İçeriğe geçmek için "Enter"a basın

Elveda hukuk devleti

Mine G. Kırıkkanat

Adı bende saklı, saçlarının sarısı gözlerinin mavisi hakiki, bir küçük kadın. Hatay’da doğmuş. 12 yaşında geldiği İstanbul’da okul arkadaşlarını ne Ermeni olduğuna inandırabilirmiş, ne Hatay’dan geldiğine. Oysa tüm ecdadı oralıymış ve sarışın Ermeni de olabilirmiş. “Hangi köydensin” diye soruyorum, “Vakıflar Köyü’nü duymadın mı?” diye şaşırıyor, “Başka köy kalmadı ki, bizim…”

Bir ara, “Az kaldı Fransız oluyormuşuz, iyi yırtmışız…” diyor.

Şaşırma sırası bende. Fransızların “Antioche” dedikleri Hatay’ı Türkiye’ye terk etmeden önce bütün gayrimüslimlere Fransa yurttaşlığı önerdiklerini ve isteyeni birlikte alıp götürdüklerini biliyorum. Şaşırdığım, “iyi yırtmışız” deyişi.

“Ben oralarda yaşayamazdım” diyor. Kurtuluş semtine yerleştikten sonra tüm dünyaya göçen soydaş maceralarını dinlemiş. Kimileri malını mülkünü satıp gitmiş. Oralarda mutlu olmadıklarını, hep buraları özlediklerini söylüyor. Zaten “kayın ailesi” de İsveç’teymiş, evlendiklerinde onu da alıp oraya götürmek istemiş eşi.

Bizim kız, “Iıh!” demiş. Düşünüyor da, iyi etmiş. Burada hayat ne kadar zor olsa da, karıncalar gibi didinseler de karı koca, iki yakayı bir araya getirebilmek için, “Ben zaten çalışmadan duramam ki…” diye seviniyor. Yaşlı annesi Kurtuluş’taki küçük evde onlarla yaşıyor. Böylece kendisinin okuyamadığı okullarda okutmayı, kendisinin alamadığı bale derslerini, piyano derslerini aldırmayı hayal ettiği minik kızına da anneannesi bakıyor. Çok yorgun olduğu günlerde, anacığı sarıveriyor yaprak dolmalarını, “ana”cığı yuvarlayıveriyor “topik”leri.

Tomas abisini anınca, gözleri doluyor. Aralarındaki yaş farkı çok az ve onu ağabeyden öte, en iyi arkadaşı olarak severmiş.

1999 depreminde, Adapazarı’nda çalıştığı otelde ölmüş Tomas abisi.

Küçük otel, 1964 depremine dayanmış, sağlammış aslında. Ama gözü doymayan sahibi, otelin hemen bitişiğine, dolgu zemin dolayısıyla yasal olarak ancak iki kat izin verilmesine karşın, beş katlı bir otel daha kondurmuş. İşte bu beş kat, iki sağlam katın üstüne çökünce göçmüş küçük otel ve Tomas da içinde…

Defin ruhsatı için bizim kız gitmiş Adapazarı’na, içi yana yana: “Bir daireden ötekine, gün boyu dolaştırdılar, bir dilekçe daha istediklerinde, çektiğim acıdan kendimi kaybetmişim, o dilekçeyi ben değil, siz yazacaksınız, ben de imzalayacağım, diye bağırmaya başladım. Oysa biz bağırmayız devlet dairelerinde, korkarız…”

Ne otel sahibini, ne de müteahhidi mahkemeye verenlerden olmamış. Çünkü eminmiş ölenin öldüğüyle kalacağına ve hiçbir suçlunun, hiçbir müteahhit ve mal sahibinin cezalandırılmayacağına.

Öyle de oldu nitekim.
1999’daki iki depremde binlerce insana mezar olan çürük yapılaşmanın hiçbir faili cezalandırılmadı. Çünkü tüm davalar “zaman aşımı”na uğradı. Son örnek, Yalova’daki Yüksel Sitesi. 316 kişiye mezar olan sitenin müteahhidi Yüksel İnşaat sahibi ve yöneticileri, yine zaman aşımından yırttı.

Kimse bilmiyor, çünkü merak etmiyor ama, Avrupa Birliği üyelik süreci, “zaman aşımı”nın sistematik bir af aracı haline getirildiği Türkiye’nin yargı sisteminde de bir reform demek, daha doğrusu demekti. AB’den kopmayan bir Türkiye’de tüm davalar en geç 5 yılda bitmek zorundaydı. Ne var ki böyle bir umut da iyice zayıflıyor bildiğiniz gibi.

Suçlular, “zaman aşımı”ndan yırtmayı sürdürecek. Ve gerek beceriksiz iktidar, gerekse cahil muhalefette Türkiye’yi AB’den kopartanlar, biz enayilerin gözünün içine baka baka “hukuk devleti” nutukları atacaklar, yine.

***

Fotoğraf, gölgeler içinde bir ışığın, ışıklar içinde bir gölgenin sanatıdır. Yukarıdaki yeni fotoğrafımda, gölgedeki anı durdurup, hayali başlatan ışığı yakalayan Türkiye’nin en ödüllü fotoğraf sanatçısı Mehmet Turgut’a, benim kusurlu suratımdan böyle bir suret çıkarabildiği için mahcubiyetle karışık minnet duygularımı sunuyorum. 

http://www2.vatanim.com.tr/root.vatan?exec=yazardetay&tarih=12.12.2006&Newsid=97377&Categoryid=4&wid=122

Yorumlar kapatıldı.