İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Hrant’lı anılar, Hrant’la anılar…

Cengiz ÇANDAR

Yakın dostları, Hrant’ı ne zaman, nerede, nasıl tanıdıklarını bir türlü hatırlayamazlar. Onunla ne zaman, nasıl çok yakın dost olduklarını da. Hrant Dink’le onu tanıdıktan sonra yakın dost olmak adeta verili bir durumdu.

Bir kaçınılmazlık hali. Ve, onu sevmek; hem de çok sevmek. Bu noktada da tercih sahibi değildiniz. Olamazdınız. O sizi öylesine sever, sevgisini, dostluğunu öyle gösterirdi ki, mecburdunuz onu sevmeye, hem de çok sevmeye.

Ben, Hrant’la ilk kez ne zaman, nerede, nasıl tanıştığını hatırlayanlardanım. Ne zaman yakın dost olduğumuzu hatırlamasam da. Ona zaten gerek de yok. Çünkü, o verili bir durum. Tanıştıysanız, iflah olmaz bir ırkçı, kalpsiz biri, bir şarlatan değilseniz, zaten tanışmış olmanızın kaderi ağlarını sizin yakın dost olacağınız şekilde örmüştür.

Bizi Ayşe Önal tanıştırmıştı. 10 yıl kadar olmalı. Hatta biraz daha fazla. Tanışıklığımız Agos’un doğum öncesine uzanıyor. Hrant’ın Agos’a hamile olduğu dönemler olmalı. Mecidiyeköy civarında Ortaklar Caddesi’nde, adı ve kalitesi Intercontinental olamadığı için sanki mahçup biçimde Interconti olan bir otelde Ayşe, beni, ortak bir Arap dostumuz, ünlü El Hayat gazetesinin Lübnanlı köşe yazarı Hazım Saghiyeh ile buluşturmak istemişti. Hazım’dan bir başkası da vardı masada. Baktığımda, “Bu Kürt’e benziyor; anlaşılan Ayşe beni cins cins Ortadoğulularla bir araya getirmeyi tasarlamış” düşüncesi aklımdan geçmişti.

Kürt sandığım Ermeni çıktı. Meğerse o Hrant Dink’miş… Onu da Hazım Saghiyeh ile bir saat konuştuktan ve o ayrıldıktan sonra öğrendim. Kürt sandığım Hrant, söze hiç girmeden bir saat bizi dinlemişti. Ben kendisiyle konuşmaya kalkışmasam, yine de ağzını açacağı yoktu.

O sıralarda ben de onun adını orada burada duyar ya da görür olmuştum. Telaffuzu ilginç, sonu “yan”la bitmeyen, pirinç bir çanağa tokmakla vurulduğunda çıkan bir ses gibi “Dink” sesi kulağıma geleli beri, belleğimde yer etmişti.

Konuşma, birkaç dakika içinde karşılıklı şakalaşmaya, birbirimizi tatlı iğnelemelere dönüştü. Ancak, kırk yıllık dostlara özgü ve onların kolaylıkla cesaret edebilecekleri bir şekilde. Sonra, “görüşelim” dilekleriyle ayrıldık. Sonra ne zaman görüştük, işte onu hiç hatırlamıyorum. Hrant’a sorsam, eminim o da hatırlamayacaktır. Ama, nedense –artık nedeni gayet açık- kendimizi yakın dost sayma ruh haletine girilmiş olduğu için, uzun süre görüşmesek de fark etmeyecekti.

Kitap gibi dostluklar vardır ya; hani romanı okumayı kaçıncı sayfada bıraktıysanız, tekrar elinize aldığınızda oradan devam edersiniz, öyle bir şey…

*** *** ***

Asıl ikimizin de asla unutmayacağı ortak anımız, Amerika’nın Michigan eyaletinde Ann Arbor’da karşılaşmamız oldu. Hafta içinde 2002 diye yazmıştım. 2001 olacak. Yine böyle Ocak ayıydı galiba. Bir yıl önce, Chicago Üniversitesi’nde başlatılan ve Türk ve Ermeni tarihçileri ile aydınlarını bir araya getiren Ermeni sorunu, Ermenilerin gözünde soykırımı Türklere kabul ettirme toplantılarının ikincisi, bu kez, Michigan Üniversitesi’nde yapılacaktı. Bu toplantı dizisinin üçüncüsü, 2003’te Minnesota Üniversitesi’nde, Minneapolis’te yapıldı. Tam yola çıkacak iken, Irak Savaşı patladı, ona gidemedim.

Hrant’la, Ermeni sorunu ve soykırım tartışmalarına ilişkin, kamuya kapalı atölye çalışmalarının yapılacağı ve hepimizin kaldığı üniversitenin otelinde karşılaştım. Kabına sığamayan bir çocuk gibiydi. Ömründe ilk kez yurtdışına çıkmıştı. Çünkü, ilk kez pasaport alabilmişti. Bugün bütün dünyanın tanıdığı adamın, Türkiye’de, hatta İstanbul’daki dünyasının dışına, daha geniş dünyaya ilk adım atışı 46 yaşına denk gelmişti.

Katılımcılar hayli kalabalıktı. Diaspora Ermenilerin içinde önemli isimler vardı. Ermeni asıllı Amerikalı iki çok ünlü tarihçi Vahakn Dadrian ve Richard Hovenessian isimleri dikkat çekiyordu. Bir de Ararat filmini henüz tamamlamış olan Ermeni asıllı Kanadalı tanınmış sinema yönetmeni Atom Egoyan’ın filmin başrol oyuncusu eşi Arsin Hancıyan (Arsine Khanjian). Dört gün, sabah-akşam birlikte olunan insanlar arasında mutlaka gruplaşmalar olur. Biz de üçlü “küçük çetemiz”i oluşturduk. Hrant, Prof. Dr. Baskın Oran ve ben…

Baskın benim, üniversite arkadaşımdı. Ann Arbor’a uçakta Hrant’la birlikte gelmişlerdi. Hrant’ın ilk yurtdışına çıkışı ve dolayısıyla Diaspora Ermeni şahsiyetleri ile de ilk karşılaşmasıydı. Ama, dört gün boyunca, Hrant, Baskın ve benden oluşan “üçlü kliğimiz” hiç bozulmadı. Kahvaltıda beraberdik. Kahve molalarında beraberdik. Yeni evlendiği eşiyle gelen Baskın’ı oteldeki odasının önünde, Hrant’la birlikte bir sürü muziplik yapıp, odadan dışarı zorla çıkartıp, o dönemde bir yıllığına Michigan Üniversitesi’nde bulunan Ahmet Altan’ın evine hep birlikte giderken beraberdik.

Baskın, Hrant ve ben birlikteydik. Bir de ayrıca Hrant ve benden oluşan, Baskın’a, ancak haşarı yatılı okul öğrencilerinin yapabileceği türden hergelelik yapmakla eğlenen “ikili klik” söz konusuydu.

Hrant’ın Ermenilerle harcayacak vakti yoktu sanki. Üstelik, toplantılarda Diaspora Ermenilerinin Türkiye’ye yönelttikleri ağır eleştirileri en etkili göğüsleyen de o oldu. İkimizin kamuya kapalı, uzman katılımlı toplantılarda konuşması gerekmiyordu. Hrant ve ben, kamuoyuna açık, sadece ikimizin konuşacağı son, kapanış toplantısında konuşacaktık. Raportör konumundaydık. Ama kapalı toplantıların birinde, bir seferinde dayanamadı; Türkiye’deki Ermenileri, Türk devletinin elinde bir tür “tutsak” diye tanımlayan bir konuşmacıya seslenerek, “Baksanıza siz” dedi, “Siz, yılın sadece bir günü Ermeni olduğunuzu hatırlıyorsunuz. 24 Nisan’larda. Geri kalan günlerde, Amerikalı, Kanadalı, Fransız, İngiliz, Arjantinlisiniz. Biz ise her gün Ermeni olarak yaşıyoruz Türkiye’de. Sadece 24 Nisan günleri unutmamız gerekiyor. Biz 364 gün, siz tek bir gün Ermenisiniz bir yıl içinde!”

*** *** ***

Michigan’da ikinci gün mü idi, yoksa üçüncü gün mü, Hrant, kocaman kollarıyla sardığı bir genç kızla çıka geldi. Mutluluktan gözleri parlıyor, yüzü ışıldıyordu. “Bak” dedi, “Bu, benim kızım. Indiana Üniversitesi’nde kimya mühendisliği masterı yapıyor. Böylece buluştuk. Buradan birlikte Kanada’ya gideceğiz!”

Hrant’ın o kadar büyük kızı olabileceğini hiç düşünmemiştim, “Bırak numarayı, ilk yurt dışı çıkışında çapkınlık yapmaya başladın anlaşılan…” Öyle keyifliydi ki, kendinden geçmişti. Gerçekten de ilk çocuğu Delal, Indiana’da masterını yapmakla kalmadı, doktorasını tamamladı. Kimya Mühendisliği doktoru oldu. Hrant, Delal’le hep övünürdü.

Geçen yılın Mayıs ayında, bu kez Paris’te, Türk ve Fransız aydınlarını Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine ilişkin tutumu konusunda bir araya getiren bir paneller dizisinde beraberdik. Quartier Latin, bizim toplantılar sırasında 1968’den beri yaşadığı en büyük öğrenci olaylarıyla kaynıyordu. Bir öğle yemeği arasında, Nilüfer Göle’nin peşine takıldık. Bizi, civardaki çok özel bir Fransız lokantasına götürmeyi önermişti. Nilüfer’in yanı sıra Asaf Savaş Akat, Binnaz Toprak ve Zafer Toprak’tan oluşan profesörler topluluğuyla yola koyulduğumuzda, Hrant, yine kolları gepgeniş açılmış, bir genç kızı kavramış halde, bize iltihak etmişti. “Bak” dedi, genç kızı tanıştırırken, “Ben bunu çok severim. Bu benim kızım…” Dayanamadım, “Bana bak Hrant” dedim, “Hangi ülkeye gitsek bir genç kız bulup, benim kızım diyorsun!”

Lokantada kızı yanından ayırmadı. Yediği içtiği herşeyle ilgileniyordu. Üstelik kız, bir Fransız Ermenisi idi ve ne yiyeceğini biliyordu. Fransızcası olmayan, Fransız mutfağı konusunda da derin bir bilgiye sahip bulunmayan Hrant’ın kendisi idi. Hatırladığım kadarıyla, kızın da pek Ermenicesi yoktu. Ama, Hrant’ın taşkın sevgisi, birisiyle anlaşmak için dile pek gerek duyurmazdı. O kız, cenaze günü Agos’ta gördüğümüz Isabelle idi! Hrant’ın, dünyanın her köşesinde bulunan, evladı gibi sevdiği kızlarından biriydi…

*** *** ***

Ermenistan’a iki kez gittim. İlki, 1995 yılında, dönemin Esenyurt Belediye Başkanı Gürbüz Çapan, Taner Akçam, Oral Çalışlar (Cumhuriyet), Zeynep Atikkan (Hürriyet) ve benden (o dönemde Sabah) oluşan bir ekiptik. Gezimiz çok yankı yapmıştı. Cumhurbaşkanı Levon Ter-Petrosyan kabul etti. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Başbakan Tansu Çiller’in sözlü mesajları iletildi. Orada, Rupert Safratsyan adında çok ölçülü, efendi bir insan olan bir tarihçi ile de tanıştık.

Aradan yıllar geçti, 2000 yılı olabilir, TESEV’in The Marmara Oteli’nde bir Kafkasya Konferansı düzenledi. Konferans’tan bir gün önce, Ermenistan ile Türkiye arasında bir gerginlik oluşmuştu. Dışişleri Bakanı İsmail Cem (Hrant’tan üç gün sonra onu da toprağa verdik) katılıp bir konuşma yapacak ve Ermenistan konusuna değinecekti. Bu nedenle Konferans’a olağanın ötesinde bir medya ilgisi oluşmuştu.

Her zaman her yere olduğu gibi, evim çok yakın olmasına rağmen Konferans’a geç gittim. Kahve arası verilmişti. Kameralar birbirine çarpıyor, metal tokuşmasının sesleri arasında, üzerine yığılan kameralardan boğulacak gibi olan bir kişiden demeç alınmaya çalışılıyordu. Gazeteci arkadaşlardan birine, “Kim o, Bakan Cem mi?” diye sordum. “Hayır” diye cevapladı. “Bir Ermeni”… Meğerse, Ermenistan’dan o Konferans’a kaılmak üzere gelmiş olan Safrastyan imiş.

“Bir Ermeni” cevabını duyduğum anda, gözüm, tek başına bir kenarda duran, bir sütuna koca gövdesiyle yaslanmış, kahvesini yudumlayan Hrant’a takıldı. “Yahu” dedim, “Bizimkiler hiç mi Ermeni görmediler. Baksanıza, şurada Hrant duruyor.” Hrant, sakin bir ses tonuyla söze karıştı: “Ben, sözde Ermeni’yim!”

*** *** ***

Hrant’la son kez, geçen ay, Aralık 2006’da İnsan Hakları Derneği’nin “Kürt Sorununa Çözüm Yolları” başlıklı panelinde buluştuk. Konuşmacıydım ve yine geç kalmıştım. Salona girdiğimde, Oral Çalışlar konuşuyordu. Panel masasında yerimi aldım, benim konuşma sıram geldiğinde, bir başka geciken, Hrant Dink geldi ve benim soluma oturdu. Benden başka kimseyi dinleyememişti ve benden sonra söz ona verildi. Benim konuşmamda duydukları üzerine, irticalen mükemmel bir konuşma inşa etti. Ardından söz, Oral’ın sağında oturan Perihan Mağden’de idi.

Perihan, kendisine özgü uslubuyla ilgi çekici konuşmasını sürdürürken, birden, “Örneğin Türkiye’de Ermeni sorunu da yoktur” deyiverdi ve devam etti, “İnsanlar sinmiş, seslerini çıkarttıkları, istedikleri bir şey yok. Ağızlarından çıkan bir şey yok. Türkiye’de Ermeni sorunu yok. Türkiye’de Hrant Dink sorunu var!”

Dinleyicilerle birlikte biz, kahkahaları koyuverdik. Hrant, sadece gülümsedi.

Geçen hafta bu sorunu da çözdük. Sorun çözüldü…

Yorumlar kapatıldı.