CEMAAT İÇİNDE NELER OLUYOR?
Devletle olan sorunlarımız yetmezmiş gibi bir de cemaat içinde de başta yönetime karşı yürütülen yıkıcı, karalayıcı kampanya olmak üzere pek çok sorunumuz var.
Globalleşen dünyanın garip çelişkilerinden biri de sorunların, bilime aldırmayan, objektiflikten ve mantıktan uzak, popülist bir üslupla ele alınması ve sosyal kavramların içi boşaltılarak gündeme taşınmasıdır.
Bu gün toplumumuzda da bu çelişki inanılmaz boyutlarda. Sivil toplum, sivil yönetim, laiklik gibi sosyal kavramlar içi doldurulmadan, ne olduğu nasıl uygulanılacağı belirtilmeden bolca kullanılıyor.
Cemaat sözünün sözlük anlamından habersiz çarıklı erkânıharpler, başımıza Tönnies(1) kesildi. Dünyadan bihaber kişiler toplumun bir kesimini cemaatçilikle ve cemaatçi düşünmekle suçluyor. Güler misin, ağlar mısın?
Laikliği dinin alternatifi gibi gören anakronik, tutarsız görüş, bazı ateistlerimiz tarafından yeni bir buluş gibi sunuluyor. Başka birileri laikliğin -Türkiye uygulamasını örnek alarak- dinin devlet eliyle denetlenmesi olduğunu düşünerek, aynı şekilde patrikliği ve kiliseyi denetim altına almak istiyor. Bu fikri de sivil yönetim olarak yandaşlarına pazarlıyor. Birçok okuryazar, anlamını bildikleri şüpheli sivil toplum, sivil yönetim, laiklik gibi çağdaş kavramları bol keseden kullanıyor. Cemaat yönetimi karalanıp, akıllarınca küçümseniyor.
1980 sonrası büyük toplumda, özellikle gençliğin hayata bakış açısında büyük değişiklikler oldu. Devlet apolitize olmuş, toplumu değil sadece kendini düşünen bencil ve amaca ulaşmak için her yolu doğal gören Makyavelist zihniyetli bir nesil yetiştirmeyi hedefledi. Ne yazık ki doğaları gereği aynı hastalık azınlıklara da bulaştı. Azınlıklar suya benzerler, içinde bulundukları kabın rengini, kokusunu ve tadını alırlar. Cemaatte ahlaki açıdan ciddi problemler var. Ahlaki değerler maalesef toplumu ilgilendirmeyen cinsellikle sınırlı. Toplumu ilgilendiren konularda halkın, basının ahlak anlayışı geniş çevrede tartışma konusu bile olmuyor. Toplumun çok önemli bir bölümü nötrleşmiş, cemaate ve kurumlarına ilgisini kaybetmiş durumda. Yine de kilisesiyle, patrikliği ile ilgi ve ilişkisini -yüksek düzeyde olmasa bile- yürütüyor. Cemaatle ilgili olan birkaç bin kişilik azınlığın büyük bölümü ise, toplumun değerlerine (patriğe, kiliseye, kilise yönetimlerine) yapılan saldırıları ya ciddi bir vurdumduymazlıkla ya da – basın ve ifade özgürlüğü adına- kaygısızlıkla karşılıyor, tolere ediyor. Toleransın asla kötüye katlanmak, kötüyü kabullenmek, kötüye karşı çıkmamak olmadığını bilmeyen sözüm ona entelektüeller hiçbir etik kaygı tanımadan değerlerimize saldıran bu ham ervaha, bu Makyavelist tiplere karşı çıkmıyor. Özellikle basının bir bölümünde görülen sürekli, ölçüsüz ve saygısız tutuma toplumun geniş kesimleri tepki vermiyor ya da çamur atılması korkusundan veremiyor. En küçük bir tepkiyi de, entelektüellerimiz basın özgürlüğüne karşı bir girişim olarak değerlendirerek karşı çıkıyor. Hiçbir etik kaygı taşımadan, özellikle patrikliğe karşı her türlü yıkıcı hatta yok edici saldırı yapılıyor. Ne yazık ki, ne toplum ne de bu kişiler, kaybedildiğinde bir daha var olmasına ebediyen imkân olmayacak bir kurumun yok edilmeye çalışıldığını, liderlik yok olursa kafası kesilmiş horozlar gibi kısa sürede yok olacağımızı fark edemiyorlar. Toplumun hele bir kısmı var ki inanılmaz:“ Patrik bu muhalifleri çağırsın iki laf etsin, bu adamları kazansın” diyor. Bu kişilere kızmalı mı, acımalı mı kestirmek zor. Bu insanlar ya ölçüsüz bir saf ya da dünyadan bihaberler.
Patrikliğe karşı yürütülen kampanya sonuçlarını veriyor. Üniversite öğrencisi olduğu söylenen bazı gençler, ilkelliğinin ve saygısızlığının farkına varmadan Patrikle alay etmeye, ona hakaret etmeye kalkıyor. Ve bu kişiler bazı basın organları tarafından baş tacı ediliyor, övülüyor. Bu insanlara, babası yaşındaki bir insanla bile alay etmenin, ona hakaret etmeye kalkmanın en azından terbiyesizlik olduğu öğretilmemiş. Birçok arkadaşımın da bana katıldığı gibi bu gibi tiplerle, bunların destekçileri ve yardakçıları ile uğraşmak boşuna bir çaba. Çok sevdiğim bir arkadaşım, bir gün bana, bu gençleri kazanmak gerek demişti. Ben de ona asgari terbiye ve görgüden yoksun, ilkel bir zihniyete sahip kişilerin kazanılamayacağını, onlardan uzak durmanın doğru olduğunu anlatmaya çalıştım. Yaptığı her yanlış, her terbiyesizlik yanına kâr kalan hatta alkışlanan kişi neden değişme ihtiyacı duysun. Paradigma ve ona bağlı değer yargıları değişmeden her değişim geçici ve anlamsızdır. Ne yazık ki paradigma değişikliği hiçte kolay değildir ve pek çok meziyet ister, emek ister.
Bu tartışma, dünyaya -kendi konusunda- damgasını vurmuş bir reklâmcının sözünü hatırlattı bana: “Elini her zaman yıldızlara uzat. Elde edeceğin her zaman bir yıldız olmasa bile bir avuç çamur da olmayacaktır.”(2) . Biz de elimizi yıldızlara uzatalım, en azından çamurdan uzak durmuş oluruz.
Bilerek yalan söyleyenleri, iftiracı, ahlaksız küçük adamları ve onların yardakçılarını bir yana bırakırsak, samimi olarak toplumun değerlerine son derece saygılı insanların da bazı yanlışlara düşebileceği görülüyor. Gerçekten istemeden hatta farkında olmadan dedikodu taşıyıcısı haline gelen pek çok kişinin son derece iyi niyetli olduğundan şüphem yok. Dedikodunun kaynağını bularak ya da dedikodunun yanlış olduğunu kanıtlamak için girişimde bulunuyorlar. Dedikodunun kaynağının bulunamayacağı ve tersinin kanıtlanamayacağı gerçeği, anlaşılamıyor, en aklı başında kişiler bile kaynak arıyor. Bulunan kaynak, ben demedim deyince -kimse yalan makinesine bağlanamayacağına göre- sorun bitmiş gibi görünmekle birlikte çamur atılanlar zarar görüyor. Ortada rasyonel bir suçlama, belge ve delil olmadığı için de dedikodu için yalan demekten öte bir şey yapılamıyor. Burada hukuka aykırı bir durum var, iddia sahibinin kanıt göstermesi ya da belgelemesi gerekirken, tersi yapılınca hiçbir sonuç elde edilemeyeceği gibi kendiliğinden bu iyi niyetli kişiler dedikodu taşıyıcısı haline geliyor. Yarar yerine zarar veriyor, dedikoduyu çoğaltmış oluyor. Her zaman dediğim gibi iyi niyet yetmiyor, “cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşelidir”. Bu ortamın temel nedeni ise toplumun büyük bölümünün, köylülük zihniyetinden kendini kurtaramamasıdır. İftiracılara ve dedikoduculara bazen bölünmemek adına, bazen ne olur ne olmaz diye, inanılmaz bir gafletle karşı çıkılmıyor, karşı çıkanlar eleştiriliyor. Toplum el altından yürütülen iftira, çamur atma kampanyaları ve dedikodularıyla besleniyor. Yine köyde olduğu gibi çoğunluk araştırmadan, soruşturmadan en azından kişinin kendisine sormak zahmetine girmeden iyi niyetle de olsa dedikodunun taşıyıcısı oluyor. Dedikoduyu üretmek kadar dedikoduyu taşımanın da yanlış olduğu anlaşılmıyor. Daha kötüsü iyi niyetle dedikoduyu önlemek için gerçeği ortaya çıkarmaya çalışanlar da, birden dedikodu taşıyıcısı haline geliyor, suçlanıyor. Köylü olmak için köyde doğmak, köyde yaşamış olmak ya da köy kökenli olmak gerekmiyor. Yedi göbek şehirli olup hala bu zihniyetten kurtulamayanlar var. Nasıl köyden gelenler İstanbul’da kentli olmak yerine, İstanbul’u büyük bir köye çevirdilerse, aynı şekilde zihniyetini değiştiremeyen, çağdaş topluma entegre olamayan gruplar şehirde köylülüğü sürdürüyorlar. Gelişen teknoloji, çağdaş iletişim teknolojisi bunları bu mahalle dedikodularından kurtaracağına, dedikoducular için yeni bir mecra oluyor. Tek fark babasının kahve ve meyhanede yaptığı dedikoduyu, çocuğu şimdi bir de ek olarak sanal ortamda yapıyor.
Değerli hayırseverlerimiz cemaatin milyarlarca lirasını kaybetmekle, bazı vakıf yetkilileri rüşvet almakla suçlanıyor. Ortada ne belge, ne delil var. Toplumun vurdumduymazlığına ve yalana gösterdiği tepkisizliğe dayanarak çamuru atıp çekiliyor. Sonra yanlış duymuşuz, yanılmışız dense de çamur iz bırakıyor. Yöntem klasik, çamur at izi kalsın. Bunların içinde bolca mürekkep yalamış (ne yazık ki beynine değil, mürekkepler midesine gitmiş) okuryazar takımı da, lüks arabalarla dolaşıp, lüks konutlarda oturan zenginler de var.
Hele çok yaygın bir ikiyüzlülük sahtekârlık var ki, inanılır gibi değil. Düşünün, bir grup insan sanal ya da gerçek ortamda nefret ettiği, küçük gördüğü, suçladığı kişilere bir dakika sonra sarılıp öpmekte sorun görmüyor. Arkasından etmediği suçlamayı bırakmadığı kişilere, sarılmak, mutlu yıllar, iyi bayramlar dilemek nasıl bir ikiyüzlülük, nasıl bir kişiliksizlik, anlamak zor. Bunlar kendi kişiliklerini yükseklere çıkarmak yerine, birilerini aşağı iterek kendilerinin büyüyeceğini sanıyorlar. Diğer bir grubun ise ahlak anlayışları bir garip, hazmedilmemiş bir demokrasi ve tolerans anlayışı ile iftiracıya, çamur atana, ikiyüzlüye karşı çıkmıyor, eleştirmiyor ve bunu da demokratlık hatta bazen milletseverlik ve Hıristiyanlık adına yapıyor. Toleransı kötüyle özdeşleşmek ya da kötüye karşı çıkmamak, kötüyü kabullenmek olarak görüyor. Ahlaksıza, müfteriye, ikiyüzlüye, dedikoduya karşı çıkmamanın, bu davranışları teşvik ettiğini, iyiye ceza vermek olduğunu anlamıyor. Milletsever olmak, bölünmemek için ahlaksıza sarılmak nasıl bir etik anlayışı anlamak mümkün değil.
Hele Hıristiyanlığı bu amaç için kullanmak ise, büyük bir yanlış. Sevgi dini olan Hıristiyanlık elbette affedicidir ama bu her suçun affedileceği, herkese yanak dönüleceği anlamına gelmez. Biraz abartılı ama kimse (neyse masum bir örnek vereyim) oğlunu öldürene, gel kızımı da vur demez. Hıristiyanlık da bunu istemez, isteyemez. Af ancak kabahatler, yanılmalar, yanlışlar ve nihayet hatasını kabul edenlerin ve daha önemlisi özür dileyenlerin hakkıdır. Yoksa ahlaksızların, namussuzların, büyük bir günah olan iftiracıların, ikiyüzlülerin ve dedikoducuların değil. Bana kalırsa ben aşağılık birinden ne özür beklerim, ne de affetmeyi düşünürüm.
Kültürel olarak da bir yozlaşmadan söz edilebilir. Cumhuriyet döneminde 1934 ve 1958 yılları gibi çeşitli dönemlerde “vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları ile azınlıkların sokakta kendi dillerini kullanmaları büyük ölçüde engellenmiştir. Kıbrıs olayları ve sonrasında kampanyalar daha da genişleyerek korkutucu boyutlara ulaşmış, bu yüzden de korkudan birçok aile çocuklarına herhangi bir zarar gelmemesi için, evde bile çocuklarıyla kendi ana dillerini konuşmaktan kaçınır hale gelmiştir. 1960 sonrası özellikle Anadolu kökenli Ermeniler arasında kabul gören sosyalist, Marksist düşüncenin, ana dili, kiliseyi hatta okulu dışlamasıyla, zaten az kullanılan ana dil kullanılmaz olmuştur. Bu zihniyet, Ermeni toplumu gibi varlığı çok büyük ölçüde kilise ve patrikliğinin varlığına bağlı olan Türkiye Ermenisi’ne en büyük zararı vererek toplumun gençlerini ve çocuklarını kiliseden uzaklaştırmıştır. Toplumda bolca görülen pozitivist yaklaşımlar, genellemeler, indirgemeler hep bu zihniyetin marifetleri. Ne yazık ki hala oralarda kalan bu zihniyet basında ve çeşitli çevrelerde etkin durumdadır. Giderek ana dil çok az kullanılan okul ile kilise arasında kalan, küçük bir grubun kullanmakta direndiği bir dil haline gelmiştir. Bu arada gereğinde yurt dışına gitmek gerekeceğini düşünen grupların – nitekim 1964 sonrası pek çok aile yurt dışına göçmüştür- çocuklarına yabancı dil öğretme istemesi ve giderek açılan azınlık okulları yabancı okullar eğitim farkı cemaat mensuplarının çocuklarını ortaokul ve lise seviyesinde yabancı okullara yöneltmiştir. Bu da zaten evinde Ermenice konuşulmayan ya da az konuşulan çocuklar için dili unutma nedenlerinden biri olmuştur. Son olarak Ermenice bilen öğretmen yetiştirme zorluğu ve hatta imkânsızlığı yüzünden okullarda bile Ermeniceyi hakkıyla öğretecek öğretmen sayısı ciddi ölçülerde azalmıştır. Üniversite sınavlarında başarı kaygısı, matematik, geometri, fizik, kimya gibi derslerin Ermenice okutulmasından vazgeçilmiş bu da Ermeniceyi neredeyse okullarımızda öğretilen yabancı dillerden biri seviyesine indirgemiştir.
Okullarımızda Din ve Ahlak derslerinin din adamlarımız tarafından verilmesine de izin verilmediğinden, maalesef okulla kilisenin bağları da çok gevşemiştir. Okullarımızda asgari dini bilgilerin bile tam verildiği söylenemiyor. Okumuş yazmışlar arasında bile –büyük bir günah işlediğini bilmeden- İsa Mesih peygamberdir diyenler çıkıyor. Okullarımızdan mezun olan öğrencilerimizin, en azından Havadamkı, Hayrmer’i ve Dzununtu, Zadiki tam olarak bilmeleri, Yerortutyunu açıklayabilmeleri beklenir.
Ermenice öğretecek öğretmen yetiştirmekte, din adamı yetiştirmekte büyük problemlerimiz var. Okullarımızda öğretmenliği çekici bir meslek haline getiremedik, yetersiz maaş yüzünden gençlerimiz öğretmenliği seçmekten kaçınıyor. Eğitim Fakültesinde okumak, okullarımız tarafından burs, iş garantisi gibi teşviklerle yeteri kadar desteklenmiyor. Ayrılan, emekli olan öğretmenlerimizin yerini doldurmak giderek daha zor olacağa benziyor.
Nüfusumuz maalesef artmıyor. Yapılan kaba hesaplar hep nüfusun artmak bir yana azaldığını gösteriyor. Çocuk sayısı az ve karma evlilikler de az da olsa bu azalmada etkili. Okullarımızda öğrenci sayısı giderek azalıyor, okullarımız bütçelerini denkleştirmekte zorlanıyor.
Cemaat fakirlerine, muhtaçlarına kaynak yetersizliği nedeniyle yeteri kadar destek veremiyor, bin civarında ailenin yoksulluk sınırının altında yaşadığı tahmin ediliyor. Mevcut kilise fakir kollarının kaynakları yetersiz kalıyor. Özel ve bölgesel yardımlar kurumsallaşmış değil. Bu konuda da örgütlenmek ve kaynak bulmak gerekiyor.
Bu arada bizi çok sevindiren gelişmeler de oluyor. Ortaköy uzun süreli olarak kendini kurtardı, ciddi kaynaklara kavuşacak. Benzer gelişmeleri Beşiktaş, Kalfayan ve Karagözyan için de bekliyoruz. Burada da başka bir korku aklıma gelmiyor dersem yalan olur. Eğer bir gün bu günkü güvenilir, yönetmekle kalmayıp ceplerinden vakfı destekleyen yöneticilerin yerine yanlışlıkla ya da fark edilmeden bir sütsüz geçerse durum ne olur? Yasalar yönetimi seçen cemaate ve cemaatin liderliğine hiçbir denetim hakkı vermiyor. Bu durumda yasal bir takım garantiler alınıncaya kadar bence tek çözüm, Patriklik başkanlığında bütün vakıflarımızın katılacağı ortak bir emlak komisyonu kurulması ve vakıfların gayrimenkullerinin kiralanması, satılması ve benzeri bütün gayrimenkul tasarruf haklarının bu kurula bırakılmasıdır. Bu arada Vakıflar Kanunu kabul edilirse yönetimlerin yanında seçilecek denetim kurulunun da çok daha dikkatli seçilmesi gerekecek. Denetçilerin mümkün olduğu kadar eğitimi ve işi finansal konulara yakın kişilerden seçilmesine özel bir önem vermek gerekecektir. Bütçe el veriyorsa Hastanemizin yaptığı gibi kurumlarımızın bağımsız denetim şirketleri tarafından denetlenmesi de çok önemli ve aynı zamanda yönetimi suçlamalara karşı koruyacak bir tedbir olarak düşünülebilir.
Cemaatin artık kaynakların sınırlı ve yetersiz olduğunu kabul ederek, önceliklerini belirlemesi gerekiyor. Bu bir paradigma ve değer ölçüsü meselesidir. Öğretmen ve din adamı yetiştirmek, fakirleri koruyup kollamak, gençlerimize burs vermek ya da popülist yaklaşımlar peşinde koşarak cemaatin varlığını bir takım hevesler uğruna çarçur etmek gibi konuların önceliklerinin belirlenmesi ve kaynakların daha rasyonel kullanılmasını sağlamak gerekiyor. Artık merkezi bir planlamaya ve önceliklerin tespitine ihtiyaç var. Kaynak fazlası olan vakıfların bu kaynaklarının paylaşılmasında da patriklik merkezli bir komisyonun oluşturulması doğru olur.
Son zamanlarda daha beter bir moda var. Ermeni cemaati İsmailağa Cemaati, Gülen Hoca cemaati ya da Nakşibendîler gibi bir cemaat olarak görülmeye başlandı. Bir takım kişilerin sadece patrikliği ve cemaat yönetimini kötülemek amacıyla bilerek ve isteyerek bu tutarsız iddiayı ileri sürdükleri de görülüyor. Asıl acıklısı ise bazı cemaat mensuplarının, hatta cemaatte yöneticilik yapmış kişilerin de bu yanılgıya bilerek ya da bilmeyerek düşmeleri. Koro şefinin, kurtulun cemaatçi düşünceden, sivil duruş gösterin gibi süslü cümleleri yandaşlarınca bolca kullanılıyor. Amaç belli, bu kişi ya da kişiler Ermeni toplumunu yönetmenin tek yolunun –inandıkları şüpheli- kiliseyi ve patrikliği elde tutmaktan geçtiğini biliyorlar.
Devlet nasıl Diyanet İşleri yoluyla dini denetim altında tutuyorsa, bunlar da akıllarınca aynı Jakoben tavrı sürdürüp Patrikliği ve kiliseyi ellerine geçirip toplumu denetlemek istiyorlar. Toplumun bütün nizam ve geleneklerini, kilisenin kurallarını hiçe sayarak, Patrikliği önderlik (Araçnortluk) haline getirmek pahasına patrik seçimi istekleri bu yüzden. Patrikliğe gerekli, gereksiz saldırmanın amacı, bezdirip, pes ettirip sonunda kendi istedikleri gibi yönetip, yönlendirecekleri bir yapı oluşturmak. Elbette ön teker nereye giderse arka teker de oraya gidiyor, daha kötüsü boynuz kulağı geçiyor. Teorisyenleri böyle yapınca, yardakçıları durur mu? Ağzından çıkanı kulağı duymayan yazarçizer geçinen sözüm ona entelektüeller, geçmişte nasıl yönetildiğimizi, mevcut yasaları yönetmelikleri bilmeyen genç yaşlı çarıklı erkânıharpler ortalığı kırıp geçiriyor, patriğe saldırmayı, aklınca alay etmeyi marifet sanıyorlar. Bir eski vakıf yöneticisinin Patriğe ağır hakaret yüklü yazısı, bir gazetede okuyucu mektubu olarak yayımlanıyor. Bu cephedeki insanlarla işbirliği yapan ancak açıkça cephe almayan bazı kişiliksiz tipler de cabası. Kısacası cemaatin küçük de olsa bir bölümü içi doldurulmamış çağdaş kavramların sihrine kapılıp zücaciyeci dükkânına girmiş fil gibi kırıp döküyorlar.
(Cemaat ve sivil yönetim gibi kavramlar ayrı bir yazı konusu olarak ele alınacaktır.)
SONUÇ OLARAK,
Önce hepimizin toplumun tek liderliğinin Patriklik olduğunu kabul etmemiz ve bu makamı zedeleyen herkese karşı durmamız gerekir. Eleştiriyi hakaret ve saldırganlık olarak gören, haberleri yönlendiren kaçınmayan kişilere en azından destek vermemeliyiz.
Cemaatte özellikle vakıflar ve vakıf malları konusunda, yeniden yapılanma gereği vardır. Vakıflar Kanunu çıktıktan sonra durum gözden geçirilmeli ve bu varlıklar üzerinde cemaatin ve yönetimin denetimini sağlayacak yollar aranmalıdır. Ancak bunun yolu yordamı mevcutları kırıp parçalamak değil. Yukarıda sözünü ettiğim emlak komisyonu bir şekilde kurulmalıdır. Yine kaynak fazlası olan vakıfların bu kaynaklarının bir bölümünün ihtiyacı olan kurumlara ve yerlere tahsisi için de patriklikte kurulacak ortak bir bütçe komisyonu görev almalıdır. Cemaat kurumların bir gün kötü niyetli ellere geçmesi halinde varlıklarını nasıl koruyacağı konusunda gerekli tedbirleri almalı, yeni derebeylikleri yaratılmamalıdır.
Cemaat kurumlarının yaşatılması için yeni kaynaklar bulmak zorundayız. Dünyada hiçbir toplum yüzde onluk bölümünün katkılarıyla sürekli yaşayamaz. Kaynaklar bulmanın yolu gücü olan her Ermeni’nin katılacağı Gönüllü Bağış Sistemine benzer sistemlerin bir yolla çalıştırılmasını sağlamaktır. Gücü olan her aile kurumların yaşatılması, fakirlerin korunması, öğretmen ve din adamı yetiştirilmesi vb toplumsal harcamalara katkı sağlamalıdır.
Öğretmen ve din adamı yetiştirmek için kaynaklar bulmak ve bu meslekleri çekici hale getirecek tedbirler almalıyız.
Patrikliğin öğretmen ve din adamı yetiştirmek için üniversite bünyesinde bir kürsü verilmesi ile ilgili girişimleri sürmeli ve desteklenmelidir.
Öğretmenlerimiz hiç olmazsa ilköğretimde sekiz yıl Ermenice dışında bazı derslerin de Ermenice okutulmasını sağlamalıdırlar. Öğretmenlerimizin din ve ahlak dersine ayrı bir önem vererek ve gereğinde semtin din adamlarıyla işbirliği yaparak çocuklarımıza dinimizin temellerini öğretmek için gayret etmelidirler. Okullarımızdaki tiyatro oyunlarının Ermenice ve özellikle batı Ermenicesi ile olması teşvik edilmelidir.
Vakıf yönetimlerimizde kadınlarımızın da yer almasını sağlamak için gerekiyorsa pozitif ayrımcılık yapılmalı en az iki hanımın her vakıf yönetiminde olmasını sağlamalıdır.
Vakıflar gençlik kolları kurmalı ve gençleri yönetime hazırlamalıdır. Gençlik kollarının dernekler gibi görev yapması gerekmez. Onlar geleceğin yöneticileri olarak hazırlanmalı, oy kullanmadan toplantılara katılmalı, yönetimin kendilerine vereceği görevleri de yerine getirmelidir.
1980 sonrası apolitize edilen, topluma yabancılaştırılan bir nesil büyük toplumda da Ermeni toplumunda da etkin. Pek çok istisna olmakla birlikte bazı şeyler değişmiyor, etik kaygılar yok. Dedikoduculuk, ikiyüzlülük marifet gibi görünüyor. Belli güçleri olan insanların, ahlaksızlığı, ikiyüzlülüğü sahtekârlığı olağan karşılanıyor. Bu paradigmaların bu zihniyetin okuldan, kiliseden başlayarak ailede değişmesi gerekiyor. Maddi ya da manevi gücü ne olursa olsun, ahlaksızların, müfterilerin, ikiyüzlülerin dışlanması gerekiyor. Başta çocuklarımız olmak üzere bütün cemaate yalancılığın, ikiyüzlülüğün, dedikoduculuğun büyük bir günah büyük bir ahlaksızlık olduğu anlatılmalı.
Son Söz:
“Elini her zaman yıldızlara uzat. Elde edeceğin her zaman bir yıldız olmasa bile bir avuç çamur da olmayacaktır.”
2007 YILININ HEPİMİZE MUTLUK GETİRMESİNİ DİLİYORUM.
1. Ferdinand Tönnies 1855-1936 yıllarında yaşamış, en önemli eseri Gemeinschaft und Gesellschaft (cemaat ve cemiyet) olan bilim adamı.
2. Leo Burnett
Yorumlar kapatıldı.