaç tasvipkârların “onlar da Osmanlı zamanında bize neler yaptı, yakın zamanda da diplomatlarımızı öldürdüler” sitemleri…

Eskilerde bu topraklarda ayıp ve günah diye iki kavram vardı. Hatta katliam ve acıları, unutmak için değil utanç ve saygıdan konuşmamak âdetti. Bugün şeref ve namustan geçilmese de canından olmuş bir adama küfretmek sadece birkaçımızın yüzünü kızartıyor…

1930’lar Almanya’sını anımsatan bir ortamda yaşadığımızı unutmayalım.

Yorumlar kapatıldı.