2007 YILINA GİRERKEN I
Türkiye Ermenileri gerçekten şansız bir toplum. Bir yandan devletle olan kronikleşmiş sorunlarını çözmeye çalışırken, diğer yandan bilerek ya da bilmeden toplum yönetimini içerden yıpratmaya çalışanlarla uğraşmak zorunda.
DEVLET VE AZINLIKLAR
Cumhuriyet kurulalı 83 yıl oldu. Anayasaya göre eşit vatandaşlarız. Ama devlet Ermenileri hala yabancı kabul ediyor, bir türlü vatandaş olamadık. Durumumuz Aziz Nesin’in “Yaşar ne Yaşar ne Yaşamaz’ı” gibi. Vergi verirken, askerlik yaparken, ceza öderken vatandaşız ama iş devlet memuru olmaya, vakıflarımıza, okullarımıza gelince birden yabancı oluyoruz, nasıl oluyorsa. 1863 Nizamnamesine göre görev yapan cismani meclisin ve daha sonra merkezi mütevellinin kaldırılmasıyla vakıflarımız, merkezi bir denetim ve gözetim dışında kalırken bu yetmezmiş gibi bir de yabancı sayılıp cezalandırılıyor. Cemaatin kendi kurumlarını, vakıflarını denetleyecek merkezi bir örgüt yok, olması da zor görünüyor.
Bilindiği gibi cemaat vakıflarının 1936 yılından sonra bağış ya da satın alma yoluyla edindikleri taşınmazların büyük bir bölümü, 1974 yılında Yargıtay Genel Kurulunun azınlıkları “yabancı” ve beyannameyi vakfiye kabul ederek verdiği hukuka aykırı bir kararla(1) satan ya da bağışlayanlara bedelsiz iade edildi ya da devletçe el konuldu. Bu karardaki yabancı sözü daha sonra başka bir kararla(2) kaldırıldıysa da, ilk karar sonra açılan bütün davaların tek dayanağı oldu, yabancı sözünde ısrar edildi(3) . Son olarak, T.C. Cumhurbaşkanlığı Devlet Denetleme Kurulu “yabancı uyruklu gerçek kişiler ile yabancı ülkelerde kurulan tüzel kişiliğe sahip ticaret şirketlerinin Türkiye cumhuriyeti sınırları içerisinde taşınmaz edinmeleri uygulamalarına ilişkin inceleme raporunda” yine azınlık vakıfları “Yabancı Vakıflar” arasında yer aldı.(4) Tüm yöneticileri, yararlananları Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan cemaat vakıflarına hala Medeni Kanuna göre kurulan vakıflarla eşit haklar verilmesi sorun oluyor. İki binli yılların başında yapılan değişikliklerle en azından bu haksız karara dayanılarak cemaat vakıflarının mallarına el konmuyor. Az da olsa iyileştirmeleri inkâr etmemek gerekiyor. İlk kez bazı vakıflarımız a kendi arsaları üzerinde inşaat yapma yetkisi veriliyor, elbette bunları küçümsemiyoruz. Ancak, bu haksız karara dayanılarak alınan taşınmazların ilgili vakıflara iade edilmesi, üçüncü şahıslara geçmesi nedeniyle iade edilemeyenler için hakkaniyete uygun – örneğin vergi değeri kadar- bir tazminat ödenmesi hala çözülememiş bir sorun. Yine Osmanlı Devleti döneminden beri vakıflarımızın tasarrufunda bulunmakla birlikte çeşitli yasal engeller nedeniyle müstear ya da mevhum adlara kayıtlı taşınmazların ilgili cemaat vakıfları adına tescili hala mümkün değil, yeni vakıflar kanuna göre belki bazı iyileştirmeler olacaktı. Ancak Cumhurbaşkanı azınlıkları yabancı gören zihniyeti benimseyerek, kanundaki, cemaat vakıflarının Medeni Kanuna göre kurulan vakıflarla belli bir oranda da olsa eşitliğini ön gören tüm maddelerini veto etti. Hâlbuki kanunda, cemaati kalmayan bölgelerdeki vakıfların yönetimi için kesin ve kalıcı çözümler hala yoktu. Daha önemlisi 1936 yılından sonra çeşitli nedenlerle mazbut vakıf haline getirilen cemaat vakıfları olan manastır ve benzerleri konusunda hiçbir gelişme yoktu.
Yabancı okullarda Türkçe bilmeyen yabancı okul müdürlerine devletle olan ilişkilerinde yardımcı olmak için başlatılan “Türk Müdür Yardımcılığı” uygulaması, hiç ilgisi olmadığı halde altmışlı yıllarda, azınlıkları yabancı sayan zihniyet sonucu azınlık okullarında da uygulandı ve “Türk” müdür yardımcıları atanmaya başlandı. Hâla da okullarımızda Türk müdür yardımcısı var. Ortada garip bir görüntü var, herkesin Türk olduğu bir okula Türk müdür yardımcısı atanıyor. Hâlbuki Anayasa’nın 10. maddesine göre eşitiz ve 66. maddeye göre de Türk’üz. Üstelik bu müdür yardımcılarının etnik kökene bakıp Müslüman ve Türk olması aranıyor. Yani ırkçı bir tavır var.
Vakıflar ve Özel Eğitim Kurumları Kanunlarıyla ilgili görüşmelerde, TBMM’nde dünyada eşi ve benzeri görülmemiş bir tartışma izledik. Bazı milletvekilleri, kendi vatandaşları için yani Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı azınlıklar için mütekabiliyetten ( karşılıklılık) söz ediyorlardı. Hatta bunu Lozan Antlaşmasına dayandırmak isteyenler vardı. Kesin olarak yanlış Lozan Antlaşmasında böyle bir madde yok(5) ama kaldı ki doğru olsa bile çağdaş insan hakları ve azınlık hakları hukuku böyle bir yasayı kabul edemez. Ne yazık ki aynı zihniyet bizi yabancı kabul ederek, mütekabiliyet uygulaması istiyor.
Patrik hala legal bir statüden yoksun. Lozan dâhil hiçbir Antlaşma, kanun ve yönetmelikte patriklik sözü geçmiyor. Bu güne kadar bütün patrik seçimleri geçici yönetmelikle çözülmüş. Patrik Kıyafet Kanununa göre dini kıyafetle dolaşma izni aldığında patrikliği onanmış oluyor(6). Son derece garip, inanılmaz bir durum.
Varlığımız için hayati önemde olan öğretmen ve din adamı yetiştirmek imkânlarından yoksunuz. Öğretmenlerimizin dil eğitim ve din adamlarımızın dini eğitimi için, son derece güç ve pahalı bir yol olan yurt dışında eğitim görmeleri gerekiyor. Bu sorun diğer bütün Hıristiyan cemaatler için de geçerli.
Devlet, azınlık kurumlarına Lozan Antlaşmasına göre vermesi gereken yardımları vermiyor.
Avrupa Birliği ve Kopenhag kriterlerine uyum amacıyla girişilen iyileştirmeler hala bürokratik engellere takılırken, Vakıflar kanunu bile çıkarılamadı. Eğer Türkiye bu sevdadan vazgeçerse işte o zaman en az 5–10 yıllık bir dini ağırlığı tartışılamaz aşırı sağcı bir yönetim beklenebilir. Korkarım o zaman bizim için de zor günler başlar, her şey daha kötüye gidebilir.
Türkiye’de birçok bilim adamının da belirttiği gibi artık gerçek solcu ve liberal partiler marjinal durumda. Diğer partilerin tümü ise milliyetçi ya da ulusalcı. Nasyonalizm batıda sadece sağ uçta bulunan partilerce benimsenen Türkiye’de neredeyse bütün partiler ya başını MHP’nin çektiği milliyetçi ya da başını İşçi Partisinin çektiği ulusalcı partiler. Adını ister milliyetçilik, ister ulusalcılık koyalım, her ikisi de şoven gruplarca benimsenen ve bu coğrafyada başka türlüsü düşünülemeyen, dile, dine, ırka dayanan kültür milliyetçiliği ya da etnik milliyetçilik. Elbette ve doğal olarak da bu zihniyet, azınlıkları ya kendilerine bırakılmış bir emanet ya da yetersiz bir etnik arındırma yüzünden elde kalan potansiyel iç düşman ve yabancı gruplar olarak görüyor. Gerçek aydınlar (Örneğin Radikal II 17.12.2006 eki) Türkiye’de iktidar alternatifi olan gerçek solcu ve liberal parti olmadığından yakınıyor. Önümüzdeki seçimlerde ne yapacağımıza karar vermek zor, ya gerçek solcu ve liberal ama marjinal bir partiye oy vereceğiz oylarımız boşa gidecek ya da MHP, DYP ve İP, CHP çizgisinde bir partiye oy vereceğiz. Bu durumda da seçim bizim için, masallardaki gibi kırk katır mı, kırk satır mı tercihine dönüşecek.
Milliyetçilik akımıyla at başı giden bir de dinci yapı var. Marjinal partileri bir yana bırakırsak bu konuda güçlü parti AKP. Gerçi AKP de milliyetçiliği kimselere bırakmıyor ama aynı zamanda dini de öne çıkarıyor. Ayrıca AKP seçimde kazanmaya en yakın aday. Şartlarda önemli bir değişiklik olmazsa ya tek başına iktidar olacak ya da koalisyonun büyük ortağı. Burada da başka bir sorun ortaya çıkıyor. Asırlardan beri Saray ya da Türk İslam’ı diyebileceğimiz nispeten daha toleranslı Osmanlı İslam’ının yerini köy ya da Arap İslam’ı olarak değerlendirilen daha tutucu, daha katı bir İslam’ın aldığı iddiaları var. Halifelerinin hatta şeyhülislamlarının pek çoğunun şarap içtiği bilinen saray İslam’ının yerini kadın eli sıkmayan, meyhaneleri kapatmaya kalkışan bir köy İslam’ından söz ediliyor. Eğer AKP’nin üst kademeleri de, bu nedenle azınlıkları düşman ya da emanet olarak görürse azınlıkların işi daha da zor olacak demektir.
Ne istiyoruz, Ne bekliyoruz?
Öncelikle devlet ve politikacılarımız, Türkiye azınlıklarının bin yıllardan beri bu topraklarda yaşayan toplumlar olduklarını kabul etmeli ve bizleri emanet ya da potansiyel düşman olarak gören insan haklarına ve hukukun bütün temel ilkelerine aykırı zihniyetten vazgeçilmelidir. Biz T.C. vatandaşıyız ve verilen pozitif haklar sadece çağdaş hukukun ve anayasanın eşitlik ilkesi gereğidir. Biz de diğer etnik gruplar gibi asli unsuruz tali değil.
İkinci olarak Patrikliğin legal bir kurum olarak devlet tarafından tanınmasını gerekiyor. Hazırlanacak yönetmelikte Patrikliğe, T.C. tarafından da kabul edilen yemininde(7) açıkça belirtilen görev ve sorumluluklarını yerine getirebilmesi için gerekli yetkiler verilmelidir. Patrikliğin sivil işlerinde yardımcı olmak üzere bir sivil ya da laik meclise, en azından resmi bir danışma kurulunun varlığına izin verilmelidir. Cemaatin varlıklarının korunması ve uygun şekilde tasarruf edilebilmesini sağlamak amacıyla Patriklik yanında bütün gayrimenkul tasarruf haklarından sorumlu olmak üzere ortak bir emlak komisyonunun kurulmasına da izin verilmelidir.
Vakıflar Kanunu meclisin kabul ettiği şekilde çıktığı takdirde, ayrı bir kanunla 1974 tarihli haksız karara dayanılarak cemaat vakıflarının elinden alınıp, üçüncü şahıslara ya da Vakıflar ve Hazine dışında devlet kurumlarına verilen cemaat gayrimenkulleri için vergi değeri kadar bir tazminat ödenmesi haksızlığı kısmen de olsa giderecektir. Vakıflar ve hazine elinde bulunan gayrimenkullerin iadesi yoluna gidilip diğer bölümünün görmezden gelinmesi bir ikilemdir hakkaniyetle ve hukukla bağdaştırmak mümkün değildir. Ayrıca yine bir ek kanunla, Cumhuriyet döneminde çeşitli nedenlerle cemaat vakıflarının elinden alınarak mazbut vakıf haline getirilen manastır, okul, kilise gibi vakıfların tekrar cemaatlere geri verilmesi de hukuk devleti olmanın bir gereği olarak kabul edilmelidir.
Okullarımızda görevlendirilen ve aslında sadece yabancı okullarda uygulanması gereken, Türk müdür yardımcılığı kaldırılmalıdır. Eğer kaldırılmayacaksa müdür yardımcılarının Anayasa’ya göre Türk olan Ermeni vatandaşlar arasından seçilmesi ve etnik ayrımcılık yapılmaması gerekir. Ayrıca bu müdür yardımcılarının iki başlı bir sistem yaratılmasına neden olan sicil amirliği yetkisi kaldırılarak bütün öğretmenlerin ve müdür yardımcısının sicil amiri de okul müdürü olmalıdır.
Lozan antlaşmasında ön görülen devlet yardımları artık ilgili kurumlarımıza verilmelidir. Patriklikler ve Hahambaşılık da Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bütçeden uygun bir pay almalıdır.
Sonuç olarak, Patriklik yasal statüsüne kavuşturulmalıdır. Azınlıkların tümü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır. Bütün vakıflarımız ve okullarımız Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan kişiler tarafından yönetilmektedir, vakıflarımızın da okullarımızın da yabancı vakıf ve okullarla hiçbir ilişkisi yoktur. Bu nedenle vakıflarımızın Medeni Kanuna göre kurulan vakıflarla eşit haklara sahip olması da eşitlik ilkesi gereğidir. Ayrıca cemaatlerin Medeni kanuna göre vakıf kurmalarını engelleyen ve 1967 yılında Medeni Kanuna eklenen cemaatleri destekleyen vakıf kurulamaması hükmü özgürlüğü kısıtlayıcı ve yasakçı bir hüküm olup eşitlik ilkesine ve çağdaş azınlık haklarına aykırıdır ve kaldırılmalıdır.
1. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 08.05.1974 tarihli, E 1971 /2–820, K.1974/505
2. 11.12.1975 günlü E:975/ 11168 K:975 / 12352 sayılı düzeltme kararı
3. Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 05.06.1997 tarih, E.997/6931, K.1997 /7701 kararı
4. Devlet Denetleme Kurulu Sayı: 2006/1 Tarih: 06.02.2006
5. https://web.archive.org/web/*/http://www.hyetert.com/yazi3.asp?s=0&AltYazi=Makaleler%20\>%20Özel%20Eðitim%20Kurumlarý%20ve%20Vakýflar%20Yasasý&Id=262&DilId=1
6. Madde 1 – Her hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinler haricinde ruhani kisve taşımaları yasaktır.
Hükümet her din ve mezhebden münasib göreceği yalnız bir ruhaniye mabed ve ayin haricinde dahi ruhani kıyafetini taşıyabilmek için muvakkat müsaadeler verebilir. Bu müsaade müddetinin hitamında onun aynı ruhani hakkında yenilenmesi veya bir başka ruhaniye verilmesi caizdir.
7. Patrik Yemini: “ Vazifemi Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına, nizamlarına ve örf ve adetlerimize uygun olarak ifa edeceğime, cemaatimize ait dini, hayri ve içtimai müesseselerin hak ve menfaatlerini koruyacağıma, dindaşlarıma hak, hakikat ve fazilet yolunda rehber olacağıma ve bu yolda sadakatle hizmet edeceğime huzuru ilahide söz veririm.”
Yorumlar kapatıldı.